Daha evvelki yazılarımızda Sokrates’in Asklepios’a adanmış horoz borcu üzerinden pek çok şey söylendi. Amma velâkin, bizzat Asklepios hakkında pek bir şey söylenmedi. Bir iki bölüm sürecek olan bu yazının muhtevası daha ziyade Asklepios’un mitolojik serüveni üzerinde şekillenecektir. Asklepios’un mitolojik dünyadaki misyonu veya mânâsı, horoz borcu mevzuunun billurlaşmasında önemli ipuçları barındırmaktadır. Orada sağlık üst başlığı altında ruh ve beden sağlığını ve bunun da armoni, dolayısıyla da küllî ruh ile olan ilişkisini, ruh ve beden arasındaki muvazenenin adalet terazisi üzerinden “terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsına horoz istinadını ve bunun da adlî tıb ile olan yakın ilişkisini vs. görmek mümkün olacaktır. 

Eski Yunan mitolojisinde tıb tanrısı, diğer bir ifadeyle de sağlık ve hekimlik tanrısı olarak bilinen Asklepios, yine eski Yunan mitolojisinde tüm sanatların, müziğin, güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak kabul gören Apollon’un oğludur.

Eski Yunan kültürünün şekillenmesinde iki önemli veya aslî unsur bulunmaktadır. Bunlardan biri felsefe, diğeri ise mitolojidir. Burada mitoloji ve felsefe arasındaki ilişkinin mahiyetine değinmek durumunda değiliz. Ancak, Üstad Necip Fazıl’ın Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde altını çizdiği veçhile, her ne kadar “eski Yunan mitolojisi, aklın, fikrin, vehmin, hayalin bile içinden çıkamayacağı girift bir plâstisite, yani eşyanın dış kabartısı, müşahhas bir zemin üzerinde, bir dış âlem rüyası”(1) ve; “hezeyanın da anlamayacağı kadar korkunç, hattâ estetik kıymetlerle bulanmış, muazzam bir tahayyül çümbüşü”(2) ise de, “neticede Yunan mitolojisini bir büyük hokkabazlık panayırı diye alabilirsiniz. İçinden, ilâh kabûl edilen birtakım tiplerin, insanî zaaflara batmış, birbiriyle boğuştuğu panayır.”(3) Felsefeye gelince, merkezinde uydurma tanrılar değil, sadece insan ve onun aklının kılavuzluğunu kabul eden bir müessisedir. Büyük Doğu Mimarı:

“Felsefe aklın, kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessise… Ve doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi…”(4)

Aklın hükümdarlığını göstermek için kurulan felsefenin merkezinde Sokrates’in örgüleştirdiği aklı yerleştirmekte hiçbir beis yoktur. Sözkonusu insan merkezli aklın başta Eflatun ve Aristo olmak üzere, bütün bir Batı tefekkür dünyasında yol gösterici bir özelliğe sahib olduğunu biliyoruz. İşte tam da bu noktada, Üstad Necip Fazıl’ın felsefe hakkında, “doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi” tesbiti devreye sokulmalıdır. Nitekim Sokrates’ten günümüze Batı tefekkür dünyası, bu tespitin doğrulayıcısı olmuştur.

Batı tefekkür dünyasında ardı sıra gelmiş belli başlı tüm felsefî ekollerin hemen hepsi, bir öncekinin -yanlışını göstermek mânâsına- kritik edilmesinden oluşmuştur. Horoz borcu mevzuunun kâmil mânâda yerli yerine oturtulamamasının en büyük sebebi de budur. Filozoflar, birbirlerinden devraldıkları aklı, başıboş koşturmaktan başka hiçbir iş başaramamışlardır. Yani kendine buyruk aklı başı bağlı ve gemlenmiş akıl haline getirememişlerdir. Akl-i selim mânâsına, ruhî bir keyfiyet olan sahici aklın küllî akla bağlanması gerektiğini anlayamamışlardır. Küllî aklın gerçekleşmesi durumunda felsefenin son bulacağını düşünmüşlerdir. Hâlbuki hakikat bulunduktan sonra da nice arayışlara gebedir. İBDA Mimarı’nın “bulamamacasına arama” çabasını hatırlatmak isterim. Batı tefekkür dünyası, hakikati başı bağlı değil, başı boş ve aklın kendine buyruk hareketine ram olmuştur. Yani istinad noktasından mahrumiyetin hazin akıbetine duçar olmuştur. Dolayısıyla da, Sokrates’in Eflatun’a miras bıraktığı horoz borcunu yerine getirememişlerdir. Bu çerçeveden olarak denilebilir ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, Batı tefekkür dünyasının 2500 yıldır arayıp da bulamadığını başta İslâm dünyası olmak üzere, topyekûn dünyaya altın tepside sunmuştur.

Eski Yunan’ın başlıca tanrılarından biri olan ve tüm sanatların, müziğin, güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak da kabul edilen Apollon, bir tür kâhin olarak, etkin bir güce sahib olmakla birlikte, gelecek ile ilgili bilici bir rol de üstlenir. Apollon’un en büyük özelliği, kehanette bulunma ve bilme özelliğini diğer insanlara da geçirebilme gücüne sahib olmasıdır. Tıb dünyasının kullandığı meşhur kadüse sembolünün asıl sahibinin Apollon olduğu rivayet edilir. Kadüse ile ilgili müstakil bir yazı kaleme alacağımızı daha önce söylemiştik.

Zeus ve Leto’nun oğlu, Artemis’in ise ikiz kardeşi olan Apollon, -Zeus’un bile adı Jupiter olarak değiştirilmesine rağmen-, adı değişmeden, Roma mitolojisinde aynı adla zikredilen tek tanrıdır. Hemen belirtelim ki, eski Roma, “Yunan kültürüne tam bağlıdır.” Bu tesbitin sahibi olan Üstad Necip Fazıl, eski Yunan ve eski Roma arasındaki kültürel ilişkiyi, “bütün inanışları ufak tefek farklarla aynıdır”, diyerek izah eder. Meselâ, “Roma’nın Jüpiter’i, Zeus’un ikinci pasaportunu taşır.”(5)

Eski Yunan mitolojisinde ışığın ve gerçeğin tanrısı olarak da kabul edilen Apollon, asla yalan söylemez. Diğer taraftan güneş ve güzel sanatlar tanrısı, dolayısıyla da bilgeliğin, kuvvetin ve güzelliğin temsilcisi olarak inanılan Apollon hem ölümsüz ve hem de tedavi sanatının sırlarına vakıf bir tanrı olarak da bilinir.

Not: Apollon, sahip olduğu tedavi yöntemi sanatının tüm sırlarını tanrı Kronos’un oğlu Kherion’a öğretir. Ancak, yarı insan yarı at biçiminde olan Kherion, bu sırlara layık biri değildir. Çünkü inisiyasyona açık biri değildir. Bundan dolayıdır ki Kherion, söz konusu öğretilerin künhüne vakıf olamıyor ve ruh sağlığı ile beden sağlığının birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini göremiyor. Dolayısıyla da, tedavinin başarıya ulaşması için gereken ruh sağlığını hiç önemsemiyor ve sonsuza kadar bir beden (fizyoloji ve anatomi) doktoru olarak kalıyor. Ona yakışan sıfat hekimlik değil, teknisyenlik (uzmanlık) oluyor. Tıbbî aletleri tamir eden bir ustadan farksız onun yaptığı iş. Ama bu hatası veya eksikliği onun yanına kâr kalmıyor. Nitekim Kherion, ruhun ihtiyaçlarını küçümsediği için ayağından iyileşemeyecek şekilde yaralı bir halde yaşamaya mahkûm oluyor. Nasıl ve niçin yaralanmıştır, bilinmez. Ama sonsuza kadar sakat kalacaktır. Ne büyük bir ceza, ne büyük bir acıdır bu. Ölümsüz tanrı Kronos’un ölümsüz oğlu Kherion, tedavi sırlarına sahip, ama, ne var ki kendini tedaviden aciz. Söküğünü dikemeyen terzi misâli.

Not: İnisiyasyon… Latince kökenli bir kelime olan inisiyasyon, lûgat mânâsı itibariyle kişinin, ruhî (spiritüel) gelişimi için, ruhsal etkiyi alıp aktarabilen bir üstadın kontrolü altında, bir disiplin içinde, sınavlara ve uygulamalara dayalı düzenli bir eğitime tâbi olmayı ifade eder. Ezoterik kültürde inisiyasyon bir tekâmül yoludur. Varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik bir süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama “doğmak” üzere “öldüğü” duygusunu aşılamaktır. İnisiyasyon ölmektir. Önce ölmek sonra da tekrar dirilmektir. Yılanın derisini atıp yeni bir deri içine girmesi gibi, sembolik bir ölüm ve sembolik bir diriliştir. Bu mevzuda, İslâm tasavvufunda “ölmeden ölmek” tabirini hatırlatmak isterim.

Ezoterik İnisiyasyon (Erginlenme, Tekris); “dışarıdaki”, “yabancı”, “harici”, “bigâne” kişinin “içeri” alınması, “mahrem” kılınması, ezoterik topluluğun “üyesi” durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşturulmasıdır. İnisiyasyon yoluyla, kişi daha “yetkin” bir tinsel duruma girmekte, “üstün” bir evrene ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit “tanrılaştırma”dır. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir “tanrılaştırma” eylemi, evrenin özündeki “büyük varlığın” bireyde belirmesi olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.(6) Çağlar boyunca bu yolla yetişen ve etrafını aydınlatan başta Eflatun ve Pisagor olmak üzere, pek çok filozof inisiyasyon üzere olmuşlardır. Hâlihazırda bu tip uygulamalar, Masonik yapılanmalarda ve Hint mistisizminde varlığını korumaktadır. İslâm tasavvufunda ise bu, seyr-i sülük adı altında varlığını devam ettirmektedir.

Seyr-u sülük… Tasavvufta seyir cehaletten ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçip Hakk’ın varlığına doğru harekettir. Sülük ise, Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî, kalbî, ruhî yolculuk ve ahlakî eğitimdir.(7)

Seyr-u sülük, insanın, kalbinin, ruhunun, nefsinin ve diğer manevî cevherlerinin eğitiminden ibarettir. Bu iş, kalpten başlayıp hayatın her yanını içine alan bir eğitimdir. Asıl maksat, kendini ve Rabbi’ni tanımaktır. Birinci adım, gafletten uyanmaktır. İkinci adım, insan için çizilmiş yola adım atmak ve hedefe doğru yol almaktır. Maksad, kâmil insan olmaktır.

Kur’an’da zikredilen “tezkiye” ve “mücahede” ile ariflerin bahsettiği seyr-u sülük aynı şeydir… Tezkiye, manevî kirlerden arınmaktır. Mücahede, nefsi ilâhî edeplerle süslemek ve Allah Azze ve Celle huzurunda kabul görmek için gayret etmek ve bu yolda her şeyini ortaya koymaktır. Bütün mesele, Allah adamı olmak adına yola çıkmaktır.

Bu yol, tek başına gidilecek kadar kolay ve rahat bir yol değildir. İnsanın önünde şeytan, nefis ve dünya gibi üç büyük engel vardır. Bununla birlikte insanı saran bir sürü afet ve tehlikeler de mevcuttur. Öyle ki, bu yolda günahlar kadar bazen ibadetler bile insan için bir afet olabilir.

Kıldığı namazları, çektiği zikirleri, yaptığı hayırları ile kendini beğenen, kibre düşen, insanları küçümseyen ve sonunun kesin cennet olduğunu düşünen nice kimseler, sonuçta zarar edip hüsrana uğramışlardır.

Kulluğun edebini bilmeyen kimse asıl hedefine eremez. Gösteriş hastalığına yakalanan insan, diliyle Allah derken kalbiyle Allah’tan uzaklaşır.

Manevî terbiyenin merkezinde mürşid vardır. Terbiye şeklini o belirler ve takip eder. İnsanı terbiye etmek, peygamber mesleğidir. Bunun için manevî terbiyenin Peygamberler Peygamber’inin getirdiği edep üzere olmasını şart koşar.

Terbiyeden maksat, fıtratı değiştirmek değil, onu güzele yönlendirmektir. İnsandaki kötü huyları iyi huylara tebdil eylemek, yönlendirmektir. Kamil insanlar içinden seçilen kâmil mürşidler, kendilerine tabi olan kimselere istikamet kazandıran kimselerdir.

Bu mevzuda, yani manevî terbiyede iki önemli vazife dikkat çekmektedir. Bunlardan biri tevbe, diğeri ise zikirdir.”(8)

İslâmî literatürde iki çeşit tevbeden söz edilir. Birincisi tevbe-i istiğfar duasını sıkça tekrar etmek, diğer ise tevbe-i nasuhtûr. Tevbe-i istiğfar duası, yapılan tüm günahlara pişmanlık duymak ve bir daha günah ve kusur işlememek üzere Allah’a söz vermektir. Tevbe-i nasûh ise, ciddî, halis ve safi olarak, hulûs-u kalp ile sırf günahların bağışlanmasını dileyerek sırf Allah rızası için yapılan tevbe demektir. Nasuh, “nush ve nasihat” kökünden mübalâğa siygasındadır. Günahı günah olduğu için terk etmek, haramdan haram olduğu için yüz çevirmek, sırf Allah korkusuyla günahtan ve haramdan pişmanlık duymak, bir daha günahlara dönmemek üzere günahların şerrinden Allah’a sığınmak ve tevbe etmek demektir.

Zikir mevzuuna gelince. Bütün mevcudat Allah’ı tesbih eder, zikreder. Kâinatın özü ve hülasası olan insan ise Allah’ı hem zikreder ve hem de fikreder (tefekkür).

Ayet meâli: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d, 28)
 
Dipnotlar
1-Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, 24. basım, İstanbul, 2016, sh. 19.
2-Necip Fazıl, a.g.e., sh. 19.
3-Necip Fazıl, a.g.e., sh. 19.
4-Necip Fazıl, a.g.e., sh. 14.
5-Necip Fazıl, a.g.e., sh. 31.
6-http://www.hermetics.org/thamos1.html
7-Ankaravi, Minhacu’l-Fukara, 51; M.Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, 105; Tehanevi, Keşşafu Istıhâtı’l-Fünûn, II, 686 (Sülük maddesi).
8-https://www.mumsema.org/tasavvuf-terimleri-sozlugu-kavramlar/52482-seyr-u-suluk-nedir.html


Baran Dergisi 581. Sayı