Bal arıları çalışkan ve akıllı hayvanlar olarak bilinir. Kurmuş oldukları sistem ve disiplinli çalışmaları hayranlık vericidir. Her kovanda bir ana arı, üç yüz kadar erkek arı ve 60-70 bin işçi arı bulunur. Anaarı ve erkek arılar üreme, işçi arılar kovanın imarı, beslenmesi ve temizliğinden sorumludur. İşçi arılar arasındaki iş bölümünde katî liyakat kuralları vardır. İşçi arı doğduktan sonraki;

0-3. günde, petek gözlerinin temizliği,
4-6 günde, yaşlı larvaların bal ve polenle beslenmesi,
7-12 günde, genç larvaların arı sütü ile beslenmesi,
13-18 günde, balmumu salgılanması ve petek örülmesi,
19-21 günde, kovanın savunması, havalandırılması, temizliği, nektarın olgunlaştırılması, polenin peteğe depolanması,
22. günden sonra ömürlerinin sonuna kadar nektar, polen ve su toplama gibi işlerin yapılmasında görev alırlar.

Anaarı, petek gözlerine bırakılmış bulunan yumurtanın, işçi arı olacak larvaya göre daha sık ve daha zengin gıda ile özel beslenmesi sonucunda, yumurtadan yetişkinliğe 16 günde ulaşır. Daha sonra erişkin anaarılar, içlerinden yalnızca bir tanesi kovanda kalıncaya değin kıyasıya dövüşürler. Bu yeni anaarı kovanın eski anaarısına saldırır. O da yeni bir koloni kurmak üzere bir sürüyle birlikte kovanı terk eder. Buna arıcılıkta oğul verme denir. Bu şekilde arı kolonisi ikiye bölünmüş olur. Arı kolonilerinin her birinde sadece bir anaarı bulunur ve bu anaarı diğer dişilere göre daha büyüktür. Temel görevi ise yumurtlamaktır. Üreme sadece anaarı vasıtasıyla olur, onun dışında diğer işçi arılar erkeklerle çiftleşemezler. Anaarı, yumurtlamadan başka, koloninin bütünlüğünü ve kovandaki sistemin işleyişini sağlayan önemli maddeler de salgılar. Bu salgılar işçi arıların üzerine yapışır ve anaarının kodunu içerdiğinden kovana gelen yabancı arılar hemen tanınır ve dışarı atılır.

Böylesi mükemmel bir sistemde yeterli besin kaynağı olduğu takdirde kovanların bal ile dolup taşması beklenir. Oysa durum böyle değildir. Bazı kovanlar bal ile dolup taşarken bazı kovanlarda çok az bal bulunur. Aynı arıcıya ait bazı kovanlar 150 kg bal verirken, kimisi 100 kg, kimi 60 kg, kimide 10 kg, bir kısmı da hiç bal vermemektedir.

Bilim adamları bu duruma uzun süre tatmin edici bir cevap verememiş olmakla birlikte son yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde durum anlaşılmıştır. Bir arılıkta 100 kovan olduğunu ve kovanlardan 35 tanesi ortalama 80-100 kg bal verirken kalan 60 kovanın ortalama 15 kg bal verdiğini varsayalım. Bal verimi yüksek olan kovanlardaki arılar harıl harıl çalışıp üzerlerinde hiçbir hastalık etkenine rastlanmamış. Düşük verimli kovanlarda ise bir kısım arı çalışırken çoğunluğun uyuşuk bir vaziyette kovan içine ya da dışına saklanıp kaytardığı görülmüş. Bu arılara yakından bakıldığında üzerlerinde bol miktarda parazit ve hastalık etkeni barındırdığı gözlenmiş.

Bu gözlem sonucunda kimya sektörü, hastalıklı arıları atmak yerine, parazit ilaçları ve anti mikrobiyal ilaçlarla sorunu çözmeye girişerek, yaklaşık 7 milyar dolarlık bir ilaç pazarı oluşturdu. İlk yıllarda etkili olsa da, sorun giderek büyüdü; haliyle ilaçların pazar hacmi de bu büyümeden payını aldı.

Arı doğal ortamda gezerken üzerine çok sayıda parazit ve mikrobun bulaşması normaldir. Kovana gelen arının üzerindeki bulaşıkları temizleme işini, kovanın temizliğinden sorumlu bakıcı arılar yapmaktadır. Bakıcı arılar çalışkan ve titiz ise kovan sağlıklı ve verimli, tembel ise kovan hastalıklı ve verimsiz olur. Pekâlâ, bakıcı arıların çalışkanlığı ya da tembelliğini belirleyen şey ne?

Cevap kısaca: “İnsanın cehaleti ve kazanç hırsı” denilebilir. Kovanların bölünerek çoğaltılması işi yapılırken verimli kovanlar belirlenir ve o kovandan alınan bir kısım arı başka bir kovana konulur. Verimli kovanda üreyen anaarılardan birisi alınarak bölünen kovan içine yerleştirilir ve yeni bir koloni kurulmuş olur. Çok akıllıca gibi görünse de akıl her zaman olduğu gibi Sünnetullaha yenik düşer. Çünkü kovanda üreyen anaarılar, kendi aralarında yapmaları gereken doğal seçimi gerçekleştirmeden, insan eliyle yeni kovana anaarı olarak atanmışlardır. Oysa bu anaarılar kendi aralarında kavgalarını edip seçilseydi kovanımız bir adet çoğalacaktı. İlk aşamada kovanlarımız istediğimiz sayıda çoğalmayacaktı. Fakat bileğinin hakkıyla seçilen anaarımızdan üreyecek sağlıklı ve yüksek verimli bir kolonimiz olacaktı. Bu tip arılara, KILIÇ ARI denir; suyu serttir, hakkını arar, kovanını temiz tutar, çalışkandır ve gelecek nesillerin teminatıdır.

Sonuçta sağlıklı kovanları da tehdit eden 10-15 sorunlu kovanımız olacağına, bir adet sağlıklı kovanla 10-15 kovandan alacağımız verimi elde edecek, hastalık tehdidinden uzaklaşarak arının tamamının yok olması riskinden kurtulacaktık. Uzun vadede elde edeceğimiz kovanlarımızın tamamı sağlıklı ve yüksek verimli olacaktı. Ayrıca daha az iş gücü ile hiç kimyasal kullanmadan sağlıklı bal elde etmiş olacaktık.

Arıcılık sektöründe yaşanan sıkıntı özetle budur. Cehalet, “bilimsel cehalet” ile birleşerek insanlığa bal yerine zehir yedirirken, arıcılar 7 milyar dolarlık pazara hâkim olan ilaç çetelerinin kölesi durumundadır.

Yazının girizgâhının bu kadar uzamış olması benimde hoşuma gitmemekle birlikte vakanın anlaşılması için ayrıntı verme ihtiyacı duydum. Aslında mesajı da girizgâhla vermiş oldum. Geçenlerde katıldığım bir konferansta edindiğim bu bilgiler, memleketin içinde bulunduğu duruma çok benzediği için aynen aktarmak istedim.

Son dönemde sıkça rastlar olduğumuz üst düzey devlet görevlisi atamalarından sonra;

-Aaa! Ben aslında falanca bakanlığa ya da filanca müsteşarlığa atama bekliyordum, büyüğümüz böyle uygun görmüş!

Laflarını sıkça duyar olduk. Bunun sebebi; “bize yakın olan, falanca seçkin ailenin çocuğu yurt dışında eğitim almış onu bakan yapalım, bunu genel müdür, şunu da danışman yapalım” şeklindeki yaklaşımlardır. Bugün marka üniversitelerde eğitim almak parayla alakalı bir husus haline gelmiştir. Önemli olan diplomanın sahibidir. Adamın ailesi zengin, babası başarılı olabilir. Aynı özellikler çocukta var mı bakalım? Çocuk babasından aldığı ivme ile 250 km hızla gidiyor gözükebilir. Durdurup sıfırdan 100 km kaç saniyede çıkıyor ölçtünüz mü?

Şartlar, Suriye ve Libya’da kılıçları çektirmişken, bizi boğmaya çalışan küfrün ekmeğine diplomasi yağı süren, hastalıklı Kemalist-Fetoşist alışkanlık iş başında görünüyor. Başımıza Fetoş gibi bir taş düşmüşken, monşer siyasetinin nereden beslendiği belli. Belli de, bu ısrar neden? İşte onu anlayan beri gelsin.

Kemalist elitlerin merhemi olsa başlarına sürerler. Milletin onlardan nefret etmesinin sebebi hastalıklarını millete nimet diye dayatmalarıdır. Çürüyüp yok olduklarını, viskinin* etkisi ile anlayamamaktadırlar. İstanbul’un monşer imamının acısını viski dindirmeye yetmeyince, çareyi fahiş zamlarda buldu. Yükü omuzlamadan önce “HERŞEY GÜZEL OLUYORDU” hadi bakalım güzellik! Viski şişesinden çıkma vakti.

İncilerinin dökülmesini istemeyen muhafazakâr mamacılar devranın böyle gideceğini, gitmez ise de Kemalistlere yamanmanın hesaplarını yapmaktadırlar. Oysa bu hastalık evvela anaarıyı sonra da bütün kovanı yok eder. Çürüyüp yok olmak istemiyorsak, çare, kovanları hasta arılardan temizleyip, kılıç arılara teslim etmektir. “Yok! Biz illaki emperyalistlerin ilaçları ile idare edeceğiz” diyorsanız keyfiniz bilir. İlaç bitti, olanı da işe yaramıyor. Size iyi ölmeler.

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “Dik durun karşınızda leşler var” dediği mesele budur. Kapitalizm, dışı afili kovanlarını, içindeki hasta arılarla ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bizim, kovanımızı bunlardan ayrı bir yere koyup kılıç arılarımızla “yenidünya nizamımızı” ilan etmekten başka şansımız kalmamıştır.

(*Viski=ateş suyu=batılıların sömürgelerine verdiği kıymetli hediye)


Baran Dergisi 685. Sayı