Batı kuyrukçusu şahı devirip halk ihtilaliyle kurulan ve adında İslâm ibaresi bulunan modern Şia-Pers devleti, zuhur ettiği 1979 yılından beri dünya Müslümanlarını Batı emperyalizmine ve Filistin’deki işgalci İsrail rejimine düşmanlık söylemiyle yanına çekmeye çalışmaktadır. Sürekli Amerika ve İsrail’le ha savaştı ha savaşacak görüntüsü içinde geçen 40 yıllık anti(!) emperyalist tiyatroda asıl sergilenen, büyük güçlerle iş birliği ve menfaat devşirme sanatında mahir İran emperyalizminin doğuşudur. İslâm öncesi devirlerde Doğu’ya siyasi önderlik edip Batıyla daima savaş halinde olan Pers milleti, önce İlhanlı Moğolları sonra da Safeviler eliyle Şiîleşerek İslâm ümmeti içinde fitne unsuru ve bulduğu her fırsatta Haçlı dünyasıyla iş birliği yapan hain sürüsüne dönüştü. Tarihi macerayı anlatmaya burada gerek yok, isteyen açar okur.

Safevi İran’ın iyice gerileyip güçten düşmesiyle unutulan Şia davası, Humeyni’nin 1979’daki devrimiyle aniden yeniden doğdu. Bu defa mezhep davasını da aşan Pers emperyalizmine dönüştü. Tarihte ilk defa Pers milliyetçiliği davasını başlatan şair Firdevsi’nin heykellerini yıktırmayan Humeyni, şah tarafından sürgün edildiği Irak’ta Arapların keyiflenmemesi için şah aleyhinde tek kelime etmemiştir. Devrimle beraber Irak topraklarına saldıracağını açıkça beyan eden ve Irak’taki Şiîleri rejime isyan etmeye çağıran Humeyni, 1975 yılından beri yarı savaş halinde olan İran ve Irak arasında savaşın tam manasıyla alevlenmesini sağlamıştır. Şöyle ki, şah döneminde üstün İran ordusu Basra Körfezinde bazı bölgeleri gasp etmiş ve Irak buna cevap verememişti. Humeyni’nin devrimi kotarmasından sonra iki devletin de Sovyet blokuna yakın olmasından istifade etmek isteyen Saddam, Humeyni’den şahın gasp ettiği yerleri talep etti ama buna red cevabı aldığı gibi, devrim ihracı tehdidiyle karşılaşarak taarruza geçmeye mahkûm oldu. Savaşın başlarında İran’a üstünlük sağlayan Saddam’ın galip geleceği korkusuna kapılan İsrail’in “bu çılgın Arap’a karşı İran’a yardım edin, İran’ı yenerse bize saldıracak” diye Batı dünyasına alenen yaptığı çağrıya bütün dünya şahittir. Gerçekten de çocukluğundan beri kendisi gibi Tıkritli olan Selahaddin Eyyubi’yi örnek alan ve İsrail’le savaşma azminde olan Saddam, 1979 yılında Irak’ta devlet başkanı olduğunda İsrail ve dostları endişeye kapılmıştı.
Siyonizm için adeta fedailik yaparcasına Saddam’ı kışkırtan İran, savaş boyunca Saddam’ın Amerikan ajanı olduğunu, İran devrimini boğmak için görevlendirildiğini iddia etti ve Pers siyasi dehasına yabancı olan Saddam’ı bu tuhaf görüntüye mahkûm etmeyi becerdi.

Savaş boyunca İslâm davası ve endişesi taşıyan kesimlerde Şiî iticiliğini bu şekilde mazlumiyet örtüsüyle perdelemeyi başaran İran, ahmağı bol olan İslâmcı kesimden bol miktarda eleman da devşirmenin yolunu bulmuş oldu. Mezhep davası yerine Batı emperyalizmine ve İsrail’e karşı birlik olma iddiası, güya Batı kuklası Saddam’la mücadele sahnesinde sergilenirken, bu oyuna inanan ahmak sürüleri İran ordusunun nasıl olup da Irak ordusuyla yıllarca savaşı sürdürebildiğini hiç sorgulamadı. Bilindiği gibi şah zamanında İran ordusunun bütün silahları Amerikan silahıydı. Devrimle beraber bu silahlar Humeyni’nin emrine geçmiş oldu. Silah dediğimiz ise tüfek, tabanca değildir, uçak, tank, top, füze gibi, üretim teknolojisi Amerika ve İsrail’de bulunan ver her türlü yedek parçası ve cephanesi ancak bu ülkelerden temin edilebilen silahlardır. O tarihlerde Amerikan ambargosu altında olan İran, hemen birkaç ayda Rus yapımı uçak, tank, top, füze, vs. gibi önemli konvansiyonel silahları alsa bile, bu silahların adaptasyonu ve personelin eğitimi için yılların gerekeceğini herkes bilir. Zaten İran böyle bir şeye kalkışmadı ve üstün Amerikan silahlarıyla rahatça savaşını sürdürdü. 8 yıllık savaş boyunca o uçakların yedek parça ihtiyacının nasıl bir sürümle karşılanacağını varın siz hesab edin. Çok da gizleme ihtiyacı duymadan Amerika ve İsrail’den bu ihtiyacını karşıladı İran. O yıllarda Amerika’dan İran’a yapılan gizli silah satışının zaman zaman ortaya döküldüğünü ve bazen satışta aşırıya giden İsrail’in Amerika tarafından “bizim silahlarımızı bize sormadan İran’a satmayın” şeklinde nasıl uyarıldığını hatırlatırım. Öte yandan Sovyet silahlarıyla donanmış olan Irak ordusunun Amerika’dan hiç gizlemeden kimyasal silah almasından dolayı Saddam rahatlıkla Batı kuklası olarak damgalandı.

Bilindiği gibi Saddam, Irak’ın kuzey bölgelerinde nükleer tesis inşa etmiş ve İsrail bu tesisin kurulmasını engellemeye çalışmıştı. Tamamen İsrail aleyhine inşa edilen Osirak Nükleer Üssü, İsrail’e dostluğunu göstermek isteyen İran ordusu tarafından hava taarruzuna uğrasa da bu saldırı başarılı olamadı. Üsse ait fotoğrafları Mossad’a veren anti(!) emperyalist İran sayesinde İsrail 1981 yılında ani bir operasyonla üssü havadan vurup yok etmeyi başardı. 

İran-Irak savaşından sonra 90’lı yılar boyunca, Batıya meydan okuyan Saddam Hüseyin’e zerre destek vermeyen İran rejimi, Irak’taki Şiî nüfusunu da Irak devleti aleyhine kışkırttı. Buna karşılık olarak da Amerika Irak’ın güneyindeki Şiî nüfusun yaşadığı bölgelere uçuş yasağı getirerek anti(!) emperyalist İran sayesinde Amerika’ya değil Saddam’a havlayan köpeklerini korumaya aldı.

Lübnan’daki Hizbullah örgütünün İsrail düşmanlığına ne diyeceksiniz diye sorulabilir. Bilindiği gibi Filistin direnişi, Marxsizmi mücadele aracı olarak kullanan Sünni Araplara dayanıyordu. Lübnan’da da Müslüman Kardeşler hareketi en önde gelen akımdı. Hafız Esed’in 1982 yılında Hama ve Hums şehirlerini yerle bir edip bu hareketin kalelerini yıkmasıyla Lübnan’daki Müslümanlar en ciddi desteğini kaybetmiş oldu. Bu vahşi katliamı alkışlayan Humeyni hemen aynı yıl Lübnan’daki Şiîlere Hizbullah örgütünü kurdurdu. Ve meydanı boş bulan İsrail işte o yıl göstere göstere Lübnan’ı işgal etti. Sonrasında Lübnan’da hakim olan Hizbullah’ın kararıyla Sünnilerin silah taşıması bile yasaklandı. Ama ne hikmetse İran, Hizbullah ve Şiîlik davası hep anti(!) emperyalist bilindi.

Gerek Afganistan’ın ve gerekse Irak’ın işgali operasyonlarında, direnen Müslümanlara karşı Amerika’ya yardım eden İran, özellikle Irak’ta kurdurduğu Bedir Tugayları gibi fantastik isimler taşıyan münafık çeteleriyle Amerikan askerlerinin emrinde savaşarak, Müslüman kanı döküp Müslüman namusu kirletmekten geri kalmadı. Sonrasında Suriye iç savaşı hengamesinde şahitlik etmekte olduğumuz, İran’a sempati ve hayranlık duymakta çok ileri giden ahmaklara bile dillerini yutturacak derece hainlikte ileri giden İran’ın Amerika sayesinde nasıl tarihi Pers İmparatorluğu’nu canlandırmaya çalıştığını göremeyenin gözü kör değilse kalbi kördür.

Ekim Devriminin lideri Lenin, I. Dünya Savaşında Alman sosyal demokratlarının Rus çarlığına karşı savaşı doğru bulup desteklemelerini protesto eder. Prensip olarak geri kabul edilen rejime karşı savaşmak onlara mantıklı gelmişti. Halbuki kendisi Almanya’ya karşı savaş sürerken çarlığı yıktı. Doğru siyaseti ta o demlerde inşa eden Lenin’in halefleri, Hitler İngilizlerle savaşırken Almanya ile anlaşmaktan çekinmemiş, Almanya anlaşmayı bozup Sovyetler’e saldırınca da önündeki düşmana karşı emperyalist ve kapitalist Amerika’yla el ele Almanya’yı ezmiş ve dünyayı paylaşmıştı. Herkes kendi emperyal davası peşinde olunca siyaseti de ona göre makul olur. Kendi emperyal davası adına dostunu ve düşmanını seçmesini çok iyi bilen İran da devrimden beri dünyanın güçlü devletleriyle menfaati kesiştiği sürece iş birliği yapmaktan çekinmeyerek bugünlere geldi. Devrim hengamesinden beri Ruslarla yakın ilişki içinde olan İran, Pers dehasını sergileyerek yakın düşmanları olan Saddam’ın ve Taliban rejiminin Amerika tarafından yok edilmesine alenen yardım etmekten çekinmedi ve boşalan sahalara sarkarak emperyal siyasetini yürüttü. Bir taraftan İsrail’e karşı sahte tehdidler savurup diğer taraftan İsrail’e gerçekten düşman olan rejimlerin ve teşkilatların ezilmesi operasyonlarında Amerika’ya yardım eden İran, adı konulmamış bir iş birliği ekseninde Horasan’dan Akdeniz’e kadar hakimiyet alanını yaymayı başardı.

Öte yandan Batılı emperyalist ülkelerin İran’a nereye kadar izin verip nerede dur diyeceği, İran’ın heveslerinin nerede tükeneceği gerçeğiyle doğru orantılıdır. Global sermayenin Çin’e taşınması, Avrupa Birliği’ni terk eden İngiltere’nin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’ya bıraktığı eski hakimiyet bölgelerine geri dönmek için harekete geçmesi ve Amerika’nın buna vereceği cevap içinde İran’ın konumunun ne olacağı konuşulabilir. Yemen’i karıştıran İran’ın çizmeyi aşıp aşmadığı sorusu da bunların içindedir. Çin’e yatırım yapan global sermayenin kurmak istediği ağda yer tutan İran, bu ağda yer alan Rusya ve Çin’in yanında en zayıf halkadır. Amerika eğer küresel sermayeye karşı sabotaj yapacaksa, İran’ı hedef alması kaçınılmaz olabilir. O zaman İran fillerin savaşında ezilme riski altında demektir.

Büyük güçlerin çatışmasının ortasında kalma riskini dışarda bırakarak devam edelim. Bugüne kadar kendi adına şahane siyasetiyle iyi giden İran’ın Müslüman denizi ortasında yeni bir Pers İmparatorluğu yahut Fatımi halifeliği beklentisi, Şiîliğin ve İran halkının bunu kaldıracak kudrete sahip olmaması ve en çok da Osmanlı mirasçısı Türkiye’nin geri dönüş çabasıyla toslaşmaya mahkum olmasından dolayı sakattır. Türkiye’yi dışarda iyi siyasetle bağımsızlaştırmaya ve güçler dengesinde yer sahibi kılmaya çalışan başkan Erdoğan, İran nazarında yakın rakip olarak en büyük tehdiddir. İran sokaklarına gider gezerseniz İran’daki Erdoğan nefretine de bizzat şahit olursunuz.

Emperyalist boyunduruktan kurtulmaya çalışan Türkiye’nin emperyal siyaset izlemekten başka yolu olmadığı açıktır. Sınırlarını korumak için sınır dışına çıkan ve büyük devletler arasındaki ihtilaflardan faydalanarak sağlam adımlar atan Türkiye, artık bu yoldan geri dönemez. Diğer taraftan, Müslümanları öldürürken ciddi kayıplara uğramış olan İran’ın henüz gerçekleşmemiş imparatorluk hayaline kendini çok yakın hissettiği bu demlerde pişman olup geri çekilmesini beklemek de safdillik olur. Bu durumda İslâm coğrafyasının tam ortasında bölgesel iki gücün yani İran ve Türkiye’nin hakimiyet mücadelesi yahut paylaşım anlaşması yapmasından daha makul sonuç beklenemez. “Su akarken testini doldur” demişler. Hadiselerin sürekli hız kazandığı bu demlerde Amerika’nın İran’a vurarak İran halkıyla rejimini bilerek kenetlenmeye sevk ettiği veya eli kanlı Amerika’nın yeni bir zulüm sayfası açtığı gibi iddiaları dillendirerek zaman harcamak kimseye bir şey kazandırmaz. Herkes olup bitenlere bu gözle bakmalı ve hesabını ona göre yapmalıdır.


Baran Dergisi 679. Sayı