Cuma günü Ayasofya nihayet aslî hüviyetine kavuşuyor. Müslüman Anadolu Milleti ile ona hayat veren ruh kökleri bu kararla beraber beraat ederken, madde ve mânâ planındaki bir asırlık esareti de bu değişimle sona eriyor.

Burada kullandığımız beraat kelimesinin rastgele bir seçim olmadığını vurgulamak için üzerinde biraz duralım. Beraat, suçlu sanılarak hakkında ceza davası açılan yahut cezalandırılan sanığın, yapılan yargılama veyahut yeniden yargılama neticesinde suçsuz bulunması demektir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi ve sonrasında yaşananlar neticesinde Batıcı zihniyeti haiz olanların yarasa vicdanlarında yapılan yargılamada bizim bu hâle düşmemizin gerekçesi olarak İslâm suçlanmış ve Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasına müteakiben müzeye çevrilmek suretiyle de Ayasofya’nın şahsında İslâm (!) hapsedilmek istenmiştir. Son yıllarda meşhur olan yeniden yargılamalardan biri de mahşerî vicdanda gerçekleşmiş ve senelerdir süren Batılılaşma hareketinin milletimizin meselelerine çözüm yerine sorun ürettiği; teslimiyetçi, işbirlikçi ve kuyrukçu zihniyetin Türkiye’yi ileri götürmesi şöyle dursun bilâkis varlığını tehlikeye attığı idrak edilmiş ve artık kendisini iyiden iyiye dayatan bu gerçekliğe kayıtsız kalınamayarak yapılan yeniden yargılama neticesinde Ayasofya’nın müzeden tekrar camiye çevrilmesi ile beraber İslâm da üzerine atılı bulunan suçlardan beraat ederek yeni bir medeniyet toslaşması için fikir ve aksiyon planındaki kavga meydanında bir kez daha yerini almıştır.

Devlet-i Aliyye’nin son yılları ile Cumhuriyetin kurulmasından sonra, içinde bulunduğumuz vaziyetin sağlıklı bir muhasebesini yapamayarak yahut Batı muhasebesini hafızalaştırarak yaşananların müsebbibi olarak aşk ve vecdini kaybetmiş, zamanın ruhunu elinden kaçırmış ve anlayışı yenileyememiş Müslümanlar yerine her türlü noksandan vareste olan İslâm’ı suçlayan Allah ve Resûlü’nün düşmanlarının tek zararı bizim milletimize dokunmadı elbet. Müslüman âlemi yaşanan bu gelişmeler karşısında nerede birlik suâlinin cevabını da kaybetti ve o günden bugüne parçalanarak Batı tarafından küçük lokmalar hâlinde yutulmaya çalışıldı. Balkanlar, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da son bir iki asırdır Müslümanlara karşı sergilenen maddî ve manevî Batılı vahşetini anlatmaya kelimeler yetmez herhâlde.

İttihat ve Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet ile devam eden kafa tipinin ne kadar sıkıntılı bir zihniyeti haiz olduğunu anlamak için bugün içeride azınlıkta kalan ihanet şebekesi ile Osmanlı bakiyesi Suriye’ye, Mısır’a, BAE’ye, Suudî Arabistan’a bakmak kâfidir. Bunların her biri farklı farklı Batılı, Siyonist devletlerin güdümündeki rejimleriyle hem kendi milletlerinin ve hem de dünya Müslümanlarının başlıca düşmanı konumunda bulunmayı nasıl ki ilericilik addediyorlarsa, o gün içinde aynı vaziyet bu kafa tipi için geçerliydi.

Bizde bir söz vardır, zararın neresinden dönülse kârdır diye. Evet, zaman kasette akan bant olmadığına ve onu geri saramayacağımıza göre, bugün biz Müslümanlara düşen geçip giden günlere yanmak değil, şimdiden yarını inşa etmek ve yeni pişmanlıklara mahal vermemek olmalıdır.

Mısır’ı ele alalım meselâ… Türkiye ile beraber bölgedeki nüfus bakımından en büyük Müslüman ülkesi Mısır, buradaki Ayasofya’nın İslâm’ın hizmetine açılmasından memnuniyet duyması gerektiği yerde buna karşı çıkıyorsa orada bir durmak icab etmez mi? Hakeza bu ülkenin Yahudi ve Batı güdümünde hareket ederek Libya’da Türkiye’nin önüne bir piyon gibi sürülmeye can atmasına ne demeli?

Türkiye “yurtta sulh, cihanda sulh” gibi uyuz köpek soyundan bir siyaseti terk etti etmesine; fakat dışarı açılmak, hakiki ittifaklar tesis edebilmek için nerede birlik suâline cevab bulmak zorundadır. Fikir namuskârı olsun kâfi, lâikinden solcusuna, sağcısından liberaline kadar herkesin üzerinde ittifak edeceği üzere, Türkiye’nin tesis edebileceği birliğin yegâne müşterek paydası vardır, o da İslâm’dır. Bunun dışında kalan demokrasi, lâiklik, komünizm ve sair fikir akımlarının hiçbirisi tarihî, kültürel ve coğrafî bakımdan Türkiye’nin nerede birlik suâline vereceği cevab teşkil edebilecek liyakati haiz değildir, olamaz da.

Arnold Toynbee’nin ortaya attığı, Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun altını kalın çizgilerle çizdiği üzere “İstikbâl İslâm’ındır, çünkü denenmemiş bir o var.” ifâdesinin şafağına gelmiş dayanmış bulunmaktayız.

Geçtiğimiz haftalarda da değindiğimiz üzere, Türkiye’nin İslâm âlemine doğru dışarıya açılma taktiğini bir stratejiye kavuşturması zaruret hâlini almış bulunmaktadır. Evet, Türkiye bir asır sonra tabiî hinterlandı olan İslâm coğrafyasında yeniden fiilî olarak varlık gösteriyor, peki ya fikrî olarak?

Bugün bir Libya ve Katar ile tesis edilen ittifak ve Pakistan ile olan yakınlaşma bile Türkiye ve dolayısıyla İslâm âlemi için bu kadar yol açıcı ve faydalı olurken, bu ittifaka yarın Mısır, Suudî Arabistan gibi ülkelerin de iştirak ettiğini düşünsenize? Tabiî Yahudi Suud ailesi ile boynunda tasması köpek gibi güdülen Sisi ile bu işlerin olmayacağı açık; fakat bütün statükoların altüst olduğu, milletlerarası müesseselerin ve ittifakların bir bir iflas ettiği, Ayasofya’nın bile yeniden cami hüviyetine kavuşturulduğu bugünlerde mevcut statükonun korunacağının garantisini kim verebilir ki? Yarın herkesin kendi canının derdine düşeceği mahşeri günler gelip çattığında, Suud’un, Yahudi’nin, Sisi’nin yüzüne kim bakar? Tabiî her hâlükârda esas olanın dostları çoğaltmak olduğu, düşmanlarımızın zaten yeterince çok olduğu da unutulmamalı.

Geçtiğimiz haftalarda memleketimizdeki Batıcılar ile Yunan için dediğimiz gibi, aslında bunların çıkarı da yeni Türkiye ile beraber hareket etmekten geçiyor; fakat henüz farkında değiller ve inşallah iş işten geçtikten sonra fark etmek zorunda kalmazlar.

Burada tabiî Ayasofya ile beraber gündeme gelen hususlardan bir diğeri de Hilafet müessesesi. Hilâfet, daha önce de defaatle üzerinde durduğumuz üzere esasında siyasî müessese ve bu sıfatı taşımanın şartı da dünyanın en ücra köşesinde zulme uğrayan tek bir Müslümanın hukukunu koruyabilmek. Bu şartı kim yerine getirebiliyorsa, adı konulsa da konulmasa da halife. Bu şartı yerine getiremedikten sonra adı konulsa ne konulmasa ne?

Dolayısıyla burada esas olan bir unvanı geri getirmekten ziyade o unvanın şartlarını yerine getirmeye talib olabilmek, yerine getirebilmekte.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Batı medeniyeti ile Müslümanların aşk ve vecdini kaybetmiş posasının madde ve mânâ planındaki toslaşmasına şahitlik ettik, onlar kazandılar. Şimdi ise İslâm medeniyeti ile kendi kutsallarına karşı aşk ve vecdini kaybetmiş Batı’nın toslaşmasına şahitlik edeceğiz; ve elbette ki biz kazanacağız!

Öyle sanıyoruz ki ilerleyen haftalarda bu bahisleri daha tafsilâtlı bir şekilde yeri geldikçe ele alırız.

Şimdi, Müslümanlar için Ayasofya’da namaz vakti!

Baran Dergisi 706.Sayı