19. yüzyıla damgasını vuran “ulus devlet” fikrinden en çok etkilenen hiç şüphe yok ki Müslümanlar oldu. Tarih boyunca Müslümanlar için şeref ve izzetin kaynağı İslâm’a hizmet ve rezilliğin kaynağı ise İslâm’dan uzaklaşmak ölçütlerine bakılarak değerlendirilmişken, bir kavmi de öne çıkaran yahut geri bırakan yegâne faktör bu iken, cahiliye devrinden kalma şuursuz kavim asabiyesinin ön plana çıkması, Müslümanların İslâm ortak paydasındaki birliklerinin de dağılmasının başlıca vesilelerinden birini teşkil etti.

“Ulus Devlet” fikrinin İslâm âleminin remz devleti olan Osmanlı’nın meydana getirdiği İttihad-ı İslâm’ı tahrib etmek noktasında yüksek işlevli bir âlet olduğunun anlaşılmasından sonra, küfrün remzi olan Batı bu vaziyeti büyük bir maharetle kaşıyarak, bizi en sonunda Anadolu’ya kıstırmasını bildi.

Tabiî mesele cihan hâkimiyeti fikrinin remz milletini Anadolu’ya kıstırılmakla da bitmedi; Müslümanların yeniden bir cihangirlik kavgasına girişmemesi için burada kurulan devlet dâhil bütün imkânlar seferber edildi ve yeniden böylesi bir hamleye kalkışmasının önünü alabilmek için Müslümanlar dininden, dilinden, kılık kıyafetinden bile tecrit edilmek istendi.

Şimdi burada şu hususun da altını çizmekte fayda var, yedi iklime nizam verdikten sonra acınacak hâle düşmemizin sebebini Batı da değil, evvelâ kendimizde aramamız icab etmektedir. 500 sene boyunca İslâm anlayışını yenileyemediğimiz, Batı’dan gelen yeni fikirleri “Mutlak Fikir” önünde hesaba çekip onlar içindeki hikmeti Müslümanların istifadesine sunamadığımız ve bununla beraber dünya çapında dillendirilmeye başlayan “ihtiyaç”ları “Mutlak Fikir” çerçevesi içinde gidermek yerine hadiseler karşısında bön bir hayranlıkla seyirci kaldığımız için, biz kendi kendimizi bu vaziyete düşürdük.

Bu bakımdan zararlı fikirler hastalık gibidir, eğer ki bünye sağlıklı ise ona tesir edemez, hattâ sağlıklı bir bünye hasta edici virüs ve bakterilerden istifade bile eder; fakat bağışıklık sistemi çökmüşse, normal bünyeler için hiçbir tesiri olmayan en basit bir virüs bile ölüme sebebiyet verebilir. Dolayısıyla kabahati dışarıda değil, içeride, sistemin sağlıklı bir şekilde işleyip işlemediğinde aramak gerekir.

Devam edecek olursak, biz bu vaziyete düştükten sonra bile bizi öldürmeye ve tarih sahnesinden silemeye güçleri yetmedi; fakat yaşatmamak için de ellerinden geleni ardlarına koymadılar.

***

Tüm bu manzaraya bakıldığında da görüleceği üzere, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ruh kökleri kurutulmak için her türlü menfiliğe tâbi tutulan; fakat bir asır geçmeden silkinen ve yeniden filiz veren Anadolu’nun bir kez daha sınırlarının dışına taşması zannedilenden çok daha ehemmiyetlidir.

Bugün Türkiye’nin sınırları ötesinde Duhok ve Erbil'de 19 askerî üssü var. Somali'ye girdi, orada büyük bir üssü var ve ayrılmadı. Suriye’de yapılan operasyonlar ile Libya tezkeresi ve Türkiye’nin her iki bölgedeki askerî varlığı malum. Sudan’da Sevakin adası girişiminde bulundu ve hâlen burada askerî olarak varlık göstermek adına çeşitli teşebbüslerde bulunuyor. Katar'da da Tarık bin Ziyad üssüne sahip, şu sıralar yeni bir üs inşa etmeye hazırlanıyor ve bunun yanı sıra Yemen'de de şu an üsler kurmaya çalışıyor.

***

Evet, Türkiye bir asır sonra tabiî hinterlandı olan İslâm coğrafyasında yeniden fiilî olarak varlık gösteriyor, peki ya fikrî olarak?

19 asırdan beri başımıza belâ olan “ulus devlet” fikri bugün hâlâ Türkiye’ye karşı bakışı sakatladığı gibi, aynı zamanda bizim de damarlarımızda dolaşan bir virüsmüş gibi kendi hinterlandımıza bakışımızı tahrib etmekten geri durmuyor.

Kavim Taassubuna Misâl: Mısır Fetva Makamı’nın Açıklaması

Mısır Müftülüğü, Dâr’ül İtfâ (fetva makamı) İstanbul’un fethi için “fetih” kelimesi yerine “ihtilâl”(işgâl) kelimesi kullanarak, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmek istenmesini kınadı, Ayasofya’nın kilise mazisine vurgu yaptı.

Allah Resulü’nün müjdesini gerçekleştiren Müslümanlara karşı, bir insanın, hele ki “Müslümanlık” iddiasındaki bir insanın, kurumun yahut devletin alçalabileceği en aşağı nokta burası olsa gerektir herhâlde.

İslâm’ın sancaktarlığını lâyıkıyla yaptığına inandığı için Osmanlı’ya ittibâ ederek Akdeniz’i Müslüman gölüne dönüştüren Barbaros Hayrettin’i düşünelim, bir de bu nesebi gayr-ı sahih köpeği… Mukayese edelim bakalım, bu iki tavırdan hangisi şahsiyetli, şerefli? Ve bir de şu açıdan düşünelim bakalım, İslâm âleminde birliğin tesis edilmesi için kavmiyetçilik mi merkeze alınmalı yoksa İslâm mı?

İşte, tam da bam teline geldik. Kemalist, jakoben, ulusalcı, kafatasçı kafayla bu işin neden olmayacağını bundan daha iyi bir şekilde resmeden bir tablo daha olabilir mi?

Kilit Roldeki Kürt Meselesi

Yine aynı birleştirici değil dağıtıcı kavmiyetçi kafanın sebeb olduğu meselelerden biri de senelerdir Türk’ü de Kürd’ü de maddî ve manevî bakımdan dişleyen Kürt meselesi değil mi? Bir tarafta Beyaz Türkler ve onların kendileri ile hayranlıklarından ölüp bittikleri Batılı dışında geri kalan herkesi ikinci sınıf insan gören anlayışları; ve bu anlayışa karşı olacağım diye yola çıkıp, meseleyi, kavimler üstü Mutlak Fikir paydasına taşımak yerine Beyaz Türklerle aynı seviyeden ele alarak onlara benzeyen Kürtler.

Türkiye’nin “tarihî misyon”unu yerine getirebilmesi için kendisindekinden başlayarak birçok millete enjekte edilmiş kavim taassubunu tedavi etmesi gerekiyor ve bize kalırsa bunlar içinde kilit konumda bulunan Kürt meselesidir. Türkiye’nin Kürt meselesine getireceği çözüm, yeni bir cihan hâkimiyeti sürecinde diğer milletlerle kurulacak münasebet ve birliklerin de zemini ve misâlini teşkil edecek olması bakımından son derece ehemmiyetlidir.

Tabiî burada İttihad-ı İslâm’dan bahsettiğimize göre, diğer milletlerle Türkiye’yi buluşturacak paydanın da İslâm olacağını söylemeye lüzum yok. Hem zaten başka “ne”yin etrafında bir araya gelebiliriz ki? Kemalizm, faşizm, liberalizm, demokrasi, ulus devlet ve saire gibi sokma fikirlerin paydalarında Türkiye hangi milletle ne maksatla birlik tesis edebilir?

Bu memleketi seven ve alçaklık peşinde olmayan herkes bu konuda hem fikirdir herhâlde değil mi? Hem zaten Büyük Ortadoğu Projesi ile Amerika ve Avrasyacılık stratejisiyle Rusya da Türkiye’ye böyle bir misyon yüklemek peşinde koşmuyor mu? Tabiî bir farkla, biz İslâm’a hizmet etmek noktasında Türkiye’ye bu misyonu yüklerken, onlar kendilerine kuyrukçuluk etmesi adına Türkiye’ye aynı misyonu yüklüyorlar.

Tüm bu bahislerle beraber meseleyi hangi bakımdan ele aldığımız anlaşıldığına göre şimdi sahadaki gerçekliğe dönelim ve Suriye’nin kuzeyinde yaşananlara bir bakalım.

Suriye’nin Kuzeyinde Neler Oluyor?

Suriye’nin kuzeyindeki Demokratik Suriye Güçleri (SDG-PKK/YPG/PYD) ile Suriye Ulusal Kürt Konseyi (ENKS) arasında yaşanan sorunların çözüme kavuşturulması ve Suriye’deki Kürtlerin yeniden birleştirilmesi için Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Rusya’nın tazyikiyle başlayan müzakerelerin birinci safhası tamamlandı.

Burada SDG çatısı altında faaliyet gösteren PKK/YPG/PYD’yi herkes belki tanıyor; fakat ENKS Türkiye’de pek de bilinmediğinden onu biraz tanıtalım. Açılımı, Encûmena Niştimanî ya Kurdî li Sûriyê – Kürt Ulusal Konseyi. 2011’de, PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde artan etkisine ve TEV-DEM’e rakip olarak, Türkiye’nin ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKYB) Başkanı Mesut Barzani’nin partisi KDP’nin desteğiyle oluşturuldu. Merkezi Erbil’de. Esad yönetimine karşı, PYD haricindeki 11 Kürt partisinin katılımıyla ilk kurulduğunda, özellikle dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun girişimleriyle bir dizi uluslararası toplantıda temsil edildi. Ancak zaman içinde PYD’ye verilen Amerikan desteği dolayısıyla gölgede kaldı; ‘Rojava’daki özerk yönetime karşı Türkiye’yle işbirliği yapmakla’ itham edildi. Bünyesindeki partiler bir bir çekilirken, son olarak Suriye Ezidi Konseyi de 2016’da ENKS’den ayrılmıştı.

Amerika’nın Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’in devreye girmesiyle Haseke’deki Amerikan üssünde başyan görüşmelerin ikinci safhaya geçip geçmeyeceği henüz meçhulken, görüşmelerin henüz başladığı Mayıs ayında konu ile alâkalı olarak açıklama yapan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye'nin Kürtlere karşı olmadığını belirtmiş ve "Burada bir devletçik kurulamayınca bu sefer siyasi sisteme entegre etme çalışmalarını ABD yürütüyor. Burada özellikle de Suriye Ulusal Kürt Koalisyonu ile YPG'yi entegre etmeye çalışıyorlar" diye konuşmuştu. Çavuşoğlu, Kürtlerin temsilinin, "teröristlerle olmayacağını" belirterek, devamında şunları kaydetmişti, “Tavrımız son derece nettir. Ne burada bir terör koridoru oluşturulmasına izin veririz, ne de teröristlerin burada meşrulaştırılmasına izin veririz. Terörist, teröristtir. Kürt kardeşlerimizi teröristlerle bir tutmak da, Kürt kardeşlerimize hakarettir. Türkiye'de de hakarettir, Suriye'de de hakarettir, Irak'ta da hakarettir.” demişti.

ENKS ile SDG Arasındaki Anlaşmazlıklar

ENKS’ye bağlı 10 muhalif siyasetçi Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi cezaevlerinde tutulmakta. Rojava Yönetim, söz konusu iddia ile ilgili daha önceki açıklamasında, tutukluların akıbetini ortaya çıkarmak için bir komisyon kuracaklarını ilan etmişti.

Suriye krizinden sonra Kürt siyasi partiler 2012 yılında birlikte hareket edilmesini öngören Erbil Anlaşması’nı imzaladı. Ancak ENKS aynı yılın sonunda Rojava Yönetimini gücü kendi tekeline almakla suçlayarak, anlaşmadan çekildi. 2015’te Kürt Birlik Partisi lideri Muhyiddin Şeyh Âli ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Eski Başkanı Mesud Barzani’nin girişimi ile ENKS ve Özerk Yönetim Duhok Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşma, iki tarafın ortak yönetim kurmasını öngörüyordu ancak sahada pek bir karşılığı olmadı.

Rojava Yönetim’ini Suriye rejimiyle şüpheli ilişkiler kurmakla suçlayan ENKS, Suriye muhalefetiyle olan siyasi ittifaklarını da hesaba katarak rejimle doğrudan müzakereleri reddediyor. Buna karşılık Rojava Yönetimi de ENKS’yi Türkiye merkezli muhalif güçlerle işbirliği yapmakla suçluyor.

PYD, bölgede askeri başarılar elde etmek için 2012’nin sonlarına doğru silahlı kanadı olan YPG’yi kurdu. Ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) bağlı militanların sayısının yaklaşık 80 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. ENKS ise Mart 2012’de Suriye rejim ordusundan kaçan, zorunlu askerlik hizmetine karşı çıkan genç Kürtlerden oluşan Rojava Peşmerge gücünü kurdu. Rojava Peşmerge birliklerinde silah taşıyanların sayısı yaklaşık 10 bine ulaşırken, eğitim görenlerin sayısı 20 bin civarında. ENKS ve Rojava Yönetimi arasında, söz konusu iki askeri gücü aynı çatı altında nasıl birleştirileceği hususunda anlaşmazlık bulunuyor.

ENKS, Özerk Yönetimi PKK’nın uzantısı olmakla suçlarken, PYD, ENKS çatısı altındaki siyasi partileri Mesud Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’ne (KDP) itaat etmekle suçluyor.

ENKS, anayasada Kürt ulusal kimliğinin ve halkının tanınmasını, toprak bütünlüğü çerçevesinde yönetimde Adem-i merkeziyetçilik anlayışının benimsenmesini talep ediyor. SDG’nin siyasi kanadı Suriye Demokratik Meclisi (SDM) ve PYD ise Suriye’nin kuzeydoğusunda Rojava Yönetimin kontrolündeki 7 bölgede sivil yönetimin ve demokratik adem-i merkeziyetçiliğin tanınmasını, toprak bütünlüğü ve istikrarın korunmasını ve Türk işgalinin sonlandırılmasını istiyor. Yani ENKS, Kürt halkının ulusal haklarının güvence altına alınması çağrısında bulunurken, PYD ise demokratik millet anlayışı adı altında Amerika’nın öncelikleri arasında olan bölgedeki azınlıklar ile Suriye halkının bileşenleri arasında eşitliğin güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor.

Özerk yönetim ilanı sonrasında PYD’nin 2013’te kontrolündeki bölgelerde bulunan okullarda kendi Marksist-Leninist-Dinsiz ideolojisi doğrultusunda hazırladığı eğitim müfredatını dayatması hem rejim hem de ENKS’nin tepkisini çekti. Suriye Hükümeti ve Eğitim Bakanlığı, bu program dahilinde eğitimini tamamlayanların diplomasını tanımayacağını ilan etti.

PYD, özerk yönetim ilanının ardından zorunlu askerlik yasasını kabul etti. Bu duruma karşı çıkan ENKS’li üyelerin ve destekçilerinin büyük bir kısmı IKBY’ye yerleşti. ENKS, yasanın iptal edilmesini, savaşçıların Arap bölgelerinden çekilmesini ve eldeki Kürt bölgelerinin korunmasını talep ediyor.

Türkiye Geç Kalıyor

Aksiyon fikirle, fikir aksiyonla beslenmez ise bunun neticesinde fikirden yana da aksiyondan yana da hakiki bir oluş meydana gelmeyeceği açık. Türkiye, İslâm âleminin muhtelif bölgelerinde üsleniyor, Suriye’de İslâm âlemiyle arasına çekilmek istenen koridora karşı operasyonlar düzenliyor, Libya’da, Akdeniz’de sahada bizzat varlık sergiliyor ve aksiyonunu ortaya koyuyor. Tüm bu aksiyonu verimli ve kalıcı kılacak olan ise elbette ki fikir. Görüldüğü üzere senelerdir bir türlü halledilemeyen, daha doğrusu rejimin kendi mantığına bağlı kalınmak suretiyle çözümü mümkün olamayan Kürt meselesi başta olmak üzere Türkiye’nin önünde ciddî bir kavim taasssubu meselesi bulunuyor. Kavim taassubunun yanı sıra bugün silahlar konuştuğu için pek de önemsenmeyen; fakat yarın gün gelip de silahların sustuğu güne çıkıldığında Türkiye’nin Mısır, Suriye, Irak, Libya, Sudan, Somali ve sair Müslüman ülkesiyle ne konuşacağı da ayrı bir mesele olarak ön plana çıkıyor. Bugün İslâm ülkeleri lâiklik bekliyor olsa Fransa’ya, demokrasi bekliyor olsa Amerika’ya, para bekliyor olsa Yahudi’ye döner ve bunları onlardan beklerlerdi. Ama bunlardan değil de Türkiye’den bir şey bekliyorlarsa, bunun az evvel bahsettiklerimiz değil de Türkiye’nin tarihî misyonu olan İttihad-ı İslâm’ı tesis etmek noktasındaki vazifesini üstlenmesi olduğu açıktır.

Osmanlı devrinin ihtiyaçlarına “Mutlak Fikir” çerçevesinden cevab veremediği için dağıldı demiştik, tıpkı onun gibi bugün de Batı âlemi, en basit bir salgında da görüldüğü üzere dünyanın ihtiyaçlarına cevab verememektedir ve bu yüzden de yıkılması ve dağılması, güçten düşmesi mukadderdir. Şimdi bu süreçte bizim yenilenmiş İslâm anlayışı olan Büyük Doğu-İbda fikir sistemine ve bu fikir sistemini müesseseleştirmek için de idare ruhunu katıksız bir şekilde İslâm’dan alan Başyücelik Devleti modeline doğru adımlarımızı sıklaştırmamız gerekmektedir.

Türkiye Büyük Doğu-İbda’nın anladığı dilden bir milliyetçilik benimsemiş olsa, bugün Türkiye’nin güney sınırında Amerika, Fransa ve Rusya’nın bırakın orada devlet kurmasını, adım bile atamayacağını anlamak için daha ne kadar bedel ödemek ve daha ne kadar zaman kaybetmek gerekiyor?

Anadolu’nun siyasî birliğini tesis etmek ve ardından bu nasıl sağlanmışsa aynı yolu kullanarak zaman kaybetmeksizin İslâm âleminin siyasî birliğini tesis etmek istikâmetinde süratli adımlarla yürümemiz gerekiyor. Türkiye, tarihin kendisine yüklediği bu misyondan daha fazla kaçamaz!

Baran Dergisi 700.Sayı