Hatıra, günlük, mektup, portre-biyografi yazıları... Bu türlerin temel hususiyetleri mahrem ve kişiye özel anların bir çeşit ifşasıdır. Yani bu şekilde değerlendirilir. Bir görüşe göre, bir yazarın kendi eserleri değerlendirilirken günlük ve hatıraları, hatta biyografik ayrıntıları bir bütün olarak değerlendirilmez. Hatta çoğu zaman göz ardı edilmek istenir. Ama mesela, Dostoyevski’nin “Bir Yazarın Günlüğü” isimli, aslında günlükten çok, o dönemdeki siyasi ve edebi düşüncelerini açıkladığı eseri göz ardı edilebilir mi? Ki Dostoyevski’nin pek çok romanında “otobiyografik” öğeler var olduğu düşünülürse…

Bu göz ardı etmenin sebebi, hatıralar, günlükler, otobiyografiler yazılırken, yayınlanacağı da düşünülerek, bir kısım gerçekleri “saptırmak” veya “düzenlemek” yazarının inisiyatifindedir ve çoğu zaman doğrulama imkânından mahrum kalınır. Ama mesela Zweig’in o muhteşem biyografi eserlerindeki hadiseler, (ki Zweig’in kaynakları da genellikle günlükler veya sözlü kaynaklardır), bunlar doğru mu diye sorgulandığında, eserden aynı zevk alınabilir mi?

Yönetmen Tarkovski’nin günlüğü sayılabilecek “Mühürlenmiş Zaman”, onun şahsiyetini, ruh dünyasını, sinemasının nelerden beslendiğini ve nasıl gelişme gösterdiğini anlatmaz mı? Gogh’un mektupları hakeza?

Aslında, “kişisel” sayılan bu edebi türlerin, yazarının asli eserinden, düşüncelerinden ayrı değerlendirilmemesi, hatta, onun şahsiyetinin, düşüncesinin dolayısıyla eserinin anlaşılmasında bir anahtar kabul edilmesi gerekir bana göre…

Tilki Günlüğü, her ne kadar kategorik olarak bir “günlük” olarak nitelendirilemezse de, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, “takdim yazısını arayış” sürecini, yani O’nun kendi kimliğinde “kâinat muhasebesini” hülasa eden bir eserdir. “En zor çözümlenen” ve İBDA fikriyatının en temel eserlerinden biri olduğu da buna dahil edilirse, herhalde “günlük” meselesinin o kadar da hafife alınmaması gerektiği anlaşılır. “Kendisi hakkında bu kadar çok yazan başka bir yazar, ne doğudan ne de Batı’dan, hatırlamıyorum.” demişti rahmetli Harun Yüksel ağabey… Benim günlükleri, mektupları, biyografileri ve otobiyografileri dikkatle okumamın ve incelememin sebebi de Tilki Günlüğü’dür diyebilirim. “Tilki Günlüğü”nün, muhtevası bakımından “günlüğe” de bakan bir yönü var. Ama sadece “günlük” mü, elbette değil, ayrı bahis…

Dolayısıyla eserden yazara, yazardan esere bir akışı takip etmek için de günlükler, otobiyografik eserler, mektuplar, ayrı bir öneme sahip. Nitekim “Adam tanımak surat tanımak değildir.” der Salih Mirzabeyoğlu.

Yazar ve mütercim Kenan Durdu ağabeyin tercüme ettiği “Anna Dostoyevski’nin Hatıraları” isimli eser, yakın zamanda elime geçti. Kitabın giriş bölümünde güzel bir ithafla karşılaştım. Kenan ağabey eserini Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun eşi hanımefendiye ithaf etmişti. Şöyle bir notla:

Hayran Erdiş Hanımefendi’ye, bir mütefekkir ve aksiyonerin arkasında sabırlı ve dik duruşuna duyduğum derin hürmetle…

“Bugünlerde” bu ithafı görmek daha bir anlamlı benim açımdan…

ANNA DOSTOYEVSKİ
Anna, Dostoyevski ile 17 yıllık evliliğini, yani Dostoyevski’nin ölümüne kadar olan süreci anlatıyor bu hatıralar kitabında. Henüz 20’li yaşlarında genç bir stenograf iken orta yaşlı Dostoyevski ile yolları birleşiyor ve bir daha ayrılmıyor.

Anna, hatıralarında anlattığına göre, kocasına derin bir hayranlıkla bağlı… Kendi deyimiyle, dönemin “bağımsız kadın” tipine daha yakın biri iken, yani eğitimli, çalışan bir kadınken, Dostoyevski ile evlendiği andan itibaren, hayatını O’na adayan, bunu da hiçbir şikâyetle zedelemeden, gayet tabiî olarak yapan bir kadın…

Çünkü karşısında, titiz, sara hastası, ailesi ile sorunlar yaşayan, sürekli borçları olan, maddi sıkıntılar çeken, bir o kadar saf, bir o kadar umursamaz, bir o kadar kumarbaz, ama bir o kadar da büyük ve derin bir yazar var. Anna, tanıştıkları ilk günden itibaren tüm bunların farkındadır…

Çok basit görünebilecek bir örnek, Anna’nın hatıraları arasından: Anna’nın yabancı erkeklerle (iş için bile olsa) samimi bir şekilde konuşması her defasında Dostoyevski’yi müthiş bir kıskançlıkla sarsınca, Anna’nın aldığı önlem, yabancı erkeklerle ciddi ve resmi bir dille konuşarak, onun üzülmesine engel olmak oluyor. Kendisini savunmuyor, hemen onu üzecek bu durumu ortadan kaldırıyor.

Anna’nın tüm hayatı, Dostoyevski’nin hayatını zorlaştıracak bunun gibi her problemi, her taşı önünden kaldırmakla geçiyor diyebiliriz. Böylesine adanmış bir ruh…
Bunun yanında elbette Anna’nın gözünden Dostoyevski’nin nasıl yaşadığını, nasıl çalıştığını, nasıl düşündüğünü de gözler önüne seren bir eser. Şöyle anlatıyor Anna:
Çalışma azmi yönünden Fyodor Mihayloviç gibisi az bulunur. Bana öyle geliyor ki, maişet için çalışma mecburiyeti olmadan yaşamış olsaydı bile günlerini aylak aylak geçirmeye yanaşmayacak, aksine sonu gelmez edebi faaliyetlerini durmaksızın sürdürecekti. Yıllar yılı pençesinde kıvrandığımız borçlardan nihayet 1881 yılını başında tamamen kurtulmuş, hatta Ruski Vestnik yazı işlerinde bir miktar paramız –yaklaşık beş bin ruble- bile kalmıştı. Hemen çalışmayı gerektirici mücbir bir sebeb yoktu, ancak Fyodor Mihayloviç’in gündeminde dinlenmek yoktu. Bir Yazarın Günlüğü’nü yeniden çıkarmakta kararlıydı, zira son yıllarda çalkantılarla geçen Rusya’nın politik durumuyla ilgili duyduğu endişelerini ancak kendi dergisinde bağımsızca dile getirebilirdi.

Tolstoy, “Biz Rus ediplerin Dostoyevski’nin karısı gibi eşleri olsaydı, sanırım olduğumuzdan daha mutlu olurduk.” diyor. Anna’nın aslında kendi hayatını anlattığı bu Hatıratını okuyunca, Tolstoy’un ne kadar haklı olduğunu da anlıyoruz. 

Not: “Anna Grigoyevna Dostoyevski’nin Hatıraları”, Kenan Durdu’nun harika tercümesiyle İnsan yayınları arasında çıktı.

Baran Dergisi 603. Sayı