Ankara’da sosyal hayatın muhtelif bürolar etrafında kümelendiği gözden kaçmıyor. Bürokratik kuleler arasında şekillenen sosyoloji, izleyene ilk bakışta siyasetin Ankara merkezli olduğunu düşündürüyor. Ülkemizde siyasi gücün bürokrasiye nisbetle ölçüldüğü de bir gerçek. Siyasetçi, gözünü diktiği sahanın başında da, ortasında da, sonunda da bürokrasiyi görüyor. Bürolar arası ilişkileri siyaset sanıp boy gösteren nice siyasetçi, bürokratik sistemin temposuna kapılırken halkına dönüp şikayette bulunmayı öteden beri siyasetten saydı. Şunda hemfikiriz; siyasi makamların gücü bürokrasiye hükmedebildiği kadar...

40’lı yılların sonundan bu yana, dünya çapında modern-demokratik-parlamenter sisteme entegre takım elbiselilerin şen edalı, “muzaffer” girişiyle bizde de “çok partili hayat” rüzgarı esti. O gün bugündür sosyal ve ekonomik düzen, siyaset kültürü ve devlet terbiyesi pratikte sermayeye yaslanarak şekillendi. Demokrasiyi şekilde kurtaran büyük sermaye, muhtaç olunan kudretiyle siyasi hayatta da işadamı ve bankerleriyle nüfuz merkezi oldu. Bir başka ifadeyle devletler, sermaye sahibi ailelerin tesiri altında tesis olundu, hiçbir zaman onlara rağmen varlığını koruyamadı. Bizde Cumhuriyet dönemi siyasi kuşakların tamamı için aynı tablo çizilebilir. Ordu kurumu üzerinde de nüfuz sahibi olan sermaye, mesela “savunma ihaleleri”nin tamamına yakınında NATO ile işbirliği içindeyken “demokratik toplum, parlamenter sistem, anayasal rejim” vs propagandasıyla geliştiğini(?) iddia etti. Buna paralel uzun yıllar “gladyo” türü mafyatik yapılanmalar devlet mekanizmalarının tamamında yelpaze gibi açılırken, parlamenter sistem de buna perde olmaktan öte vaziyet alamadı. Ankara’nın bu yelpazenin neresinde anlam ve önem ifade ettiğini ise son yıllarda FETÖ operasyonları üzerinden öğreniyor, yakın tarihimizi hallaç gibi savuran gerçeklerle yüzleşiyoruz.
90’lı yıllara nisbetle Ankara’nın çehresinde tek değişen şeyin, “dikey mimari”siyle eski şehre dikine fark katan yapılar olduğu söylenebilir. Bunda amil sebep, en küçük birimlerinden en yüksek devlet makamlarına kadar “kanun adamı” memur kadrolar ve bürokrat takımıdır.

Ankara dışı sosyolojiyi “irkilten” şey de, “yap kanun-et kanun” alışkanlığına kilitlenen bu monoton hayat olsa gerek. Yönetenlerin yönetilen kesimlerle arasında tempo tutturan kanuna montajlı kafaların bundan daha konforlu ve tatlı “icra ortamı” bulamayacağı aşikâr. Dışarıda hayat hiç öyle akmıyor olsa da!?

“En iyi hükümetler, en az hükmeden hükümetlerdir” anlayışında nizamlar için yeterince yabani ve ruhsuz sayılan bürokrasinin hizaya soktuğu insan, dış yüzden “düzen hayatı” yaşıyor görünse de herşeyi devletten beklemeye alıştırılan, hareket iradesi güdüleştirilen, inisiyatifi bilinçsiz bırakılan tuhaf bir “model” teşkil etmektedir.

Bergson’un şuurun muhtevasında dikkat çektiği ince bir husustur; insanoğlunun iş hayatında otomatik/devr-i daim halinden habersiz/şuursuz bir “süreç”te hayatı verimlendirmeden ömür sürmesi mümkün!

Siyasetçilerimizin çoğu, etrafındaki bürokratik işleyişte göze çarpan bu devasa makineyi/alışkanlığı aşabilecek irade ve donanımda olamıyor. Toplumunun dinamiklerinden kopmadan bürosunu işleten nitelikli kadrolar istisna elbette. Mevcut nizamın kadrolarının kabuğunu kırıcı, yeni fikirlere açıcı ve fethedici yeni bir nizam ruhu arayışında olduğu daha fazla görmezden gelinemez. Şartlar “yeni insan” tarifini de zorunlu kıldığından, bu yönde eğitim ve donanım şartı da beraberinde gelecektir.

AK Parti’nin ilk döneminde, bürokrasideki önemli isimlere yaslanarak halka ulaşma denemeleri bu hususta örnek gösterilebilir. Erdoğan’ın siyasi aktör olarak belirirken şahsi tecrübesini “çıraklık-kalfalık-ustalık” şeklinde üçlemeyle devrelendirdiği süreç, onun halk tarafından cumhurbaşkanı seçilişine kadar bürokrasiyle olan cedelleşmeleri hatırlanacaktır.
“Devlet benim” refleksiyle hareket eden her bürokrat, dokunulmaz yetki mekanizmasıyla bitkisel hayat sürerken haline çare arayanı hep itmiş ve ötelemiştir. Güya devleti koruyor görünürken mevcudu koruyucu, devletle halk arasına uçurum açan sekter/tutucu yapı olarak bürokrasi, artık dünyada da alternatifi aranan “idare şekli” olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son çare ve siyasi güç kaynağı gördüğü halka yaslanırken böyle bir düzenden sıyrılma çabası, devri geçmiş kanun ve kurallarla inatlaşan bir yapıda gerilim doğururken, kurutulması şart olan bataklık işte bu oligarşik bürokrasi zihniyetidir. Bu zihniyeti imhada gereken basiretli, milli, yerli değerlerin mânâ ve hüküm gücünü hangi ahlâkın pratiğiyle gösterebiliriz? Batı’da da siyaset adamını pert eden uluslararası kapitalist bürokrasi, Ankara başkentli Türkiye vasatında da hâlâ “gündem”. Anadolu ise şahsiyetli kadroların inkişafını beklemekte, çile doldurmakta. Ankara’da hayat, sahiden durgun gelecek kadar yavaşmış... meşhur laftır; “Ankara’nın bir tek dönüşü güzel.” Demek ki “idare şekli” yetmiyor “idare ruhu” şart…

Baran Dergisi 575. Sayı