On günlük Paris-Düsseldorf-Ljubljana gezisi anılarını kaleme almak arzusu ile notlarımı gözden geçiriyorum.
Uzaklar yakın olduğundan mıdır, başka sebeplerden midir bilmem, artık Avrupa sihrini yitirdi; ihtiyar Batı’nın yeniliği ve cazibesi kalmadı. Sokaklar boş, insanları mutsuz, nüfus yaşlı, Avrupa’da yaşayanların gözü başka yerlerde. Eskinin gücüyle gidiyorlar; hâlâ güç ellerinde fakat eski cazibeleri yok. Artık bakılan yer Batı olmaktan çıktı. Eskiden Batı’yı hayranlıkla izleyenlerce de cazibesini yitirdi veya eski cazibesi kalmadı. Peki, alternatif ne? Henüz istenen seviyeden uzak olunsa da, doğum sancıları içindeki Doğu(İslâm), yeni dünyanın yeni alternatifi, bunun merkezi de, eski hilafet merkezi olacak. İnsan, düştüğü yerden kalkar.
Paris’te geziyoruz. Kraliyet şehri, eski tarihî Paris. Paris’in, cumhuriyetin ve laikliğin merkezi de olduğunu belirtelim. Almanya’nın (Düsseldorf) yeni ve nizamlı şehir ve insanlarına nazaran Paris daha sıcak ve insanları daha toleranslı. Tabiî bu tesbitlerimin on günlük bir gezi ile sınırlı olduğunun altını çizmeliyim.
Avrupa pahalı, Euro’ya geçtikten sonra her şeyin fiyatı artmış; Paris ise daha pahalı; küçük su 2 Euro.
Paris, İstanbul’a benziyor, trafiği ve insanların davranışı. Seine nehri güzellik katmış Paris’e, fakat İstanbul’un boğazı dünyanın incisi ve hiçbir şey yerini tutamaz. Paris’in güzelliği daha gözlerimde yeni iken Boğaz’dan geçerken hepsi silindi gitti; onun için şairler en güzel şiirlerini İstanbul’a yazmış.
 Versailles Sarayı’nı, dünyanın dört bucağından gelen insanlarla sıra bekledikten sonra dört saat boyunca, çok geniş alana yayılan bahçeler, kanal vs. ile birlikte gezdim. Mekân çok büyük, fakat Topkapı Sarayı’ndaki ince zevk ve yaşama kültürünü göremedim. Duvarlar, tavanlar resimlerle dolu, bizde ise hat gibi bir resim sanatı olmasının yanında, günlük kullanılan eşyalarda, elbise işlemelerinde hâsılı bütün dekorasyonda ince nakışlar kendini gösteriyor, göstermekle kalmıyor içine çekiyor. İşte plastisite anlayışının sembolü Batı ile mistik Doğu farkı! Batı bunu anlamıyor, görünüşü biliyor ama içine işlemeyi bilmiyor, çünkü Batı “gönül”ü bilmiyor, “gönül” kelimesi dahi Batı dillerinde yok.
Sabah otel odasında Versailles bahçelerinde tozlanan pabuçlarımı silerken, Paris’in bulutlu gökyüzünü seyrediyorum ve cezaevinde okuduğum Emile Zola’nın bir romanındaki Paris’in zengin gökyüzü tasvirleri çağrışım yapıyor, E. Zola ne kadar güçlü anlatmış.
Paris cezaevinde yatmakta olan Çakal Carlos’a bir hediye almak amacıyla Düsseldorf’ta bir purocuya giriyoruz. Puromarkalarını pek bilmediğimiz için niyetimizi söylüyor ve ziyaret edeceğimiz kişinin de ismini veriyoruz. Karşımızdaki Alman heyecanlanıyor ve bize Carlos’un Sudan’da yakalandığında ağzında olan puroyu, aksesuarını ve çakmağını kendi hediyesi olarak veriyor. Ve tesadüfe bakın ki, bu kişi Carlos’un arkadaşı çıkıyor. Carlos’un kayınpederi ile çekilmiş fotoğrafını gösteriyor. Ve Carlos için; “o çok değerli, cezaevinde yatacak biri değil” diyor. Carlos’la Küba’da konser organizasyonu yaptıklarını, aynısını Almanya’da yapmak istediklerini, fakat Almanların onu anlamadığını söylüyor ve bunları anlatırken çok duygulanıyor.
Yanımdaki Alman vatandaşı Türk gönüldaş ise, şimdiye kadar hiçbir Alman’ı böyle duygulanırken görmediğini söylüyor.
Bir-iki saat önce yemek yediğimiz restaurant sahibi Türk’ün, dünyadaki durumun hiç kimsede umut bırakmadığını söyleyip ümitsizlik üretmesinden ve bu halin de sirayet edici olmasından rahatsızlık duymuştum. Ümitsiz bir halde olmalarına rağmen insanların âni dönüşler yapabileceğinden, dünyanın çehresinin birden değişebileceğinden; fakat bizim buna göre hazır olmamız gerekirken boş laf ile vakit geçirdiğimizden bahsetmiştim.
Bir iki saat sonra karşılaştığımız purocu bize bir ihtar oldu! Eğer bizde ümit ve aksiyon yoksa, bunun kültürel ve estetik altyapısı ile donanmamış isek başkalarından niye şikayet ediyoruz? Bizde bir şey olacak ki, başkalarına verelim!
Batı’da, insan hayatının mânâsı olmadığı ve hepsinin sıkıntıda olduğu tesbitini yapıyorsun ama senin hayatının da bir mânâsı yok, tıpkı Batı’lılar gibi onların beşinci sınıf taklitleri gibi yaşamaya bakıyorsun. Batı’ya karşısın ama hayat tarzın, teknolojiyi kullanma tarzın vs. Batı özentisi içinde. Şarklılığın da ucuz Şark kurnazlığı türünde. Yoksa onlara fâik (üstün) olucu, Batı’yı bilici ve aşıcı mahiyette değil. Doğu medeniyeti edebiyatı ile Batı’yı eleştirmek ve aşmak mümkün değil. Almanya’da yaşa, Goethe’den haberin olmasın? Heinrich Böll’ü tanıma. Hem Batı’ya fâik olmaktan bahset, hem Batı’yı bilme ve Batı’lı kadar cehdin olmasın. Bir misal: Metroda kitap okuyanlar, hemen kitabını açanlar; Eyfel’in tepesine çıkarken asansör görevlisi kız, kapıları kapatır kapatmaz kitabına döndü, bizi aval aval seyredeceğine kitabını tercih etti.
Domuz eti çok yaygın, esnaf olan Türk hacısında da... Yemek sorun oluyor, vejeteryan diyoruz, yerken… Alafranga helâlarında taharet musluğu bile yok. “Taharetsiz pis Batı!” demek zorundayız. Taharet musluğunu Türkler ilave etmiş bizdeki alafrangalara.
Arkadaşların yoğun mesailerinden ve benim de lisan zayıflığımdan Louvre Müzesi ziyaretini yapamadım, gitmişken görmemek önemli bir eksiklik…
Slovenya (Ljubljana) da katıldığımız atletizm yarışmalarında ancak kendi derecelerimizi kırdık, Batı’da spor kültür ve yaşayışı yerleşmiş, dereceleri çok iyi. Avrupa Veterenler Atletizm Şampiyonası’nda (EVACS 2008) bunu yarışarak gördük. Tesisler ve organizasyon iyi, oteller dolu idi.
Kadın gibi dedikodu yapmakla İslâmî faaliyet(!) yapan bir kişi, bizim yurt dışına çıkışımızı “icazetli” diye yorumlamış. Kendisi yıllarca yurt dışında yaşarken yapılan ahmaklığa bakın! Gerçi böyleleri Türkiye’de de var. Aslında ciddiye almaya değmez. Lüzûmlu işler varken böyle lüzûmsuzluklarla meşgûl olmak, insan çapıyla alâkalı herhalde. Bunları savunma ihtiyacı ile söylemiyorum; böyle ahmak ve yavşaklardan uzak durulması için söylüyorum; malûm, ahmaktan uzak durmakla ilgili hadis var. Bunların bazısı da Alman polisine çalışıyor. Bizim gönüldaşlarımız polise çalışmadı diye neo-nazilere hedef gösterilip ölümüne darbedilirken, bunlar da böyle çalışıyor demek.
Gezide çektiğimiz fotoğraflara bakarken bir gönüldaş güzel bir soru sordu:
-Lüks harcamalar orada mı çok, bizde mi?
Biraz düşündükten sonra şunu söyledim.
-Otomobil ülkesi Almanya’nın Duesseldorf şehrinde bizdeki kadar lüks otomobil görmediğimiz gibi, araçların çoğu da steyşın; yani gösteriş ve lüksten ziyade, kullanım amaçlı.
Gönüldaşın yorumu:
-Lüks araçları herhalde bize satıyorlar. Otomobil kredilerini de ayarlıyorlar.
Hani bir söz vardır: “Ayranı yok içmeye / tahterevalli ile gider s.çmaya…” Aynen böyle durumumuz.
Eyfel Kulesi’ni fotoğraflarda görüp, “demir yığını diye yorumlardım; fakat görünce mimarisini de beğendim. Boşuna sembol olmamış. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla uzun kuyruklardan sonra asansörle tepesine kadar çıktık, değdi de. Gece 12’de de Eyfel Kulesi’ne uğramıştık, güzel bir ışıklandırması vardı.
Namaz vakitleri için, alışkanlıkla kulaklarımız ezan sesi bekliyor; fakat nafile, Batı’da ezan yasak. Cami de göremedik dolaştığımız yerlerde. Müslümanların yaşadığı yerlerde mescidler var. Bazı yerlerde camiler de var, fakat şehre mânâlarını üfleyebiliyorlar mı, yoksa bizdeki gibi mi?
Paris’te yabancı (zenci vs.) çok ve Parisliler Almanlar gibi yadırgamıyorlar. Fransız sömürgeleri Cezayir ve Afrika ülkelerinden gelenler çok. Almanlar bira içmeyi severken, Fransızlar dedikoduyu seviyor. Saatlerce cafelerde bir sandalye üzerinde aynı şekilde oturup konuşmayı seviyorlar.
İnsan ilişkilerinde zarifler, saygılılar. Plastisite anlayışına yakışan bir görünüm. Zaten resim, heykelcilik, bale vs. sanatlar onun için gelişmiş. Müzecilikte de çok iyiler, zevkle geziliyor müzeleri, hem üstün bir teşhir anlayışına hem insan ihtiyaçlarına -dinlenme vs.- uygun dizayn edilmiş.
Estetik, ruha uymalı ve içinde şiiriyet tütmeli. Batılı, “estetik” anlayışı, zarafeti, “kolay yapılan hareket” diye çerçevelerken, bizdeki “sehl-i mümteni” tabiri de “insan ruhuna işleyici kolaylık” mânâsına güzelliği ön plâna alır. İzâh yok, seziş var… Estetik plânı başa alan BD-İBDA dünya görüşünde böyle işaretleniyor…
Batı, insanı amacından çıkardı; insan ilişkilerini bozdu, kadın-erkek ilişkilerini değiştirdi, insanın bâtınını önemsemez ve inkâr ederken, zâhirini süsledi ve ön plâna çıkardı. Pandomima sanatının orada yaygın olmasına nazaran “pandomimci Batı” diyorum. “Tiyatrocu Batı”nın bu hususlarda eline kimse su dökemez, zaten böyle bir niyetimiz ve emelimiz de olmaz. Bizde zâhir-bâtın dengesi esastır; işin güzelliği budur.
Bir meşhur yanılgının altını çizeyim: Batı’nın bazı siyasî, ekonomik ve teknik üstünlüklerini, Batı kültürünün üstünlüğü mânâsına yorumlamak, böyle bir psikolojiye kapılmak. Batı’nın bazı üstünlüklerinin takdiri de, Batı kültürünü benimsemek mânâsına gelmemeli.
Çağlarüstü bir fikriyata ve onun günümüzdeki dünya görüşüne -Mutlak Fikir ve Tatbik Fikri- mensub olan bizler, Batı’dan iktibas ederken, “hikmet, müminin yitiğidir” ölçüsünce gayet rahat davranır ve öz malımızı geri alır gibi alırız.
Kültür ve anlayışımızın bize verdiği özgüvenle, bu hususta bir kompleks sahibi, bir aşağılık duygusu sahibi olamayız. Bu olsa olsa, Batı kapısında aşağılık tavırlarına hergün şahit olduğumuz Batıcı, Kemalist ve Ilımlı İslâmcı ve liberal çapulcu takımda olur; yani Batı çamurunda debelenenlerde olur, bizde olmaz, olamaz. Teknolojik bir gelişmeden dolayı teknolojiye hayran olan ve tapınan salaklardan olamayız, kendi yonttuğuna tapan putperestlerden olamayız.
 
Carlos’un Avukatıyla
 Görüşme
Avukatlarımız gönüldaş Carlos ile görüşmek için formaliteleri tamamlarken biz Carlos’un aynı zamanda eşi de olan avukatı İsabel Hanım’la görüşüyoruz. Kendisine nacizane hediyemizi takdim ediyor ve Carlos’a gönderilen hediye puroyu da verip hikâyesini de anlatıyoruz. Yanımızda Fransızca bilen, Paris’li işadamı olan bir Türk var, tercümanlık yapıyor.
İsabel Hanım, Carlos’un gayet iyi olduğunu, anavatanı Venezüella’nın Devlet Başkanı Chavez’den destek gelse çıkabileceğini söyledi. Kumandan Mirzabeyoğlu’nu “Kumandan” ismiyle tanıyorlar, Kumandan ve Öcalan’dan bahsetti İsabel Hanım.
Güngören’deki patlamalar ardından gitmiştik Fransa’ya. Türkiye’nin ateşli olduğunu söyleyen İsabel Hanım, kendimize dikkat etmemizi de ilâve etti.
Üstad’ın ve Kumandan’ın takdir ettiği fikir ve eylem adamı Roger Graudy’i sordum, röportaj yapma isteğimi ilettim İsabel Hanım’a, onun da avukatı olmasına binaen. Roger Garaudy’nin 95 yaşına geldiği ve hastalıklarla boğuştuğu ve kimse ile görüşmediğini ve yalnız kendisinin ziyaretine gidebildiğini belirtti. Selamlarımızı ileteceğini söz vererek mektup yazmamızı salık verdi ve bir kâğıda Roger Garaudy’nin adresini yazarak bana verdi.
Devrimci selâmlarla vedalaştık İsabel Hanım’la.
Paris dönüşü İstanbul havaalanından şehre giriyorum, hava nemli. Devam eden nemli hava ve benim aşırı hassasiyetim. “Paris daha iyiydi, İstanbul biraz nemli” diyorum dostlarıma. “Seni de mi kaybettik abi?” espirili takılmalarına, “Kuleli Askerî Lisesi’nin önünden Boğaz’ın eşsiz güzelliğini seyrederken, “sadece bu semti Paris’i değer” diye düşündüğümü aktarıyorum ve ilâve ediyorum: “Manevî ve gizemli yönü ile de İstanbul Paris’ten kat kat üstün.” Gönüldaş şerh düşüyor: “Paris’in ne gibi manevî havası var ki?”
Paris’in kültür ve sanat merkezi olmasından bahisle, İstanbul’un bu yönünün ortaya çıkarılmadığından bahsediyoruz. Paris’li metrolarda kitap okurken, bizde ise Batıcı rejim tarafından verilen eğitimin içler acısı durumu ve gençliğin nelere yönlendirildiği malûm. Üstadın “O mânâyı bul da bul! İlle İstanbul’da bul!” diye “Canım İstanbul” şiirinde belirttiği kayıp mânâmız ve o mânânın merkezi İstanbul. Peşinden koşmamız gereken sırrımız, hazinemiz… 
Kayıp güzeli tekrar bulmak ve “İstanbul bizim!” diyebilmek için Kumandan Mirzabeyoğlu’nun ihtarı ve müjdesiyle anılarımı noktalamak istiyorum:
“Kalma geri
Doğru için
Güzel için
İyi için
İleri
Senin ellerinde yükselecek güzel günler
Sen yeniden fethe memur
Sen kutlu asker”




Baran Dergisi 86. Sayı