İslâma Muhatap Anlayış’ı kendisine referans almaya çabalayan kişi/toplum (toplum da kişilerden ibaret), yani yobazlık kara deliğince yutulmaktan kaçan kişi/toplum, önce referans almaya çalıştığı fikirden kendinde olanı yansıtsın ki, çevresindekilere de davasını telkin edebilsin... Elbette “Bütün Fikir”den nasibi olmayan kimsenin harcı olmasa gerektir bu iş…
***
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Vahhabî itikadına sahip bir “vaiz”e çıkıştı. Çıkışma vesilesi uygundur, değildir; söyledikleri haktır, bâtıldır, bunlar ayrı bir yazı mevzuu… Lâkin Cumhurbaşkanı, “Vahhabî Orman Bakanı” payesine layık Nurettin Yıldız isimli bu vaize ve saz arkadaşlarına karşı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve İlahiyatları göreve çağırdı. Elbette Ehl-i Sünnet cepheden gelen “İlahiyatlar çok mu düzgün!” “Diyanet, kurum olarak daha burnunun önünü göremiyor” mealindeki sözleri tekrarlayacak değiliz. Ortada Cumhurbaşkanı’ndan, yurdun en ücra köşesinde ilim tahsil eden medrese talebesine ve dahi meyhanede pinekleyen ayyaştan daha bedbaht vaziyetteki ilahiyatçılara kadar mutabık kalınan bir nokta var ki; o da farklı farklı ihtiyaçlardan doğan, bir dinî otoritenin olmadığı vakıasıdır. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hükmettiği yıllar boyunca Müslümanlar, daha rahat ilim tahsil edebilir oldular, dine olan iştiyaklarını çeşitli yayınlarla, sohbetlerle gidermeye çalıştılar. Fakat tüm bu rahatlama ile beraber, bir tutam sakalı olan ve biraz da Arapça bilen herkes kendine bir yayınevi, dernek, vakıf açtı. Kim ne öğretiyor, bunun usulü nedir, öğretenin icazeti hani? Bunların hiçbir ehemmiyeti kalmadı, çünkü denetim mekanizması yok, milleti uyaracak kurum yok… Zaten dinini anadan-babadan alan insanımız da “hoca” diye bu “âhir zaman şeyhleri”nin halkasına katıldı. “Allah gökte midir, değil midir?” “Mezheplere gerek var mıdır, itikadî mezhepler bid’at mıdır?” “Tasavvuf şirk midir; şu, şu müşrik midir?” tarzındaki sorular ve tartışmalar ile temiz itikadlarıyla ahiretlerini yitirenler oldu şüphesiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laikliği, laiklikle çelişmediği nisbette de demokrasiyi referans alan Kemalist bir devlet olduğu malûm. Bu devlete kapıkulu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ise dinî denetim kurumu işini hakkıyla yerine getiriyor elbet; nerede Ehli Sünnet’e mugayir bir yapı varsa, ona muslukları açıyor. Ehl-i Sünnet yapılar üzerinde sıkı bir tahakküm kurarak laik devletin aleyhine olacak bütün hareketlere ivazsızca tavır takınıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta söylediği sözlerden çıkardığımız; hikmetten yana nasipsiz, diyalektiği zayıf, odun kafalı, kazandırmak yerine kaybettirmeye, kolaylaştırmak yerine zorlaştırmaya yeminli bu din simsarlarının Anadolu topraklarında yerlerinin olmadığıdır. O halde olması gereken nedir? Bu tarz aşırılıkların önü nasıl alınabilir? Yokluğu hissedilen “dinî otoritenin” sağlanması, isimden ibaret kalmayacak ise, ancak mevcut rejimin değiştirilmesi ile mümkündür. Her rejimin bir ahlâkı vardır ve bu ahlâkın örgüleştirdiği bir hukuk sitemi… Şeriat ise kendinden kıl kadar eksildiğinde, ortada kalmayandır. Bir taraftan Batı menşeili kanunlar yürürlükte iken, diğer tarafta “dinî bir otorite” olamaz; o dinî kurum ki, kukla olmayacak ise her alana şamil hukuk sistemine tabiî olarak el atacaktır. Kendisine ümit bağladığımız Cumhurbaşkanı’nın, yobazlara karşı göreve Diyanet ve İlahiyatları çağırması da elinde başka seçeneği ve dahi şu anlık cesaretinin olmayışındandır. Bu vasatta, Ehl-i Sünnet Müslümanlar adına konuşma selahiyetine sahip hocaefendilerin ise görmezden geldiği budur. İlm-i siyâset gereği fırsatını beklemek bir yana, hocaefendilerimiz ne yazıktır ki yobaz ve sapkınlara karşı sistemli bir duruş sergileyemiyor! Bilakis güttükleri “onları daha fazla kaybetmeme, kazanma” politikaları neticesinde milletimizi kaybediyorlar. Hoca “hu” dese cemaat “hay” diye nara atarmış…

Biz mezhepsizliğe nefsani bir dürtüyle karşı değiliz! İdeolocyamızın kaynağı “Mutlak Fikir”in hâkim olmadığı bir devleti benimsemek de en iyimser tabirle bir tür mezhepsizliktir. “O devletin idarî makamlarında biz olsaydık mutlaka şunları, şunları yapardık” dediğimiz şeyleri yaptığı nisbette, biz de o işlerde devleti destekleriz; tıpkı bugün olduğu gibi. Kendini şakşakçılığın hızında kaybedenlerin anlaması lâzım gelen de budur. Şah-ı Nakşîbend Hazretleri’nin kurtulduğunu müjdelediği büyük devlet adamı Sahibkıran Timur, “Tüzükât”ında olması gereken kerîm devlet hakkında, olmaması gerekenler üzerinden şunları söylemektedir: “Yine benim tecrübemle sabittir ki, hangi devlet eğer dinî ve ahlâkî temel üzerine kurulmazsa ve de onun siyasî işleri töre-tüzük kanunlarına sıkı bağlanmaz ise, öyle devletin câzibesi gider, heybeti yok olur. Böyle devlet çıplak kişiye benzer ki, onu görenler iğrenip gözlerini yumarlar. Veya bir eve benzer ki, onun üstü açık, kapısı, perdesi yoktur; insanlar, insan olmayanlar sık sık girerek ayakaltı ederler.”
***
Türkiye, çok nazik bir süreçten geçiyor elbet; fakat her dem nazik süreçten geçtiğini göze alırsak, bunun bahane olarak öne sürülmesi art niyettendir. Hakkımız olan topraklarda burçtan burca sancak dikerek, tarihî misyonunu bir yönüyle ifa ediyor Türkiye. Lâkin insan kadar devlet için de geçerli olan “iç oluşunu tamamlayıp tamamlayamadığını dış oluşundan anlama” ilkesi ışığında baktığımızda gördüğümüz manzara iç açıcı değil. Din-i Mübin-i İslâm’ın bu topraklarda hâkim kılınması talebi her daim önceliğini koruyan bir husus. Bir an evvel, varlık gâyemiz olanı gerçekleştirmek adına, ilk tesis etmemiz gerekeni dillendirmek, gündemi meşgul etmek değil; bilakis üstü örtülmeye çalışılan, ertelenen gündemin üzerindeki tozu toprağı silkelemektir.
***
“Bugün Allah’ı, Kur’ân’ı ve Resûlünü bilmeyen, haberdar olmayan yok; imân eden veya etmeyen var. Tek kelimeyle İslâm’ı duymayan ve haberdar olmayan yok; onu öğrenmek isteyen veya istemeyen, onun tatbik edilmesini isteyen veya istemeyen var.” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız sh.175)



Baran Dergisi 583. Sayı