Geçtiğimiz haftalarda şarkıcı Candan Erçetin ile oyuncu Beyazıt Öztürk arasında karşılıklı bir atışma yaşandı. Candan Erçetin’in nâm-ı diğer “Beyaz”a atfen çektiği video klip ile başlayan bu düello diğer şarkıcı, spiker, tiyatro oyuncularını da içine alan bir tarzda büyürken her hafta birisinin diğeri için hazırladığı video klip büyük bir kitle tarafından merakla beklendi, seyredildi. Geçen hafta itibariyle son verilen bu atışma etrafında Candancılar-Beyazcılar, Kadınlar-Erkekler tarzı bir ayrışmaya kadar gidildi sosyal medya ve toplumun bazı kesimlerinde. 

Bahsettiğimiz ayrışma yavaş yavaş ivme kazanma aşamasına girerken bu düelloya bir yönetmen de dâhil olarak “Candan ve Beyaz’a Halkın Cevabı” başlıklı bir video klip ile kavgada başka bir taraf olarak yer aldı. Mühim bir teferruat olarak eklemeliyim ki, bu “tatlı” kavganın video kliplerindeki sözler aynı melodi üzerinden devam ederken Beyazıt Öztürk son çektiği videoda aynı melodi ile başlamış fakat sonunu başka bir melodi üzerinden bağlayarak sıralı gelen zincire başka bir halka eklemişti... Mahiyeti itibariyle ehemmiyeti olmayan bu karşılıklı nazireleşme bana bugünkü edebiyat dünyamızın bu açıdan pek yavan bir görüntü sergilediğini hatırlattı. Herhalde bunun yokluğundan olsa gerek, neticesinden bir fayda hâsıl olmayacak bahsettiğim atışmanın dikkat çekmeye çalıştığım hususa dâir bir kıymeti olduğu muhakkak! 

Bütün bir sanat-edebiyat dünyası, hangi açıdan ele alırsanız alın bir eleştiri mevzuudur ve her eser bir başka tedâi-çağrışım’ın ürünü olmak bakımından bir nevi dairevî atıf zincirinin, bu zincirle oluşan halkanın bütünüdür. Bu halkayı teşmil eden, doğrusu bu halkanın muharrikiyetini sağlayan şey ise tenkittir; tabiî olarak “insanda her şeyden önce varolan” tenkid’i sanat ve edebiyatın dışında görmek olmaz. Esasında edebiyat’ın asıl ve umûmî mânâsı olarak “edebiyyat”ın “mücerret ve müstakil idrak zemini” olması, söylediğimiz meselenin ilimden fenne birçok, hatta bütün sahaları kapsıyor oluşunu da bir not olarak ekleyelim…

Sanat ve Edebiyat dünyası bir yönüyle de “atıf” dünyasıdır; esasında bana kalırsa atıflar-nazireler olmasa sanat ve edebiyat dünyası ya olmaz yahut da pek yavan olarak kalırdı. Bir meselenin asıl yüzünü çoğu defa ortaya çıkaran ve onu görünür kılan şey, onun etrafındaki edebiyattır ve bu “edebiyat”tan doğan verimlerdir. Atıflar ise “doğan” verimlerin sürekliliğini bir yandan sağlarken diğer yandan o meselenin ayağa düşmesini engeller ve meseleyi meselenin muhatapları arasında tutar. Böylece bir “müştereklik” dünyası da bir nevi kendiliğinden oluşmuş olur. Bu “müştereklik” ise iştirak edenler-etmeye çalışanlar arasında tedâiler yoluyla irtibatı sağlar… “Fikirler şirketi” mânâsına gelen tedâi-çağrışımlar “birbirlerini davet” ederken bahsettiğimiz müştereklik içinden pay kapar ve nazireler, atıflar yoluyla ele alınan mevzu etrafında bir zenginlik oluşur. Oluşan bu verim-zenginlik eskinin tekrarından-yaşatılmasından öte yenilenmeye de yol açar. İşte “edebiyatta yeni bir ses, nefes” dediğimiz de budur aslında; arkasındaki bütün bir edebiyata (mesela Dostoyevski’ye nazaran) mukabil eser vermek aynı form içinde yeni bir icada kapı açmaktır...

 “Atıf” kelimesinin lügatlerdeki karşılığı zannediyoruz söylemek istediğimize dâir bazı ipuçlarını önümüze serecektir: “eğme, meylettirme, bağlama, dokunma”…

Picasso’nun birçok eseri atıf’ın mânalarından olan “eğme”ye, Orhan Pamuk’un Kar isimli romanı Dostoyevski’nin Cinler’ine “meylettirme”ye, Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eseri Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’ne “bağlama”ya, Nedim’in Fuzûlî’nin gazeline yazdığı nazire “dokunma”ya misâldirler. Saydıklarımızın hepsinin bir yönüyle atıf olmalarına mukâbil aynı form içerisinde orijinal icatlarıyla, taraflarıyla yenidirler…

Tedâi, atıf, nazire… Sanat-edebiyat dünyasının sırrına sembollere-remzlere ancak bu köprüler kullanılarak ulaşılır ve köprünün dilini bilmeyen o memlekette bir garip gurbetçi gibi yol-yordam bilemez bir hâlde kalır.

Oscar Wilde’nin Reading Zindanı Baladı isimli şiirinin ana çatısı şu iki mısra üzerine kuruludur:

“Korkaklar öpücük ile öldürür,

Yürekliler kılıç darbeleriyle!”

Bu mısralardaki atıf neredeyse ezel kadar eskiye gitse de Ezel isimli TV dizisi ile memleketimizde meşhur olduğu için, etrafında oluşmuş edebiyattan çok mânâsı bilinmeden hislenmeye mevzu oluverdi.

Şiirde atfen kastedilen ise Hazreti İsa’ya ihanet eden Yehuda’dır. Bu mevzu literatürde “Judas Kiss – Yehuda Öpücüğü” olarak bilinir.  

Hazreti İsa’nın havarîleri arasına sızmış olan Yehuda, 30 gümüş karşılığında O'na ihane etti. O günlerde Hazreti İsa, gerçek kimliğini saklayarak Romalılardan korunmaya çalışmaktadır. Rivayet odur ki, Yehuda, Romalılarla yapmış olduğu anlaşmaya göre kalabalık içerisindeki Hazreti İsa’yı öperek Romalılara gösterecekti. Bu öpücük günümüzde “Yehuda Öpücüğü” olarak anılır ve literatürde adeta tüm ihanetlerin atasını simgeler...

Hazreti İsa “Horoz ötmeden önce içinizden biri beni pek az paraya satacaktır” demişti.

Şimdi aynı şiiri tekrar okuyalım:

 “Korkaklar öpücük ile öldürür,

Yürekliler kılıç darbeleriyle!”

Batı tarihini derinden etkileyen tarihî bir hâdise olması bakımından şimdi bambaşka bir hüviyete büründü aynı mısralar gözümüzde.

Edebiyatı, kitap okumak, eleştirmek ve birkaç şiir karalamak mesabesine indirip öyle algılamayalım. Etrafında edebiyatının olmadığı hiçbir şey hayat hakkı bulamaz. Umarız Necip Fazıl’ın “edebiyatı olmayan millet zatı ile de yoktur” sözüne bir parça dahî olsa atıf yapabilmişizdir.

Baran Dergisi 420. Sayısı