Yüreksizlerin tanrısı Amerika büyük gürültü kopararak girdiği Afganistan’ı 20 yıl sonra apar topar terk etti. Taliban Allah’ın yardımıyla muzaffer olarak Afganistan’ı işgalci kâfirlerden kurtarıp özgürleştirdi. Şimdi bütün dünyada Müslümanlar bu zaferin sevincini yaşarken düşman tarafından ruhu köleleştirilmiş münafık sürüleri, Amerika’nın gene bir hesap peşinde olduğunu iddia ederek bu zafere gölge düşürmeye çalışıyor. Bununla beraber herkesin de kabul edeceği bir şey var ki, Amerika gibi bir süper gücün bu kadar aşağılayıcı bir yenilgi alması cidden şaşırtıcı bir hadise… Tek başına Taliban direnişi bu yenilgiyi açıklayamaz. Aslında içi çürümüş bir bünye olan Amerika ve çoktan kâbusa dönüşmüş Amerikan Rüyasının bitişini seyretmekte olduğumuzu söylesek daha yerinde olur.

Şimdi tarihteki süper güçlerden Osmanlı örneğini öne sürerek günümüze bakalım. 1683 yılında Viyana’yı kuşatan Osmanlı, o dönemin en güçlü devletiydi. Almanya 30 Yıl Savaşları sonucunda çok kan kaybetmiş ve otoritesi sarsılmış olduğu için, Osmanlı ordusu karşısında son derece aciz durumdaydı. Olan oldu ve Osmanlı ordusu ağır bozguna uğrayarak geri çekildi. Biz bunu okurken ne kadar kolay değil mi? O demlerde Avrupalılar bu zafere inanamadı, hatta pek çoğu, Osmanlı’nın geri gelip korkunç intikam alacağından dem vurdu. Viyana önlerine bütün gücüyle gelmiş devasa Osmanlı’nın zayıf düşman karşısında böylesine yenilmiş olmasını akılları kabul edemedi. Asırlar süren yenilgi ve eziklik duygusuyla ruhları sinmiş Avrupalılar için Osmanlı asla yenilmezdi. Hele ki Avrupa mezhep savaşlarıyla bölünüp birlik duygusunu kaybetmişken zaferi umud etmek bile hayaldi, ama oldu. Çünkü Osmanlı bitmişti. Dıştan heybetli görünümüne aldananlar içten nasıl çürüdüğünü fark etmemişti. İntikam hırsıyla geri dönen Osmanlı karşısında, zaferin tadını almış Avrupa dayandı ve Karlofça Antlaşmasıyla tescillenen Avrupa’nın zaferiyle Osmanlı’nın çöküş çığırı açıldı. İşte o zaman Avrupa Osmanlı’yı yendiğini anladı.

Bugün Osmanlı’nın 1600’lerdeki halini yaşayan Amerika, önce Kore sonra da Vietnam’da yenildiğinde hâlâ büyüktü. Çünkü Vietnam, Amerika karşısında Çin ve Sovyetler Birliğinden destek görmüştü. Buna karşılık Amerika, Güney Kore, Japonya ve Tayvan’da kendi zihniyetine göre rejimler inşa etmiş ve bu ülkeleri dönüştürerek kapitalizmin esas unsurları arasına dahil etmeyi başarmıştı. Bugün Batı medeniyetinin Uzakdoğu’daki temsilcisi bu üç ülkenin dünya ekonomisindeki yeri ve siyasi olarak mevkii bellidir. Vietnam yenilgisine rağmen Amerika muzafferdir. Gel gelelim aynı dönemlerde kolonyalizmin sona ermesiyle sömürgeci Batı, işgal altında tuttuğu bölgelerde Amerika’nın Uzakdoğu’da yaptığı gibi Batılı rejimler kurmaya kalktı ve başarısız oldu. Ortadoğu ve Afrika’da kurulan devletler Japonya, Güney Kore veya Tayvan gibi olamadı. Latin Amerika’da demokratik düzene dayanan rejimler de Amerika tarafından askerî diktaya dönüştürüldü. Kısacası, sahip olduğu güçle herkesi yenebilecek durumda olan Amerika, ele geçirdiği hiçbir ülkeyi yönetemiyordu. Eğer demokrasiye kalırsa halkların sömürgecilere karşı olacağı belliydi ve hep öyle oldu. Güya medeniyet ve özgürlük getiren Amerika bu özgürlüğü (!) askerî vesayet rejimleriyle ayakta tutabildi. Bunu Türkiye de yaşadı ve gördü. Amerika kaba kuvvetle bir şekilde borusunu öttürse de ne kendi insanına ne de işgal ettiği ülkelere hiçbir şey veremediğinden dolayı rüya kendi kendine kâbusa dönüşmeye başladı. Her türlü hedonizm ve eğlence kültürüyle ayakta tutulan insanlar, bu şekilde uyuşmuş yahut iğdiş edilmiş oldu. Hem Amerika’da -ve tabii Batı’da- hem de sömürge idaresinde kalmış ülkelerde kültür aynıdır. Çabuk zengin olma hayalleri olan, sefahat ve eğlence düşkünü, lümpen ve hödük insan sürülerine dönüşmüş halklar, her türlü yozluğa müsait idareciler, günü kurtaran liderler… Bu hale gelmiş toplumlardan ne olur?

Bir vakitler Amerika’yı istila eden Protestan Anglo Saksonlar kendilerine gerçekten yeni bir dünya kurmuşlardı. Sadece Kızılderililere karşı acımasızlıkla açıklanacak bir şey değil bu. Kafalarında krallıkla yönetilmeyen, hür teşebbüs ve toprak mülkiyeti hakkının serbest olduğu, her ferdin konuşma hürriyetine sahip olduğu bir dünya vardı. Bu dünyayı büyük çabalarla kurdular. 19. yüzyılda ABD’nin inşasını okuyanlar, çok geniş coğrafyada, tarım, sanayi, ulaşım ve haberleşme alanında kaydedilen gelişmenin hızına hayret eder ve gösterilen çabayı takdir eder. Kuruluşunda temel olan değerlerden hiç taviz vermeden yoluna devam ederek 20. yüzyılda Avrupa’yı sollayan ABD, iki dünya savaşında muzaffer olmuş ve Aydınlanma Çağı değerlerinin hem önderi hem de idolü haline gelmiştir. Öte yandan dünyaya mutluluk getirmesini bekledikleri modern değerler, yani ilâhî olan her şeye karşı, tamamıyla seküler insan kafası ürünü ideolojiler insanları son derece mutsuz etmiştir. Kapitalizm, liberalizm, faşizm, komünizm ve bunların kukla türevleri vs. ne varsa 20. yüzyıl bittiğinde nefret objesi haline geldi. Amerika ve Batı bu seküler değerlere göre kendilerini inşa ederken umutları vardı. Hayaller gerçek olduğunda ise belli bir azınlığın dışında hiç kimsenin mutlu olmadığı ve de mutlu olamayacağı anlaşıldı. Sonuç olarak yeryüzünde karnı tok mutlu inekler olmaktan başka bir vaadi olmayan modern değerler, tavuk çiftliği için ideal ama insan ruhu için felaket olduğunu pratikte gösterdi. Sistemin devamı için hazcılığın pompalanmasından başka yol kalmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında komple Batı dünyasının hazcılığa savrulup her türlü sapkınlığın dibini bulmasıyla toplumları küspeye dönüştü. Başka da bir şey olamazdı. Aydınlanma Çağının vaad ettiği “kendi mutluluğunun peşinde koşma” hayali, hazları ve menfaatleri dışında bir şey tanımayan canlı zombiler yerine kahraman şövalyeler mi doğuracaktı? Bataklıkta gül bitmez demişler. Kendi insanını lümpen sürülerine dönüştürmüş Batı ve onun dünya jandarması Amerika, işgal ettiği hiçbir ülkeye mutluluk götüremezdi. Afganistan’da yeni bir rejim inşası için dünyanın parasını döken ABD, öldürüldüğünde cennete gideceğine inanan adamlar karşısında, maaşla askerlik yapan piyonların seküler hayat ve uyduruk demokrasi için savaşacağını zannetti. Halbuki kendisi bile bunlar için savaşamaz hale gelmiş, içi boş teneke kutuya dönüşmüşken olacak iş miydi bu? İkinci Dünya Savaşı ve Kore Savaşındaki kayıplardan sonra seküler ABD halkı savaştan büyük korku ve nefretle kaçar olmuştu. Vietnam’da ABD halkının savaş karşıtlığı gösterdi ki, modern seküler değerler altında yaşayan insanlar bu değerleri korumak için bile fedakârlık yapamaz. Artık istediği müreffeh ve haz dolu hayata kavuşmuş adamın tek amacı yiyip yiyip kusmak ve tekrar yemektir. Bu gerçek sadece ABD için değil, Komünist Sovyet rejimi için de hakikat oldu. Zalim Alman ordusuna karşı var gücüyle direnen Rusların, bol votkalı işçilik hayatı sonunda nasıl küspeye dönüştüğünü biliyoruz. Zulme karşı duyulan hınçla savaşan Rusların, Afganistan’da nasıl yenildiğini herkes gördü. Karşılarında kendilerinin Nazilere karşı gösterdiği direnişten daha üstününü gösteren Müslümanlar vardı, ama kendilerinde haklılık duygusu yoktu. Çöküşe geçmiş rejimin gönderdiği askerlere kurban gözüyle bakılıyordu. Çürümüş Rus milleti Afgan halkının direnişi olmasa da ölmekteydi. Komünist rejim kendi ipini çekip kapıları açtığında Ruslar’ın nasıl bir telaşla ülkelerinden kaçtığını hatırlatırım. Bugün ABD benzer durumdadır. Dayandığı toplum, kendisini yaşatan değerlerinden kopmuş ve esasında bu değerlerin kofluğundan dolayı boşluğa düşmüştür. Hazlarının peşinden koşmaya alıştığı için de yeni değerler üretmek için çabalayacak hali de yoktur. Tam mânâsıyla tükeniş bu olsa gerek. İçi bu kadar çürümüş bir bünye hangi savaşa dayanabilir? Her türlü zorluğa tahammül felsefesine bağlı Romalıların çok büyük bir imparatorluk iken nasıl çöktüğünü hatırlatan bir manzara var sanki. Uzun uğraşlar sonunda kurulmuş dev bir imparatorluğun yağ fıçısına dönüp çökmesi bu.

Hz. Süleyman (a.s) hakkında anlatılan kıssaya göre cinler onun âsâsından korkarmış. Hz. Süleyman (a.s) tahtında oturur halde öldüğünde âsâ hâlâ ayakta durduğu için onu sağ sanıp korkmaya devam etmişler. Ta ki kurtlar âsâyı kemirip düşürünce cinler hakikati anlamış. O kadar ferasetsiz olmak mümine yakışmaz. 1990 yılında Saddam Amerika’ya meydan okuduğunda İbda Mimari Salih Mirzabeyoğlu, “Saddam dünya arabasının bir tekerini söktü” demişti. Yani o araba ne kadar gaza bassa da kendi ekseni etrafında döner, değil mi? O vakitler İbda Mimarı dışında herkes şahane (!) komplo teorileri ileri sürmüştü. Aradan geçen 30 yıl sonra görülüyor ki, 3 tekerli ama 4 tekerinden biri söküldüğü için yerinde sayan bu arabanın motoru da tekliyor, benzini de bitmiş. Şimdi 20 yıl Taliban’a karşı savaşıp çuvallarla doları Afgan dağlarına gömen Amerika’nın pes edip Taliban’la anlaşmasından Amerikan komplosu çıkaran ama, “madem öyle Amerika niye bu haltı yedi” diye sormayanlara daha söz yok. Öte yandan bu yenilginin ibretlik olması karşısında şaşıranlara ve işe sadece Taliban’ın zaferi noktasından bakanlara diyeceğimiz şudur ki, Amerika bir zamanlar çok güçlüydü. Bugün ise hala devasa heybetiyle ürkütücü olsa da o kocaman kaslara kan pompalayan kalp teklediği için girdiği ağırlığın altından kalkamayacak duruma gelmiştir. Aksi halde Taliban kahramanca savaşır ve kahramanca ölürdü.

İbda Mimarı toplumsal hareketlerin şiddetle durdurulamayacağı tezinin her zaman doğru olmadığını şöyle ifade etmiştir: “…bir kitle hareketinin kuvvet kullanmak suretiyle sindirilemeyeceği kanaati her zaman için doğru değildir. En ateşli bir kitle hareketi bile kuvvet kullanmak suretiyle durdurulabilir ve ezilebilir. Fakat bunu sağlamak için, kullanılan kuvvetin merhametsiz ve ısrarlı olması gerekir; ve işte burada, hareketi bastıracak taraf içinde, inanç zarurî bir faktör olarak yerini alır.” (Damlaya Damlaya, s. 91) Hatırlayın, Boris Yeltsin zamanında yani 90’lar Rusya’sında Çeçenler Rus kuvvetlerini dalga geçerek yeniyordu. Çünkü tam bir tükenmişlik içindeki Rus toplumu ve devleti, liberal kapitalist dünyaya uyum sağlamaya çalışırken hepten saçma bir hale düşmüştü. Bu kadar aşağılanmaya dayanamayan Rus devleti bir tür derin inisiyatif göstererek Putin’i başa getirdi ve bütün hırsıyla Çeçenlere saldırdı. Sonuçta aynı Çeçen halkı ve Çeçen direnişi korkunç şekilde ezildi. Kübalı bir savaş teorisyeninin tezidir, savaşta iki taraf karşı karşıya geldiğinde daha çok kan dökme hırsı olan kazanır, hadise budur. Eğer Alman Rus savaşında olduğu gibi iki taraf da sonuna kadar gitmeye hazırsa askeri çok olan kazanır. Şüphe yok ki, Japonya’ya atom bombası atan ABD bugün olsaydı, yıllar önce kahramanca savaşmış ve acımasızca yok edilmiş Afgan mücâhidlerini konuşuyor olacaktık. Şimdi ise bir zamanlar güçlü ve korkulan kral iken yaşlanmış Amerika’nın geri çekilişini konuşuyoruz. Roma da böyle çöktü, Osmanlı da böyle geri çekildi. Fırsatı görüp yürüyen Çin örneği meydandayken, “Amerika nasıl oldu da böyle…, ama ya komploysa…, kesin Amerika bir oyun yapıyordur…,” falan filan gibi konuşmaları terk edip bu fırsat zemininde kim ne yapar ve biz ne yaparız diye kafa yormanın zamanıdır.

Baran Dergisi 763.Sayı