Geçtiğimiz hafta BDDK kararı ile cemaatin en etkin organlarından olan Bank Asya TMSF’ye devredildi. Böylece yaklaşık bir senedir Gülen cemaati mensuplarının ve sempatizanlarının “Bank Asya’yı batıracaklar, neyiniz var neyiniz yok satın Bank Asya’ya yatırın” söylemi de anlamını kaybetti. Bu kez de “bakın dediğimiz oldu, bu siyasî bir karardır” sesleri yükselmeye başladı. Oysa Bank Asya bir seneyi aşan bir süre önce zaten batmıştı.

İlk olarak Bank Asya’nın Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu kararı ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devri nasıl olmuştur ona bir bakalım. Bankaya el konulmasından önce BDDK, imtiyazlı paya sahip ortaklarının kurucularda aranan nitelikleri taşıdıklarını gösterir belgeyi bankadan iki kez istemesine rağmen ikisinde de ek süre talep edilmiş ve belgeler gönderilmemiş. Bu belgelerin gönderilmemesi bile başlı başına Bank Asya’nın yönetimine bir anormal bir vaziyetin hakim olduğunu anlamak için yeterli sebeptir. Diğer taraftan bu belgelerin ilk istendiği tarihten itibaren sorumluluk, kanun gereği, Bank Asya’dan BDDK’ya geçmiş oluyor. Bank Asya’nın iki başvuruda da ek süre isteyerek hadiseyi uzatmasını iki türlü izah edebiliriz: Ya meseleyi olabildiğince sündürüp o arada yurt içi ve yurt dışında kamu oyunu manipüle etmeye gayret etmek, yani bankanın TMSF'nin eline geçmesini engellemek ya da zaten TMSF'nin el koyacağını bildiklerinden bankanın hesaplarını muvazaalı bir şekilde boşaltmak için zaman kazanmaya çalışmak. Velhâsıl, belgelerin bir türlü gönderilmemesi üzerine BDDK, Bankacılık Kanunu'nda bulunan “kurumun etkin denetimini engellemeyecek şeffaf ve açık ortaklık yapısı ve organizasyon şemasına sahip olması” kuralını ihlal etmesi sebebiyle, Bank Asya'nın yönetimini belirleyen imtiyazlı payın yüzde 63'lük bölümünü, TMSF'nin idaresine verdi.

Bank Asya’da Dönen Dolaplardan Bir Kaçı

Basından edindiğimiz bilgiler doğrultusunda Bank Asya’da birçok şüpheli işlemin yapıldığını söyleyebiliriz. Son 7 aylık zaman dilimine baktığımızda kullandırılan kredi miktarında muazzam bir artış yaşandığını görüyoruz. Kanaatimizce bu krediler de, bu oyunun bir parçası. Yani bir taraftan destekçilerine neleri var, neleri yok satarak paralarını Bank Asya’ya yatırmaları telkininde bulunan cemaat, diğer taraftan bankanın, yani destekçilerinin parasının içinde bulunduğu kasasını boşaltmıştır. Gerçi 150 bin liraya kadar olan mevduatlar devlet garantisinde olduğundan ortalama cemaatçi açısından sıkıntı gözükmüyor. 

Dikkat çekici bir nokta ise geçtiğimiz üç aylık süre zarfında kanunen “bankaların imtiyazlı ortaklarına ve bu ortaklarının yakınlarına kredi vermesi” yasaklanmış olmasına rağmen bu türden kişilere ciddi miktarda kredi verilmiş olması. Son 7 ayda verilen kredi ise 3 milyar lirayı buluyor. Bu yaşananlar neticesinde kasası boşalan bankanın pasif hesapları ile aktif hesapları arasında bir dengesizlik oluşması kaçınılmaz. Her ne kadar rakamlarda manipülasyon yapmak yöntemiyle bu dışarıya yansıtılmasa da görmek isteyen herkes burada bir operasyon yapıldığını, gerek basında çıkan haberlerden, gerekse de Bank Asya’nın mudilerin alacaklarını ödemekte sıkıntı çekmeye başlamasından anlayabilir. Bu ayan beyan ortada olan bir nitelikli dolandırıcılık vakasıdır. 

Burada olan yine devlete ve dolayısıyla Müslüman Anadolu insanına olmaktadır; çünkü, yukarıda da dediğimiz gibi, kanun gereği mevduat sahiplerinin yatırımları devlet güvencesindedir. Bank Asya meselesinde sözü edilen bir milyar dolarlık açık da hazinenin kasasından çıkacaktır. Kendi kuyruklarına basılana kadar meydanlara çıkmaya karşı olan cemaatin “boğazımızdan haram lokma geçmedi” sözlerinin aslı astarının olmadığı bir kere daha ortaya çıkmış oldu. Basit bir hesapla Türkiye’deki her kişinin 13 liralık hakkını gasp etmişlerdir. Bu da tabiî zarar bir milyar dolarda kalır ise… 

Bakalım TMSF ve BDDK bu durumu net bir tablo ile önümüze koyabilecek mi? Hilekarlıkta uzmanlaşmış böyle bir yapıya, bütün bu hırsızlıkları yap diye neredeyse bir sene mühlet verilirse olacağı buydu diyoruz. Her şeyi kılıfına, kanuna uydurmayı çok iyi bilen profesyonel bir şebeke ile karşı karşıya olduklarını bilmeleri gerekirdi. 

(Bank Asya meselesinde bahsi geçen rakamların abartılı gelmemesi ve hatta bu rakamlardan daha büyüklerinin söz konusu olabileceği ihtimalinin bulunduğunu gözler önüne sermesi bakımından Bank Asya’nın kendi internet sitesinde aldığımız 2013’ün tamamı ve 2014 yılının üçüncü çeyreğine kadar olan zaman dilimine ait finansal tablosunu yayınlıyoruz. Tabloda dikkat çekici nokta ise bir şekilde dengelendiğini düşündüğümüz bu rakamların neticesinde bile Bank Asya’nın 2014’ün üçüncü çeyreği itibari ile 301 milyon Türk Lirası net zararıda olduğunun alenen beyan edilmiş olmasıdır. Kamuoyuna 301 milyon gibi bir rakamın duyurulmasından imtina edilmediğine göre gizli kapılar ardında ne hesaplar dönmektedir, varın siz düşünün.)


Bank Asya’ya Müdahalede Neden Geç Kalınmıştır?

Cemaatin her şeyi maddî menfaate bağlayan yapısı itibarıyla finans sektörünü elzem görmesi ve dolayısıyla, cemaatin en merkezî kurumlarından birisi olmasına mukabil Bank Asya’ya müdahale etmekte geç kalınmasının sebebini üç başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, BDDK içinde yuvalanmış cemaatçilerin engellemeleri hemen aşılamamıştır. F. Gülen'in tapelerinden, BDDK içinde en az üç üst düzey görevlinin cemaatçi olduğunu anlıyoruz. Bunların görevden alınıp yenilerinin atanmasıyla süreç başlatılabilmiştir. İkincisi, zannımızca, bir taraftan uluslararası konjonktürün bu hamleye uygun bir hâle gelmesi beklenirken, diğer taraftan Türkiye kamuoyu buna hazırlanmıştır. Bankacılık sektörü, finans ve kredilendirme anlamında daima uluslararası sermaye ile organik bir bağ içinde olduğundan, dikkatli davranılması gerektiğini düşünmüş olmalılar. Üçüncüsü ise, bu hırsızlığa bilerek göz yumulmuş olması. Böylece cemaatin sürekli gündemde tuttuğu helal-haram mefhumları kendi aleyhine kullanılabilecekti. Bu düşüncenin müdahalenin bu kadar gecikmesinde tesiri olduğu kanısındayız. Ama ne olursa olsun, Bank Asya’da dönen dolapların farkında olunmasına rağmen her meselede olduğu gibi bu meselede de güdülen muvazaacı, kuralcı ve kaideci rota sebebiyle müdahalede geç kalınmıştır. Bu geç kalmışlığın maliyeti ise her geçen gün artarak devletin dolayısıyla milletin sırtına yüklenmiştir.

Her fırsatta cemaatin bir darbeye teşebbüs ettiği dile getirilse de, darbenin ancak bir karşı darbe ile engellenebileceği idrak edilememiştir. Eğer gerçekten bir istiklâl mücadelesinin içerisindeysek, bizzat CB'nin ağzından MOSSAD emrinde olduğu ifade edilen paralel yapının tüm inlerine, buna büyük sermaye grupları da dahil, girmekten imtina edilmemeli ve bu fiillerin kanunî zemini tez elden hazırlanmalıdır. Çünkü mesele milletin ve devletin topyekûn istiklâlidir ve istiklâle giden yol ne yufka yüreklilerle, ne muvazaacılarla, ne de peşkeşçilerle aşılır; istiklâle giden yolda engelleri aşacak olan, ancak dâvâ ahlâkını kuşanmış, gözü pek şahsiyetlerdir.

Türkiye’de Bankacılık Sistemi

Bank Asya vesilesiyle Türkiye’deki bankacılık sisteminin de incelenmeye ve düzenlenmeye, hatta baştanbaşa değiştirilmeye muhtaç bir görünüm arz ettiğini belirtelim. Bir devletin bağımsızlığından söz edebilmek, o devletin iktisadî prangalarından kurtulabilmesinden geçer. İktisadî prangalar ise finans üzerinden vurulur. Bu sebeple finans sektörünün millî olması hayatîdir. Bu millileşmenin gerçekleştirilememesi sebebiyle geçmişte Türkiye’de bankaların ülke ekonomisini ne hâllere getirdiğini ve bu yükü milletin omuzlarına yükleyip nasıl defolup gittiklerini biliyoruz. TMSF ve BDDK’nın bankalar üzerindeki etkinliği yetersizdir. 2001 krizi sonrasında alınan önlemler sadece denetimin artırılmasına yönelik olup, Bank Asya örneğinde olduğu gibi denetim mekanizmasının delinmesi neticesinde müdahalenin geciktiği her anın külfeti vatandaşa yüklenmektedir.

Asıl üzerinde durulması gereken ve en elzem olan nokta ise Türkiye piyasasındaki tüm bankaların toplam hisselerinin  %70’ inin yabancı veya yabancı görünümlü yatırımcılara ait olması. Piyasa yapıcı bankalar olarak bilinen ve finans sektörüne yön veren büyük bankaların hemen hemen tamamının sermayesi yabancı kaynaklıdır. İlginç bir not olarak ekleyelim; 1987’ de Hüsnü Özyeğin tarafından kurulan Finansbank’ı devralan Yunanistan Ulusal Bankası (National Bank Of Greece- NBG), Yunan Ortodoks Kilisesi’nin bankasıdır ve Finansbank’ın hisselerinin %83’ü bu bankaya aittir. Keza piyasa yapıcı bankalar olan Denizbank, Deutsche Bank, HSBC Bank, ING Bank ve diğerlerinin hisselerinin kimlere ait olduğunu burada uzun uzun saymaya gerek yok.

Yabancı sermayeli bankaların en büyük zararı, Anadolu’ da üretilen maddî değerleri yani millî servetimizi neredeyse hiçbir külfete katlanmadan bağlı bulundukları ülkelere aktarmalarıdır. Burada, kâr transferinin vergi ödendikten sonra mümkün olduğu itirazı ileri sürülebilir. Ancak, o kadar yüksek kârlar elde etmekteler ki, bu vergi kamunun genel alacağını dengeler bir görünüm arzetmiyor. Muhtemelen yaptıkları, bizim bilmediğimiz ayak oyunlarını hesaba katmıyoruz bile. Hülasa, liberal ekonomik sistemin sömürü araçları olan bu kurumlar, bir türlü millîleşmeye gidilemediği için milletin emeğini her gün çalmaya devam etmektedirler.

Bankacılık sisteminde genel bir millîleşmeye gidilemediği gibi isminin başında “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi bulunan ve Türkiye’deki makro ekonomik şartları belirleyen kurum olan Merkez Bankası bile tamamıyla millî değildir. Merkez Bankası’nın hisse dağılımı dört kategoriye ayrılmış ve A, B, C ve D sınıfı hisse senetleri olarak adlandırılmıştır. Merkez Bankası’nın resmî internet sitesinde şu ifadeler yer almaktadır:

“A sınıfı hisse senetleri hazineye aittir ve Banka sermayesinin %51’inden aşağıya düşemez B sınıfı hisse senetleri Türkiye’de faaliyette bulunan millî bankalara ayrılmıştır. C sınıfı hisse senetleri, millî bankalar dışında kalan diğer bankalarla imtiyazlı şirketlere ayrılmıştır. D sınıfı hisse senetleri de yine Türk ticaret müesseselerine ve Türk vatandaşlığını haiz tüzel ve gerçek kişilere tahsis edilmiştir.”

Bu ifadeler bize merkez Bankasının tamamıyla millî bir kurum olmadığını ihtar ediyor. Her ne kadar yönetimini hükümet atıyor olsa da, son bir kaç senedir en üst mevkide bulananlarca bu kuruma yönelik şikayetler, işin yönetimi atama ile bitmediğini gösteriyor. Bilhassa B sınıfı hisse senedi sahibi iştirakçiler açıklanırken kullanılan “millî bankalar” ibaresine de kanmamak gerekir; çünkü piyasada millî banka bulunmamakta. Bu millî diye yedirilen gayrı millî bankalara Merkez Bankası’nda ayrılan pay ise %25’tir.

Velhasılı kelam üzerinde durmamız gereken şudur ki, bugün Merkez Bankası’ndan faiz indirimi yapması, politikalarını düzeltmesi beklenmemeli, merkezden başlayarak finans sektöründe bir millîleşme süreci tez elden başlatılmalıdır. Bunun hukukî zemini ve iktisadî şartları bir an evvel oluşturulmalıdır.


Baran Dergisi 422. Sayısı