Amerika, Irak’ta, İran ve Şiî iktidar ile işbirliği yapıyor; istihbarat alıyor ve aldığı istihbarata göre de, bölgede Şiî mezalimine karşı savaşan Sünnîleri havadan bombalıyor. Bu işi yaparken de, IŞİD’i vuruyorum diye lanse ederek, yaptığı katliamı meşru(!)laştırıyor. Bir diğer yandan da Şiîleri Ehl-i Sünnet’e karşı kışkırtarak, yarın Şiîleri vuracak olursa, kimsenin karşı çıkmamasının da alt yapısını hazırlamış oluyor.
Amerika, Yemen’de, Arablarla işbirliği yapıyor; istihbarat veriyor ve Arab Koalisyonu da Şiî Husileri havadan bombalıyor.
Amerika, Suriye’de, Esad ile işbirliği yapıyor; IŞİD’i bahane ederek Esad’ı devirmesi muhtemel olan Sünnî mücahidlerin silâhlanmasına mani oluyor ve böylelikle de Esad’ın koltuğunda kalmasını sağlıyor. Ayrıca Avrupa, içindeki “cihadçı” gençleri burada ölüme göndererek onlardan kendince kurtuluyor. Ölmeyenleri de fişliyor ki, fırsat geçti mi katledebilsin.
Amerika, Mısır’da, Sisi ile işbirliği yapıyor; demokratik yollarla iktidara gelmiş iktidarı, ordu ile işbirliği yaparak askerî darbe ile deviriyor ve Mısır’ın Batı karşıtı bir çizgide durarak İsrail’e tehdit unsuru olmasına müsaade etmiyor.
İsrail, Amerika’nın İran ile olan nükleer müzakerelerinden her ne kadar hoşnutsuzsa da, IŞİD dolayısıyla Amerika ile ittifak içinde.
Türkiye, Mısır’daki darbe iktidarını kabul etmiyor; fakat Yemen’de İran’a yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonda, Suudî Arabistan dolayısıyla Mısır ile bir safta duruyor.
İran, Türkiye ile bilhassa ticarî bakımdan birçok faaliyet gerçekleştiriyorsa da, Yemen ve Suriye özelinde karşı karşıya geliyor. Türkiye-Amerika, Türkiye-İsrail denklemindeyse, İran kayıtsız şartsız Amerika ve İsrail’in yanında durmayı sürdürüyor.
Türkiye, Suriye’de, Esad rejimine karşı Sünnîlerle ittifak hâlinde. Irak’ta, Amerika, Şiî iktidar ve İran ile beraber IŞİD’e karşı kurulan koalisyonu destekliyor. Bu arada İsrail ile Türkiye’nin arası da bozuk.
*
Aynı bölgede kurulan saydığımız ve saymadığımız çeşitli denklemler içinde yer bulmayı başaran; Rusya, İngiltere, Fransa,  Almanya, Çin, Kürdistan, Pakistan, Fas, Tunus, Libya, Somali, Sudan, Afganistan, Arab Emirlikleri ve diğerlerinin arasındaki işbirliği ve çatışma permütasyonlarına ise hiç girmeyelim.
Bilhassa “Soğuk Savaş” döneminde, çeşitli dünya görüşlerinin “karşı oluş” üzerinden kendilerini izah etmek ve taraf olmak adına kullandıkları anti-emperyalist söylem ve anti-emperyalizm paradigması, bugün, baştan aşağı iflâs etmiştir. Kendisini “karşı olmak” üzerinden izah etmenin doğurduğu muhakeme sakatlıkları bir yana, karşı olunan şeyin ne olduğunun jenisi-özü de elden kaçıp gitmiştir. Hiçbir antitez, zıddı olduğu tez olmaksızın kendi başına var değildir ve globalizmin sebeb olduğu çatışma ve işbirliği paradigması, bugün hâkim olan ve tabandan tavana her kesimin ağzına sakız olmuş “antitezlerle/karşı oluşlarla” izah edilmekten varestedir.
Bir dönemin kapanmasının şartlarından biri, tabiî olarak yeni bir dönemin açılmasıdır ve kapanan “anti tezler” döneminin ardından açılan yeni dönemin adı da; “tezlerin tezi” dönemidir. Bütün zıtlıkların bir bütünün giriftliği içinde buluştuğu ve karıştığı zamanımızda, zıtlıkların tersinden birbirine kavuştuğu giriftlikte kendi başına var olmak, ancak “Mutlak Fikir”e muhatab “bütün fikir”le, İslâm’a Muhatab Anlayış ile mümkündür.
Anti-tezler döneminin kapanması derken kast ettiğimiz mânânın, iki zıt kutup arasında muvazene kurulmasıyla alâkalı olmadığı, yalnızca bütün varlığını “karşı oluş”tan bulan ve kendi başına kaldığında hiçbir mesele hakkında tek kelime etmekten aciz kalanları kast ettiğimiz anlaşılıyordur umarız. İbda mimarı’nın “silahlar sustuğu zaman ne olacak?” sorusu ile kastettiği vaziyet…
Öncelikle “karşı oluş”un geçerli olduğu dönemden kalma muhakeme sakatlıklarına değinerek başlayalım ve ardından en başta emperyalizm kavramını yeniden tarif etmek suretiyle ne ile karşı karşıya olduğumuzu açık bir şekilde görüp, tarafımız olan “tezler tezi” ile devam edelim.
SAKAT MUHAKEME
“Kültür Davamız”, İbda Külliyâtı’nın merkezî hüviyetini oluşturan baş eserlerden birisidir. Bu kitabın birinci levhası olan “Sakat Muhakeme” ile alâkalı olarak burada bazı hususları dile getirecek olsak da, ilgilisine bu kaynak eseri işaret edip, devam edelim. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş dönemi ve hemen akabinde bir süreliğine sahneye konan Amerika Kutuplu Yeni Dünya Düzeni ve bu düzenden doğan emperyalist, kapitalist ve globalist zihniyet, bütün dünyadaki kültürleri soysuzlaştırdı.
 Kültürün soysuzlaştığı yerde sağlıklı bir anlayış, zihniyet ve idrakten ve dolayısıyla ahlâktan bahsedilmeyeceği için, üzerinden kendi tanımlamamızı yaptığımız ve tarafımızı belirlememizin kriteri hâline gelen “anti” söylemi, bizim de dâhil olduğumuz “Üçüncü dünya toplumları”nın içine yerleşti ve acziyet ifâdesi olacağı yerde, bir süre sonra seçkin(!)lik alâmeti hâline geldi.
Dolayısıyla, bugün “karşı olmak” üzerinden kendini tanımlamanın ve “karşı oluş” paradigmasının baştanbaşa iflâs etmesiyle açılan “tezler tezi” döneminin dairesi içine girebilmek, yâni zamanın ruhunu yakalayabilmek için birinci şartın, muhakeme sakatlıklarının giderilmesi olduğunu düşünüyoruz. Öyleyse muhakeme sakatlıklarını kısa kısa da olsa değerlendirelim ve ardından da, en azından emperyalizm kavramını yeni şartlara göre yeniden tanımlayarak ufkumuzu genişletelim.
a-Zıddını Düşünmek
Bugün ülkemizde de yaygın bir şekilde misâllerine şahitlik ettiğimiz bir muhakeme sakatlığıdır, zıddını düşünmek. Kısaca tanımlamak gerekirse; “meselelere yaklaşırken öncelikle üzerinde durulması gereken husus, doğrunun ne olduğunu bilmeden zıt düşüncenin tersini söyleyerek bizim açımızdan doğruya varılmayacağını anlamaktır.
Bu muhakeme sakatlığına, bugün Türkiye’deki muhalifleri misâl gösterebiliriz; iktidarın ne dediğine bakmadan sürekli olarak ona karşı çıkmak üzerinden doğruya varılabileceğini zannedenler var. Hattâ bu vaziyet, “o ne diyorsa mutlaka tersi doğrudur” diye klişe hâline bile gelmiştir.
Türkiye’deki müzmin muhalefet, “zıddını düşünmek” hatasının neticelerini de en kesin bir şekilde resmetmektedir herhâlde…
Yazımızın girişinde çizdiğimiz manzaradaki bütün zıtlıkların birbirinin çelici hâline baktığımızda, bu muhakeme sakatlığına düşerek hiçbir şey elde edilmeyeceği, herhangi bir meselede taraf bile olunamayacağı anlaşılıyordur herhâlde.
b- Karşı Yanlış
Muhakeme sakatlıklarından bir diğeri olan “karşı yanlış”, kültürümüzün soysuzlaşmasının müsebbibleri arasında yer aldığı gibi, aynı zamanda neticesidir de... Kısaca tanımlayacak olursak; “karşı düşüncenin hak ve hakikat olarak kabul ettiklerinin ‘bizce’ yerini ve değerini anlamaksızın, onu kendine yamamaya veya ona yamanmaya yeltenen, zıddını düşünme örneğinin tersi; karşı yanlış…
Bugün iktidarın kullandığı üst dilin altında kalıp, zıddını düşünmek yanlışına düşmeyen geniş bir kesimin içine düştüğü muhakeme sakatlıklarından biri de “karşı yanlış”tır. İktidarın kullandığı argümanları kendisine yamayan veya iktidara kendisini yamayan; kayıtsız, şartsız, kritersiz, ölçütsüz yandaşlık sakatlığı bu yanlıştan doğmaktadır.
Bir diğer misâl:
Türkiye’deki rejimin dinamikleri, “karşı yanlış”ın başlı başına heykelleşmiş hâlidir. Muasır medeniyet seviyesi olarak kabul ettiği Batı’nın tüm hak ve hakikatlerinin dinimiz, milletimiz, tarihimiz ve şahsiyetimiz açısından bizce yerine ve anlamına bakmaksızın getirip dayatan rejim ve bu rejimin yetiştirdikleri hakkında ne söylenebilir ki? Benzer bir durumun bugün İslâm Âlemi’nin birçok köşesinde ayniyle vaki olduğunu söylemeye ne hacet?
c- Donma ve Alışkanlık
Beşerî hayâta baktığımızda en dikkat çekici hususiyet, herhâlde sürekli tekâmüldür. Üstad Necib Fazıl’ın “Sakarya Destanı”nda geçtiği üzere; “her şey akar, su, yıldız, insan ve fikir”.
Ruh, devamlılığın, yeniliğin temsilcisi; akıl ise donmanın… İbda Hikemiyâtı’nda sıkça geçtiği üzere insan memuriyeti, mutlak fikir ölçüleri çerçevesinde zıt kutupların üstün muvazenesini kurmaktır.
Zaman mefhumunun “her ân yeniden yaradılış” sırrına ermeksizin, eşya ve hadiseleri aklın esaslarına mahkûm etme gayretinden doğan donma ve alışkanlık, zaman ve mekân dışı “Mutlak” ölçülerin tatbiki ve devamlılığında makbul, onun haricindeki zamana ve mekâna ait olan her şeyde, yâni “Halk Âlemi”nden ibaret olanda menfîlik belirten bir dava… Muhafazakârlık ve fikirsiz fikircilik, donma ve alışkanlıktan doğan ruhî hâllerden.
Muhafazakârlık:
“Kültür Davamız” adlı esere sadık kalacak olursak, üç başlık altında değerlendirilmeli:
“Birincisi… Bir toplumdaki sosyal-siyasî (liberal-sosyalist-muhafazakârlık) grublama içinde, ne olursa olsun değişimlere direnen ve her yeni durumda “mevcutta, statükoda” kalan.
İkincisi… Aynı düşünce içinde, değişimler karşısında tekâmülcü ve ihtilâl-inkılâbcıya karşı mevcutçu kafa.
Üçüncüsü… Bağlı olunan düşünce ve hayât tarzında tavizsizlik.”
Bizim toplumumuz özelinde değerlendirecek olursak, saydığımız muhafazakârlık çeşitleri içinde birincinin içindeyiz. Tekâmülü bir basamak gibi niteleyecek olursak; çıkılan her basamak, bir sonraki basamağa çıkacak çap ve liyakatte olmayanlar için vazgeçilmezdir ve nihaî menzildir. Dolayısıyla, üzerinde bulunduğumuz basamaktan ibaret varlığı olanların muhafazakâr olması ve tekâmülün önünde durması kaçınılmazdır.
Bizim toplumumuz için konuşmaya devam edecek olursak; ihtilâl-inkılâbçıya karşı mevcutçu kafa olabileceği gibi, bir de ihtilâl ve inkılâbı sürekli “kırıp dökme” sanan çapsızların düştüğü vaziyet vardır ki, elinde çekiç olanın önündeki her şeye çivi muamelesi yapmasına benzer, bilhassa siyasî hareketler içinde son derece yaygın bir ruh hâlidir.
Fikirsiz Fikircilik:
Bir diğer muhakeme sakatlığımızın kaynağı ise, mâliki olunmayan mânânın mâlikiymiş gibi görünme hastalığı olan “fikirsiz fikircilik”. Bilhassa bugün sosyal medya platformları vesilesiyle herkes, bilip bilmediği, üzerine düşünüp düşünmediği muallâk mânânın “mâliki” halinde sanal meydanlarda salınıyor.
Her mesele hakkında kulaktan dolma malûmatla aydın geçinenlerimiz de malûm. Fikir soylularına ait fikir çilesi ve fikir haysiyeti gibi tanımlamalara ne kadar da yabancıyız. Aydın/entelektüel geçinen sınıfın da bu tanımlamalara bakarak hissesine alacağı pay vardır muhakkak.
Fikirsiz fikircilik, sakat muhakemenin sebebi olduğu gibi, aynı zamanda zıddını düşünmek, karşı yanlış, donma ve alışkanlığın neticesidir de bir yerde.
MUHAKEME VE DİL
Zamanın ruhunu yakalamak kaygısı duyan kimsenin, yazımızın başında verdiğimiz tabloya bakıldığında görüldüğü üzere, artık kimi tezlerin zıtlığına bakarak kendisini tanımlayamayacağı ve zıtlıklar dolayısıyla herhangi bir taraf olamayacağı anlaşılıyordur herhâlde. Kendini kendin olarak tanımlama, bir şahsiyet hâline gelme, kendi başına var olabilme noktasında, yaşadığımız sıkıntının kaynağından yer alan muhakeme sakatlıklarını kısaca da olsa ele aldığımıza göre, devam edelim.
Evet, her şey akıyor, buna mukabil bir tek insanoğlu, bu akış karşısında direnmeye, eşya ve hâdiseleri de kendisiyle beraber donuklaştırmaya çalışıyor. Akışın şimdiki zamanını gösteren konjonktüre bakacak olursak; geçen seneler boyunca içi boşaltılarak koflaştırılan ve bu koflaşmadan dolayı da maksada hizmet etmeyen mefhumların bir bir yeniden tanımlanması ve içinin doldurulması gerektiğini düşünüyoruz. Büyük Doğu-İbda, yeni bir dünya görüşü olduğu gibi, “her dünya görüşü yeni bir dildir ve dili belirler” ölçüsüne göre aslında tüm kavramları baştan ele alarak yeniden anlamlandıran, koflaşan mefhumların içini yeniden dolduran bir fikir örgüsüdür. Buradan “dil”in fikir planındaki ehemmiyeti de anlaşılıyordur herhâlde; insan suretler üzerinden düşünür ve dil, düşüncenin suretidir.
Dolayısıyla bugün muhatabı olduğumuz her kelimenin yeniden içinin doldurulması ve kavramların, kelimenin harflerin toplamından daha fazla bir şey olmasından mülhem, kelimelere yüklenen yeni mânâlarla hayat bulduğunun anlaşılması son derece ehemmiyetlidir. Hem bahsettiğimiz durumun ehemmiyetini göstermek üzere, hem de bizim “tezler” devri dediğimiz devre de buradan bir giriş yapmış olmak için, son zamanlarda içi iyiden iyiye boşaltılmış ve neredeyse hiçbir mânâsı kalmamış olan emperyalizm mefhumunu tanımlayarak başlayalım.
Emperyalizm
Her şey akarken, bu âleme bakan mefhumların mânâlarının da değişmez kalması söz konusu olmaz elbet. Şimdi yukarıda bahsettiklerimizi izah etmemize yardımcı olmak üzere “emperyalizm” mefhumunun, mânâ bakımından tarihî seyrine şöyle bir göz atalım:
Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya milletin başka devlet veya milletler üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışmasıdır. Etkileyen devlet, etkilenen devletin kaynaklarından istifade etme, sömürme hakkına sahiptir.
Diktatörlük gücü, merkezî hükümet, keyfî yönetim metotları anlamına gelmektedir. Bu kullanımının dışında Fransa’da 1830’larda Napolyon imparatorluğuna hayranlık duyanları nitelemek için, 1848’den sonra ise III. Napolyon’un kötü yönetimini ifade etmek için kullanılmıştır. Emperyalizm mefhumunun kullanımı 1870’lerde İngiltere’de yaygınlaşmıştır.
“Collier's Encyclopedia” emperyalizm tarihini üç büyük devreye ayırmaktadır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve imparatorlukların genişlemesi ile ilgili olan devredir. İkincisi, coğrafî keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden emperyalizmdir -eski emperyalizm olarak adlandırılmaktadır. Üçüncüsü de yeni emperyalizmdir ve yaklaşık 1880’lerde başlamış ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına, Asya ve Afrika’nın paylaşılmasına yol açmıştır.
Muhafazakâr teoriye göre emperyalizm: 1870'li yıllarda İngiltere'de Başbakan Benjamin Disraeli’nin sömürge imparatorluğunu güçlendirme ve genişletme politikalarını tanımlamak için emperyalizm kavramına başvurulmuştur. Böylece emperyalizm, sömürgecilikle eş anlamda kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yaklaşıma göre emperyalizm, gelişmiş ülkelerde mevcut durumun muhafaza edilmesi için bir gereklilik ve hak olarak görülür.
Marksist teoriye göre emperyalizm: 1900’lerle birlikte, Rudolph Hilferding, V. I. Lenin ve Nikolai Bukharin basit sömürgecilik yerine ekonomik nüfuzun daha karmaşık şekillerine dikkat çekmişler; pazarların, arz kaynaklarının ve yatırım yollarının hâkimiyet altına alınması ile ilgilenmişlerdir. Pierre Jalée emperyalizmi “milletlerarası iş bölümünde, ticarette ve sermaye hareketinde belirli ilişkileri vurgulayan ekonomik bir fenomen” olarak; Richard D. Wolffbir ekonominin diğer ekonomi üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı” olarak; Paul M. Sweezy, Lenin’i müteakiben, “dünya ekonomisinin gelişiminin bir basamağı” olarak; Richard C. Edwards, Michael Reich ve Thomas E. Weisskopf ise “kapitalizmin milletlerarası hâli” olarak tanımlamaktadırlar.
İçtimâî-psikolojik teoriye göre emperyalizm: Joseph Alois Schumpeter geniş bir yorumla emperyalizmin kapitalizmden önce var olduğunu ve kapitalizm ve emperyalizm arasında bir ilişkinin bulunmadığını savunmuştur. Bu yaklaşıma göre, savunma gereksiniminin bir gerekliliği olan savaşçı sınıfın varlığını sürdürebilmesinin bir sonucu olarak emperyalizm ortaya çıkar. Michael Barrant Brown’a göre emperyalizm “ekonomik yönden az gelişmiş ülkelerin gelişmiş olanlara tâbi olmasını sağlayan ekonomik, siyasî ve askerî münasebetleri ifâde eder. Emperyalizm, dünya ekonomisindeki eşitsiz münasebetler sistemini tanımlayan en uygun kelimedir”.
Diğer teorilere göre emperyalizm: Emperyalizmin siyasî boyutunu vurgulayan yazarlar farklı tanımlamalarda bulunurlar. Hans Neisser emperyalizmi “bir milletin doğal sınırlarının ötesindeki nüfusu kendi siyasî yönetimi altına almak amacıyla bu sınırların ötesinde bir imparatorluk kurma süreci” olarak tanımlar.
Diğer yazarlar ise emperyalizm terimini askerî veya diplomatik baskı ve ekonomik nüfuz gibi dolaylı mekanizmaları da dikkate alarak genişletmektedirler; örneğin George H. Nadel ve Perry Curtis emperyalizmi; “hâkimiyetin veya kontrolün dolaylı veya dolaysız şekilde genişletilmesi” olarak tanımlarlar.
*
Dünyada iktisadî, siyasî, askerî ve kültürel değişimlerle beraber, emperyalizm mefhumunun karşılıklarının da değiştiğini yukarıdaki tabloya bakarak görmekteyiz.
Antitezler bakımından meseleye yaklaşacak olursak, yalnız yukarıda yaptığımız emperyalizm tariflerine göre bile onlarca “anti-emperyalist” çeşidi olması gerekir ki, fikirsiz fikirciliğin bu denli yaygın olduğu zamanımızda emperyalizmin kelime anlamını Amerika zanneden birçok “anti-emperyalist” için ne söylenebilir? Her hâlükârda, “anti-emperyalizm”den kast edilenin bir devlet veya milletin, diğer devlet veya milletleri iktisadî, siyasî ve askerî menfaatleri gereği sömürmesine karşı olmak şeklinde değerlendirecek olursak; bu sefer de hemen karşımıza “nasıl” suali çıkacaktır. İbda Hikemiyatı’nda geçtiği üzere; “haddini aşan, zıddına döner” Tek başına bir tezin zıddını savunmak suretiyle “nasıl” o teze karşı çıkılabileceği tartışması da bir süre sonra kısır bir paradoksa dönüşerek, “tez”i tersinden beri yaşatan faktör olarak, “tez” ile, yâni mesele anti-emperyalizm ise emperyalizm ile bir safta buluşmak zorunda kalacaktır. Yâni, bir anlamda ifrata kaçmış zıtların bir noktada buluşması gerçekleşecektir ki, bunun fikir haysiyetiyle yahut fikir namuskârlığıyla bağdaşır bir yanı yoktur.
Şimdi, biz de bugünün emperyalizm teorisine bir tanımlama yapalım: Emperyalizm; ekonomik, siyasî ve askerî gücüne bakarak kendisini tanrı addeden bir grub sapkının, ellerindeki imkânları kullanarak, dünyanın geri kalan tamamını, hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmamak kaydıyla, dilediği gibi yönetme ve sömürme arzusudur. Batı’da Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamış, Hümanizm (Tanrı değil, insan merkezli anlayış) ile ruhunu bulmuş, materyalizm ve sekülerizm ile ete kemiğe bürünmüş, Darwinizm ile gerekçelerine kavuşmuş “yeryüzü tanrısı” olma temayülüdür.  
Yapmış olduğumuz emperyalizm tanımına göre, kendisini anti-emperyalist olarak tanımlayanların durumu da, bugünün dünyasında da görüldüğü gibi, güç tanrı(!)larının kulları mesabesindedir.
Muhakeme sakatlıklarından, bilhassa “zıddını düşünmek” hatasına düşmenin kişiyi yahut cemiyetleri düşürdüğü trajikomik vaziyet ne de acı, değil mi?
NETİCEDE...
İbda Hikemiyatında geçtiği üzere, Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri buyuruyorlar ki “Bir ilmin butlanı (yanlışlığı) ancak onu müntehasında (son aramasında) belli olur.”
Batı’nın tesis ettiği ve muasır medeniyet seviyesi diye dayattığı yanlışlık, bugün daha net bir şekilde gözümüzün önünde değil mi? Bugün idrak ettiğimiz dünyayı baştan sona fotoğraflasak ve bu fotoğrafların içinden rastgele kareler çeksek, her baktığımız karede buhranı, ucuzluğu, suniliği, zevksizliği, ahlâksızlığı, barbarlığı, zulmü, çaresizliği, vahşi rekabeti ve kötü ahlâkı meydana getiren bütün unsurları tek tek görebiliriz.
Geldiğimiz noktada etrafımıza baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: -izm’lerin, tezlerin ve anti-tezlerin çöktüğü, kendini tanrı addeden güçlerin dünyanın geri kalanını figüran gibi oynattığı senaryonun birbirine girdiği, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, at izinin it izine karıştığı ve her şeyin birbirine katıştığı bir manzara resmi. Tıpkı Rönesans ressamlarının çizdiği o iç içe geçmiş ilişkiler yumağı resimler gibi.
İbda Hikemiyatı’nda geçtiği üzere: “Kendini tarif eden bir hakikat hâlinde beliren kemmî ve keyfî mânâların bir isim ve sıfat iktisab etmesi hâdisesi, ister inanç şeklinde çok veya tek tanrılı dinlere mevzû olsun, ister sistem çapında ve kategoriler hâlinde fikir ve ilim kisvesi içinde ifâde edilsin, neticede mevzularına dair bir “umumî biliş” ifâde ederler. Bunlar, şöyle veya böyle, insanın düşünme faaliyetinin neticesinde zuhur etmiştir; ve “Mutlak Fikrin Gerekliliği” meselesi önünde, her biri, mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malûldur. “Allah’ı bilmek” bahsinde işaretlediklerimiz, mefhum hâlindeki kategorilerin küllü anlamındaki “sistem”in “birlik” anlayışının hakikatini temsil eder; tek tanrı yahut şu veya bu çaptaki sistemlerin eleştirisi de, temelde orada. “Birlik”, aslı gösteren teferruat hikmeti gereği –nitelemeler gereği– ayrı ayrı olsa da, bir “umumî biliş”tir. Ve şu meseleye de dikkat çekelim ki, beşerî sistemlerin her biri, İslâm’ın önünde, hesaba çekilmesi ve İslâm’a göre doldurulması gereken kategoriler hükmündedir.
Tezler, anti-tezler, -izm’ler topyekûn iflâs ettiğine göre, isteseniz de istemeseniz de, “mukadder oluş” gereği “tezler tezi İslâm”ın, Büyük Doğu-İbda’nın Çağı başlamıştır. İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansında dediği üzere:
- “Şimdi, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulacaksa, biz de diyoruz ki buradan başlasın... 
Baran Dergisi 429. sayı