Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yılardır devam eden bir vaziyet var. Belirli kişiler belirli köşe başlarını tutmuş bir şekilde statükonun değişmesine yahut kendi çıkarları dışında bir şey yapılmasına müsaade etmiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve sonraki aşamalarda nasıl bir yapı kuruldu da bu hiçbir şekilde değişmiyor?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasındaki yapılanma ile belirli bir tarihten sonraki yapılanma arasında nitelik farkı vardır. Çok uzun bir mevzu olduğu için bahsini ettiğimiz yapılanmayı 1923’ten almak yerine 1945’lerden başlatmak lâzım. Türkiye’nin çok net bir şekilde Amerikan gölgesi altına düştüğü zamanlardan, ABD’nin Türkiye üzerinde gizli bir hakimiyete sahip olduğu tarihlerden itibaren bakmak gerekiyor bu birincisi. İkincisi bu yapılanmayı sadece askeriyeden ibaret görmemek lâzım. O zaman doğru ama eksik bir teşhis yapmış oluruz ve netice itibariyle doğru bir tahlile de ulaşılamaz. Askeriyeyi de içine alan ama çok ciddi sivil boyutları olan bir yapıdan bahsediyoruz.

Sivil boyutlar dediğiniz nedir, biraz açar mısınız?

Bürokratik oligarşi, özellikle yargı kurumları. Bunların ikisinden de daha önemli ve tesiri daha büyük olan ise sermaye üzerindeki yapılanma. Bunun başlangıcını da 1951’de Türkiye’de kurdukları bir bankadan ele alarak başlatabiliriz. Bu banka Amerikan kredilerinin Türkiye içinde kimi ihya edeceğini planladı. Bu üç ayağı birden göz önünde bulundurarak böyle bir yapılanma olduğunu bilmek gerekiyor. Birincisi askeri boyutu, ikincisi sivil bürokratik oligarşi boyutu ki o da ağırlıklı olarak yargıdadır, üçüncüsü ise önem itibariyle birinci sırayı alması lâzım gelen büyük sermaye boyutu. Son hadiseyle birlikte yaşadığımız kaçıncı acı örnek bilmiyorum ama bu olay sadece askeriyeyle sınırlıymış gibi algılanıyor ve topluma da o şekilde lanse ediliyor.

Tam da bunu soracaktım, diğer darbeler de hep askeriyenin üzerine yıkıldı, sermaye hiç konuşulmadı. Oysa ki, hafta sonu yayınlanan bildiri sebebiyle gözaltına alınan amirallerin verdiği ifadelerden rahatlıkla anlaşılıyor ki, orduda kurmay olsalar da bu kişiler bu tarz planlar yapacak çapı haiz değiller

Bu stratejik bir hata. Askeriye kısmı bu işin maşasıdır. Türkiye içerisindeki beyin askeriye kısmı değil, büyük sermaye kısmıdır ve bugüne kadar bu adamlara hiçbir şekilde bu işin ışıldakları tutulmadı. Yetmiş sene geçmesine rağmen toplumun bilincinde henüz böyle bir bilgi, böyle bir tespit oluşturulmadı. Yaşadığımız son hadiseye gelecek olursak; bir defa bu amiral bildirisi kesinlikle 103 emekli amiralin bir araya gelip bir hevesle, heyecanla ortaya koydukları bir şey değil. Bu organize bir kalkışmanın altyapısı. Bu işin kesinlikle büyük sermayenin planlamasına ait olan arka planının araştırılması lâzım. Ciddi olarak ele alınırsa bu ilk örnek olmuş olacak ve darbe tam hayati noktaya, sinir ucuna indirilmiş olacak, çok hayırlı bir şey olmuş olur. Ama benim fazla bir ümidim yok. Bir de şu ana kadar konuştuklarımızdan tamamen ayrı bir başlık var, işin dış boyutu. Bunu Süleyman Soylu gibi hükümet kanadından dillendirenler oldu. İşin dış boyutunun üzerine devletin ciddi bir şekilde gitmesi lâzım. Bu anlaşılabilir sebeplerden ötürü medya ile paylaşılmayacak, topluma deklare edilmeyecek. Hangi devlet, hükümet olursa olsun öyle yapar. İşin dış boyutuna ait bilgiler birinci derecede devlet sırrı olarak kalacak. Ben bunu yanlış da bulmam, garipsemem de. Ama bununla beraber devlet, hükümet bu işin dış boyutunu, ki bunun adını koyalım bu kurumsal planda CIA’dır, gerçek arka planda Haçlı-Siyonist ittifakıdır, ortaya çıkarmalıdır. Türkiye’de yaşanan bu tarz siyasi mühendislik faaliyetleri uluslararası Siyonizm ile Amerikan derin devletinin ortak yapımdır. Haçlı-Siyonist ittifakı CIA’yı kendi enstrümanları olarak kullanıyor. Hükümet işin üzerine gider mi, inşallah gider. Toparlayacak olursak; bu işin bir iç boyutu var, bir de dış boyutu. İç boyutu kendi içinde üç parçaya ayrılmış durumda. Şu an gözüken ve herkesin hücum ettiği askeriye, sivil oligarşik bürokrasi, büyük sermaye. Bu üçü bir arada işin iç boyutunu oluşturuyor. Bunların içinde de asıl beyin büyük sermayedir. Asıl ışıldakların Koç’un ve TÜSİAD’ın üzerine tutulması gerekiyor. İstihbari çalışmaların o istikâmette derinleştirilmesi lâzım. İnşallah yapıyorlardır. Bundan sonra da ikinci önemli nokta arz ettiğim gibi ön planda kurumsal maşa CIA, onun arkasında uluslararası Siyonist lobiler, Amerikan derin devleti. 103 amiral bildirisi genel çerçeve içerisinde zurnanın son deliği olmuştur.

“Pek ümidim yok” dediniz, bunun sebebi nedir? Niye bir türlü bunu temizleyemiyoruz?

En yakından başlayarak geriye doğru gidelim. Mesela 15 Temmuz’da da ortaya koymaya çalıştığım şablondan ayrı bir şablon yoktu. Ama bununla ilgili sonuçta fiili durum ve topluma yansıtılan kim oldu? Sadece askerler.

Evet.

Ben 15 Temmuz’un göbeğinde Koç’un ve TÜSİAD’ın kesinlikle olduğu kanaatindeyim. Ama hükümet bunun farkına vardıysa ki, ben dışarıdan bakıp analiz yapan biri olarak görebiliyorsam, istihbarata sahip olan devletin-hükümetin bunun farkına varmaması zaten düşünülemez, sadece pragmatik sebeplerden ötürü ses çıkarmadığı söylenebilir. Dolayısıyla görmezden geliyor, hiçbir şey yapmıyor. CIA kısmını bir noktaya kadar anlayabilirim, bu ABD ile belki diplomatik ilişkilerin bile atılmasını gerektirecek. Tabiî ki, bu hükümetin kabahati değil, onlarca yıldır Türkiye’yi öyle göbeğinden bağlamış ki, hiçbir hükümet böyle bir şeyi göze alamaz. 1970’lerdeki ambargoyu hatırlayın, çok basit bir müeyyide olmasına rağmen o zamanki 400 savaş uçağının 200’ü havalanamaz duruma düşmüştü, yedek parça olmadığından dolayı. Dolayısıyla hükümet işin Amerika boyutunu ortaya çıkartıp, bunu halkla paylaşabilir mi? Hayır. Paylaşamamakta haklı mıdır, evet. Az önce söylediğim hassasiyetten ötürü. Ama aynı korkaklığın, çekingenliğin büyük sermayeye yönelik olarak gösterilmesini anlayamıyorum, kabullenemiyorum.

Bu döngü hep böyle devam mı edecek?

Netice itibariyle bu devam edecek. Diyelim bugünkü yangın bastırılacak, bir sene sonra, üç sene sonra, fırsatını bulduğunda bir daha tekrarlayacak, bir daha tekrarlayacak. Asgari zararı bu milletin sinirleriyle sürekli oynanıp durulmuş olacak. Yahut Allah korusun kızılca kıyamet yaşanacak.

Bu düzeni değiştirmeden, bir halk ihtilali gerçekleşmeden bu kısır döngü sona ermeyecek anlaşılan, öyle mi?

Evet. Günlük durumu idare etmiş olursunuz. Dediğim gibi bir-iki sene sonra daha akıllanmış olarak, tecrübelerinden ders çıkarta çıkarta karşınıza bir daha dikilirler. Bunun sonu gelmez ve bunlardan birinde Allah korusun kazanabilirler. Sonra “Günü kurtaralım, çok fazla ortalığı ayağa kaldırmayalım.” diyenler bunu kelleleriyle öderler, ayrıca bütün memleketi de ateşe atmış olurlar. İnşallah bu sefer böyle olmasın diye temenni ediyorum ama geçmişe baktığımız vakit çok fazla ümit besleyemiyorum.

Bir de şöyle bir vaziyet var. Kemalistler bugüne kadar beş tane darbe yapmışlar, sistemin köşe başlarını bir şekilde Amerika yahut dış güçler namına tutmuşlar. Ama gel gör ki, askeriyede bir amiral sarıkla namaz kıldı diye gündem oluyor, o tartışılıyor vs. Yahut FETÖ üzerinden Müslümanların darbe yapabileceği, tarikatların, cemaatlerin örgütlenebileceği vs. konuşuluyor. Önce burada doğru reaksiyon göstermek gerekmiyor mu? Mesela sarıklı amirale soruşturma açıldığını görüyoruz. Bu doğru bir tavır mı? Artık savunmada kalmak yerine taarruza geçmek gerekmiyor mu?

Bu doğru bir tavır değil. Günlük acil birtakım tahrikleri, ajitasyonları bastırmaya yönelik olarak yapılmış bir şey. Burada hükümetin, işin resmi kanadının tam kişilikli bir duruş, doğru bir tavır sergileyememesini bir noktaya kadar anlayabilirim. Hükümet bu olayı çok fazla dillendirmedi, Erdoğan sadece “tasvip” etmiyoruz gibi bir şeyler söyleyip geçti. Hükümetin doğru ve bizim arzu ettiğimiz tarzda bir tavrı göstermesini beklemek ne kadar gerçekçi olur tartışılır. Esasında burada sizin dediğiniz hassasiyeti ortaya koyacak olan “Sarıklı, cübbeli namaz kılmışsa bu adam ne yapmış, dine mi düşman, sarığa mı düşman, namaza mı düşman?” deyip savunma psikolojisinden çıkıp bilakis hesap soran, saldıran olmak durumundayız. Bunu Müslümanlar ve onlara ait kurumlar, sivil toplum kuruluşları yapacak. “Sen kime neyin hesabını soruyorsun?” tavrıyla ortaya atılmak lâzım. Ama bu tavrı bugünkü siyasî şartlara baktığımızda hükümetten ziyade şuurlu Müslüman kitlenin kendisinden ve onların temsilcisi durumunda olan kurumlardan beklemek lâzım. Onlarda da on yılların getirdiği yılgınlık, eziklik psikolojisi nedeniyle böyle bir tavır ortaya koyamıyor olmaları, hükümetten bağımsız olarak biz Müslümanların yüz karasıdır.

Esasında Ayasofya imamı Mehmet Boynukalın’ın açıklamaları çerçevesinde toplumdan öyle bir reaksiyon gelmişti.

Ama bunun organize ve sürekli hale getirilmesi gerekiyor. Anlık reaksiyonlar oluyor, böyle olmaması lâzım. Burada da iş Müslüman kanaat önderlerine, etkin Müslüman sivil toplum kuruluşlarına düşüyor. Onlar da iyi niyetli düşünürsek bu on yılların getirdiği üzerlerindeki İslâm karşıtı devlet terörü, eziklik, yılgınlık psikolojisiyle kişilikli duruş gösteremiyorlar ya da kötü niyetli düşünürsek dile getirmek istemiyorum çok daha kirli ilişkiler söz konusu.

Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.

Rica ederim.

Baran Dergisi 743.Sayı