Türkiye’de her mesele çok çeşitli bakımlardan tartışılabilir fakat Anadolu’nun dinamik bir değişim ve ilerleme-gelişim sürecine girmiş olduğu inkâr edilemez bir hakikat! Tabiî gelişim, değişim, tekâmül derken, Kemalist zevatın kusmuk dolu ağzından çıkan “ilerleme” tekerlemesiyle kast ettiği şeylerden bahsetmiyorum. Hattâ belki de ilk bakışta zannedildiği gibi iktisat, hukuk, fen, edebiyat, kültür ve sanat gibi alanlardaki bir ilerleme de değil kast ettiğim. Tüm bu saymış olduğumuz ve saymadığımız ilerlemeyi inkişaf ettirecek, fâil kuvvetten, yeni bir “psikolocya”dan bahsediyorum.

Bizim insanımız, Osmanlı’nın dağılması ve Kurtuluş Savaşı sürecinde pek çok ferdini kaybetmiş olmanın getirdiği sıkıntı, içinde bulunduğu yokluk ve bunlara ilâveten sistemli bir şekilde uğradığı hakaret, gördüğü aşağılık muamele ve devlet baskısıyla senelerdir Batılılar ile onların içimizdeki Kemalist kuyrukçularına karşı ister-istemez ezik bir psikolocyaya mahkûm edilmiş vaziyette yaşıyordu. Şişe kafalı, ciğeri beş para etmez Kemalist çomarlar ise bu memlekette itibar görüyor, onların mürekkep yalamış olanlarının bahsettiği meseleler -haşa- mutlak fikirmiş gibi kabul ediliyor, ifrazatlarını silmiş oldukları mendillere sanat eseri muamelesi çekiliyor ve yaşadıkları hayvandan aşağı hayat tarzı da idealize edilmeye çalışılıyordu. İşin elem verici tarafı ise yukarıda kaba hatlarını çizmeye çalıştığımız manzaranın donuklaşma-statikleşme tehlikesiydi.

Üstad Necib Fazıl, böyle bir dönemde zuhur etti. Fikir, sanat ve aksiyon gibi üstün buluş sahalarındaki, kopyala yapıştır zihniyeti üzerine kurgulanmış tekelleşmeyi, ortaya koyduğu erişilmez seviyedeki fikir, aksiyon ve eserler ile perişan etti. Ele geçmez tavrı, polemikteki hüneri, hasmını kendi mantığı içinde boğan kıvrak zekâsı ve hepsinden de önemlisi, İstikbâl’i İslâm’a ısmarlayarak, idealize edilen bütün değerlerin aslında kedi köpek tarafından bile karıştırılmaya tenezzül edilmeyecek bir çöplük olduğunu ihtar ederken, bir milletin de makus talihinin değişimine vesile oldu. Senelerdir paslanmaya yüz tutmuş psikolojik dinamo, Üstad’ın, İslâm şebekesinden bağladığı cereyan ile yeniden hareketlenmeye başladı...

Aslına bakacak olursak, milletçe yok oluşun eşiğinden döndük. Ya bize dayatılan hayat tarzını benimseyip tarih sahnesinden çekilecek, ya bu çile ve ıstırab dolu şartlar karşısında yenik düşüp yok olacak yahut da bunca sıkıntıya katlanmanın ruhî tesellisini bulup, küllerimizden doğacaktık. Allah bu millete merhamet etmiş olacak ki, insanımızın ruh kökünü kurutmak için girişilen faaliyetleri bile neticesinde, mukadder oluş sırrı içinde yine bizim milletimizin hayrına tevdi ederek bizden yardımını esirgemedi. Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Provokasyonlar bile bize yarıyor.” diye levhalaştırdığı hikmeti de burada seziyoruz.

2017 senesinde gerçekleştirilen anayasa referandumu ile Türkiye’nin köhnemiş idare sisteminde meydana gelen değişim ve hemen akabinde erken seçim kararıyla beraber gerçekleştirilen 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın Türkiye’nin I. Başkanı seçilmesiyle neticelenen süreci bu bakımdan değerlendirmek gerek.

Burada bir parantez açalım... Erdoğan karşıtlarının, seçim sürecinde oy toplamak için en çok başvurdukları argüman enflasyon, Türk Lirası’nın değer kaybı ve bunlara sebeb olarak gösterdikleri Batılı ülkelerle Türkiye arasındaki çekişme ve kavgalardı. Hattâ bu süreçte, CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin, sanki askerî darbe yapmışçasına, “NATO’ya ve AB’ye bağlı kalacağız.” şeklindeki açıklamasını bile duydu bu kulaklar. Peki, hesab neydi? Eğer ki kazanmış olsalardı, Türkiye eskiden olduğu gibi yeniden ABD/AB’nin güdümüne sokulacak ve bu ülkelerden Türkiye’ye tekrardan aktarılan para ile Anadolu’da sahte bir bahar yaşatılacaktı. Bu sunî refah ortamında da FETÖ başta olmak üzere dışarıdaki güç odaklarına hizmet eden ne kadar hain varsa devlet bürokrasisindeki görevlerine iade edilecek, Türkiye idare sistemi yeniden eskiden olduğu gibi çalışamaz bir şekle sokulacak, uyuz köpek zihniyetinin mahsulü olan “Yurtta sulh, cihanda sulh.” prensibi Türkiye’nin dış politikasını belirleyici temel faktör hâline getirilecekti. Sonra mı? Birkaç bin yıldır “hâkim” kimliğiyle yaşayan ve nam salan milletimiz, bir yüzyıl daha “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” kalmaya mahkûm edilecekti. Sadece Türkiye değil, seçim neticesinin üç kıtada büyük bir heyecan ve coşku ile kutlandığını hesaba katacak olursak, ilk iki daire içinde 1,5 milyar insanın hayalleri ve umutları bir kez daha inkıtaya uğratılmış olacaktı.

Milletimiz, şeref, haysiyet, izzet ve bağımsızlığını bir avuç dolar için peşkeş çekmeye dünden razı, sözde aydın, özde karanlık ve cahil tiplere kanmadı. Bunun yerine sıkıntıysa sıkıntı, çileyse çile, yoksulluksa yoksulluk ama ne olursa olsun evvelâ hürriyet, bağımsızlık dedi. Hattâ bunu daha sayımın sürdüğü esnada, sokaklarda öyle bir şevk ve heyecanla dile getirdi ki, seçim gecesine kadar ortalığı yakıp yıkmakla tehdit eden çapulcular, kapının dışına burunlarını bile uzatamadılar. Dikkat ediyorsanız, milletimizin irfanı ve feraseti yalnız sandık âletinde hünerini sergilemiyor; her planda, istikbaline karşı kurulan tuzakları süratli bir şekilde sezip ve gereğini de aynı maharet ve hâkim bir psikolojiyle yerine getiriyor.

Bir diğer taraftan, ferd, cemiyet ve devlet arasında dinamik ve diyalektik bir münasebet vardır. Cemiyet fertten ve devlet cemiyetten etkilenerek, karşılıklı olarak diyalektik bir şekilde birbirinin değişim ve gelişimine vesile olurlar. Bu tekâmül ulvî bir istikâmette olabileceği gibi tam tersine de olabilir. Ama tekâmülün istikâmeti her ne olursa olsun, esas olan bu hareketi meydana getiren karşılıklı münasebettir. Dinamizmin yitirilmesi hâlinde ne olacağını meselâ Avrupa ülkelerinde görmek mümkün. Türkiye’de önümüze çıkan menfiliklerden ne kadar şikayet etsek de, hayat neticede arazlar üzerinden yürüyor ve fertten başlayarak toplum, cemiyet ve devlet de dinamizminin kaynağını buralardaki aksaklıklardan buluyor. İkinci Dünya Savaşı gibi bir durum içine girmemesi son derece hassas dengelere dayanıyor oluşu ve kurmuş oldukları düzenin bir üst seviyesine de sıçrayacak yol bulamamış olması hasebiyle, Avrupa, statikleşmiş, donuk bir görüntü arz ediyor. İçeriden ve dışarıdan bizim önümüze çıkarılan büyük çaplı aksaklıklar ise Anadolu’dan çok daha fazlasına yetecek kadar dinamizm üretiyor.

Müslüman milletimizin önüne çıkan her müşkülü son derece pratik bir şekilde aşmasına vesile olan bu psikolocya-ruh hâlinin, cemiyet ile devlet arasındaki diyalektik münasebet gereğince, yeni idare şeklinin ruh ve keyfiyetini dolduracak bir dünya görüşü formunda kabul edilmesi kaçınılmazdır.

İşte, yazımızın başında bahsettiğimiz iktisat, hukuk, fen, edebiyat, kültür ve sanat gibi sahalardaki inkişafın gerçekleştirilmesi de ancak böylesi bir dünya görüşünün idare ve ruh keyfiyeti olarak kabul edilmesi ve işletilmesi neticesinde gerçekleşebilir. İş ve eserleri birbirini çelici olmaktan kurtaracak ve tek bir gayeye matuf hâle getirecek bir dünya görüşünün noksanlığının neye mâl olduğunu zaten son 16 senede yakinen tecrübe ettik. İktidarın bu yeni dönemde aynı hataları tekrarlama lüksü olmadığı gibi, ufkun her dönemecinde istikbâlini daha büyük bir şevkle gözleyen milletimizin de zaten aynı şeyleri tekrar yaşamaya da tahammülü yoktur.

Ayrıca bir hatırlatmada bulunacak olursak: 24 Haziran seçimleriyle beraber, Kemalizm, -Türk milliyetçisi, Kürt milliyetçisi ve Ilıman sümüklü İslâmcısı ve diğer her çeşidiyle beraber- bir daha geri dönmemek üzere iktidardan sürülmüştür. Bundan sonra mücadelemiz, koyun postuna bürünmüş kurt gibi hareket eden “münafık” taifesiyle sürecektir. Seçim sürecinde oy toplamak için Kemalistlerin kullandığı İslâmî(!) söylemi hesaba katacak olursak, onların da münafık kadrosu içinde kendilerine yer bulacağını varsayabiliriz. 

Bu yeni süreç, eskisinden çok daha girift ve çetin olacaktır.


Baran Dergisi 598. Sayı