Şuna inanın arkadaşlar, bizi engelleyenler dışımızdakiler değil, içimizde olanlar! Bizi, ne gariptir ki, üstelik “bu çağda” “ademe mahkûm” etmeye çalışanlar düşmanlarımız değil. Onlar gördüler göreceklerini çünkü. Ya “içimizde” dediğimiz “İslâmi kesim”deki bazıları? Bu ayrı bir yazı konusudur, belki isim isim, grupçuk grupçuk, birileri bunları yazar, kim bilir?

Her şeyin yerli yerinde olduğu anda, yokluğu ile imkanları sıfırlayan “ihtilalci şuur eksikliği” mevzuu; Mirzabeyoğlu’nun en başa alınacak tesbiti. 

Kargaşa, kaos, anarşi vs. 15 Temmuz’dan sonra insanımıza güven geldiği kuşkusuz; lakin bu güvenin “köprüaltı çocuğu jargonu ve tavrı” ile karıştırılmaması gerekir. Bu, güven değildir; çünkü “tiner etkisi” geçtiğinde aslî “kuzu haline” dönüş gerçekleşir. Bahsettiğimiz bu “özellikten” darbe sırasında sokakları, meydanları dolduran, tank peşinde koşan milyonları ayırıyoruz; onlar samimi bir şekilde hesapsız halet ile ortaya çıkanlar. Gülenistlerin güce yön verdikleri dönemde onlardan yana olup, seslerini çıkarmayan, destek olan, devran döndüğünde ise “Reisss... Başkannnn...” diye ortaya çıkan tiplerden söz ediyoruz. “Reisss” yerine “Reis” diyenleri de var bunların ve en tehlikeli gruplar da gerçekte bunlar. 

İBDA olarak bu hususta oldukça rahatız. BİZİM bu şekilde, “aşırı yalaka” tavra bürünüp “Reis” demediğimiz, diyemeyeceğimiz, iyi işleri teşvik, yanlış veya hatalı bulduğumuz durumları tenkit ettiğimiz, malum. Gizleyecek bir şeyimiz yok. Rahatlığımız, buradan. 

Rüzgar gülü olanların, daha “üç gün önce” Erdoğan’ın “yanına” taşınanların, İBDA’nın bu duruşunu tecessüs içinde haset tavırlar ile izledikleri de açık. Bunu kabul etmek, bir tespit, realite olarak tabii; tabii olmayan ise bunların önlerine geleni, sadece BİZLERİ de değil, kendilerine zıt gördükleri bir fikir serdettiklerinde hemen “Erdoğan karşıtı” olarak gizli-açık itham etmeleri, “Reisss’e de jurnallemeleri!” Üstelik bunu da “en Reisçi olarak” yapmaları! Ve bu “maske” altında da “ajan’dalarının” içindekini gerçekleştirmeye uğraşmaları gözlerden kaçmıyor. Bunu hem güncel hem hayati bir mesele üzerinden tespit etmek mümkün. 
*
DİB başkanı Ali Erbaş’ın “hutbe”si üzerinden ortaya tekrar çıkan BARO meselesi, bahsettiğimiz iş için ideal.

Baroların yaptığı açıklama sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Baro değişikliğini raftan indiriyoruz.” açıklaması ile önce bir sessizlik hakim oldu o çevreye. Ardından sosyal medya üzerinden “Çoklu Baro bir FETÖ projesidir.” açıklamasını yaptılar. Çoklu Baro nereden çıktı diye düşünürken, Parti yanlısı ve ilgilisi, “Erdoğancı”, “Reisss”çi diye bilinen hukukçular, liberal birinin başlattığı kampanyaya destek vererek, Çoklu Baro karşıtı, “yönetimde nisbi temsil” yanlısı açıklamalar yaptılar. 

Görünen o idi ki, Ak Parti’nin ve Erdoğan’ın bahsettiği baro düzenlemesi “nisbi temsil!” 

Tartışma başladığında, ortalık sessizlik içine girmeden önce, geri adım atılmasına engel olmak ve karşı tarafa da korku vermek için “Özgür Baro’ya kanuni izin verilmesi gerektiği” üzerinde durmuştuk, sosyal medyada. Elbette bu öneri “şartların dayattığı” geçici bir çözüm olarak görülmeliydi. Açıkça, barolar ve Ak Parti çevresi, birden bire Özgür Baro yani Çoklu Baro karşıtı açıklamalar yapınca, şaşırmıştık. 

Şaşkınlığımız ise şundan dolayı: Mahut kafaya sahip “düşmanların” Özgür Baro/Çoklu Baro karşıtı olmalarını anlamak mümkün ama “içeridekilerin”, yani Ak Parti çevresinin böyle düşünmesi, hiçbir şeyi değiştirmeyecek “nisbi temsil” üzerinde tavır koyması şaşırtıcıydı! 

Barolar Birliği Başkanı ile 2014'de yaptığı tartışma akabinde bizzat Erdoğan’ın ÇOKLU BARO çalışmasına emir verdiğini bildiğimizden, “içeriden” böyle bir davranış garip geldi elbette. Acaba Erdoğan fikir mi değiştirdi diye ufak bir soruşturma yaptığımızda, hâlâ aynı fikirde olduğunu da anladık. O zaman da bu şaşkınlık halimiz yukarıda bahsettiğimiz “tespit”i doğruladı: Şaşkınlığımız, bu kadar hayati bir meselede dahi Erdoğan karşıtı görünmeye cüret etmelerine dair, kısaca! 

2017 referandumunda bulunan belki de “tek dişe dokunur” madde, HSYK’nın imhası, yerine HSK’nın kurulmasıdır; böyle başlayan süreç, “devlet içindeki unsurları” tasfiyeye kanunî imkan vermişti. Tabiatıyla aynı ayağın (adalet mekanizması) devlet dışı unsurlarına da “dokunulması” gerekmektedir ki, iş bütün halinde yapılmış olsun. Devlet dışı kurumların bundan azade kalması düşünülemez; üstelik Ulusalcı kanat ile FETÖ “iltisak ve irtibatı” olan avukatların Barolardaki hakimiyeti ortadayken... Baro yönetimleri ile üyelerinin arasında “inanç ve fikir ayrılığı” olduğu, üyelerin ekserisinin malum türden açıklamalara karşı oldukları da bilinen bir husus!

Ulusalcı ve FETÖ “bağlantılı” ekibin önemli barolardaki hakimiyetlerinin sebebi, karşıtların bir veya iki grup değil çok parçalı halde olmaları ve “nisbi temsil” maskesiyle bu gruplardan birini “yönetime” çektiklerinde idareyi ele geçirmeleridir. Bunun yönetim seçiminde kırılması “bu şartlar altında” pek mümkün değilse ve kalıcı bir düzenleme yapmaktan da uzaksanız, yapılacak tek iş, Çoklu Baro’ya izin vermek ve “çok seslilik” ile etrafı “sise boğmak” olacaktır elbette. Bizim bu teklifi ortaya atmamızın sebebi, budur. Elbette her şey eski tas eski hamam devam etsin istemiyorsanız.

Baro mevzusunda asıl önerimiz, şimdiki haliyle kurulmuş birtakım kurumlar (“genel kurul” mesela) veya kimi il barolarınca yönetim kurulunun daha geniş şekli hâlinde tasarlanıp “çoğulculuk” maskesini taktıran hâliyle değil de, kanun ile kurulması zorunlu olan ve yönetim seçimi dışında ayrıca yapılacak bir seçimle oluşturulacak “BARO MECLİSİ”dir. 

Mesela, halihazırda İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerini şu veya bu sebeple “yönetim” olarak CHP almış  durumda. Buna mukabil belediye meclislerinde durum farklı; orada Ak Parti ve MHP hâkimiyeti var. Dolayısıyla yönetim “topal ördek” hâlinde. Teklifimiz olan BARO MECLİSİ kanun haline getirildiğinde Barolardaki ulusalcıların da “topal ördek” olacağı açıktır. BARO MECLİSİ’ne sunulmadan bütçe kaynaklı işlerin ve basın açıklamalarının yapılamamasını kayıt altına aldığınızda, Meclis’in teşekkülü, yönetim seçiminde birtakım menfaat birliktelikleri hesabı üzerine kurulu “hayali irade”yi değil de “gerçek iradeyi” göstereceğinden, yani kimilerinin sarıldığı ve sevdiği tabirle “daha demokratik” olacağından, küstahça açıklamalar yapamayacaklarından da kuşku yoktur.
*
Yeni Türkiye, Yeni Sistem diye çığlıklar atılırken, bunun önündeki (dikkat ediniz Yargı’dan bahsediyoruz!) en büyük engeli ortadan kaldırıcı bu yola girilmesi gerekirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu önerirken, “içimizdeki” unsurların karşı fikir beyan etmelerini sıradan “fikir istişaresi” olarak görmemek gerekir. Ortada bir fikir yok çünkü. Sadece “tek elden” çıkmış, yayılmış, “Beyefendinin danışmanı falanca ve filanca da böyle düşünüyor.” vurgusu yapılarak ortaya konulmuş içi boş bir öneri var. Baroların Çoklu Baro fikrine daha telaffuz edilmeden hemen karşı çıkmaları, ama “nisbi temsil” üzerinde tek laf etmemeleri de “manidardır.” Nisbi temsil şu anda zaten uygulanmaktadır, nesini öneriyorlar anlamak mümkün değil! Yönetimin “ortaklık” teklifi yapacağını düşünecek kadar “garip” olamazlar herhalde. Yönetim önemlidir tabii ama daha da önemli olan “her an denetlenebilir” olmasıdır. Bizim “BARO MECLİSİ” teklifimiz tam da budur. 

Elbette aslolan “yeni Türkiye”den bahsederken “eski Türkiye” kafasının hâkimiyetini her sahada topyekûn ortadan kaldırmaktır. Fakat bu yapılamıyorsa, yukarıdaki teklifimizi yapabilmek mümkün. Ama “bu çevre ve bu şartlar altında” bu da ertelenebilir. “Buna zorlamak” ve tekeli kırmak, geçiş dönemi usulü olarak zorlanmalıdır. Bizim bu anlamda teklif ettiğimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da istediği Özgür Baro/Çoklu Baro düzenlemesi bir an önce ilan edilmelidir. 
*
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansı öncesinde, kendisine “nezaket” ziyaretinde bulunan Erdoğan’ın, yeniden yargılanma süreci hakkında bu husustaki tavrı belli olmakla beraber, “biraz geç oldu” dediği nakledilir. Bu “gecikmenin” sebebinin ne, nasıl ve kimler vasıtasıyla olduğunu da “baro özelinde” yazdıklarımızdan anlayabiliriz. Elbette, yeniden yargılama kararının kabul edilmesinin ardından görülen davada beraat etmesine ve bu kararın onaylanmasına mukabil gerek emniyette, gerek yargıda Salih Mirzabeyoğlu’nun adının hâlâ “terör” kelimesiyle yan yana telaffuz edilmesinin sebebini de anlayabiliriz.

“Demirel'in yetimleri”, “liberal sol aydınlar” ve onların altında iş gören “islamist aydınlar” Müslüman Anadolu halkının teveccüh gösterdiği Ak Parti’yi esir almış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rağmen iş yapıyorlar ise, birilerinin oturup düşünmesi gerekir. Bunu da “değişimin” milletin istediği yönde olmaması, eski sistemin ufak “restorasyon”larla devamını sağlamak için faaliyette bulunulduğu tesbitiyle birlikte düşünmek gerekir. 

“Çevresi”ndekilerden bahsetmemizden mâdâ “Ama hâlâ çevresinde tutuyor onları.” cevabı verilebilir. BİZ “reisçi” değiliz; milletin menfaatine olan işlerde destek verdiğimizi, tersini gördüğümüzde de tenkit ettiğimizi belirttik. Elbette unutulmamalı ki; mühür kimde ise tebrik de tenkit de onadır, arkada başka işler çevirenleri kimse umursamaz!


Baran Dergisi 699.Sayı