Sözün başı ve işin hakikati; Başyücelik Devleti ne ırka dayalı bir Türk devletidir ne de Kürt yahut Arab Devleti. Başyücelik Devleti, İslâm’a sımsıkı bağlı olma kaydıyla kendini Ehli Sünnet ve’l Cemaatin ölçülerine teslim etmiş, İslâm’a Muhatap Anlayış zaviyesinden örgüleştirmiş, Büyük Doğu-İbda dünya görüşü çerçevesinde şekillenmiş İSLÂM ÜMMETİNİN DEVLETİ’dir. Bu devlette hiçbir kavmi dışlama söz konusu olmadığı gibi hiçbir kavmi önceleme ve yüceltme de söz konusu değildir. Başyücelik Devleti’nde kavimleri muhatap alan bir temsil makamı yoktur; aksine hangi kavimden olursa olsun -ki isterse bu kavmin mensubu 3-5 bini aşmasın- insanı muhatap alan adalet ve merhamet anlayışı vardır. Bütün bunlar bir temenni yahut bir ‘ütopik’ anlayışın yansımaları değil, halihazırda mücadelesi yapılan ve 200 küsur eserden müteşekkil dev bir külliyatla ortaya konan Büyük Doğu-İbda fikriyatınca ilan edilmiş dünya görüşünün resmidir. Bu işin ehline, Büyük Doğu Mimarı’na müracaat edecek olursak; “BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip...· Maddî ve manevî sınır dışı ırk gayreti, kavim hırsı ve toprak iştahı, sadece alâkasız olduğumuz bir iş sanılmasın!.. Büyük ve gerçek kurtuluş adına, yüzdeyüz düşmanı sıfatiyle alâkalı olduğumuz ve karşısında cephe tuttuğumuz zıt ve bâtıl hedeflerden bir tanesi!..” (NFK, İdeolocya Örgüsü,)
İslâm coğrafyası, alakalı-alakasız, şu veya bu şekilde kavim merkezli, ideolojik bütünlüğü olmayan ve psikolocya mevkiini aşamayan tartışmaların içine yıllar öncesinden sürüklendi. Bu sürüklenme esnasında zihinleri iğdiş etmek ve aynı zihinlerden geçmişi silmek isteyenler yeni argümanlar, yeni metinler, yeni ‘idealler’ ortaya attılar. Artık herkesin bir “kızıl elma”sı, herkesin bir düşmanı, herkesin kavmi vardı. Elbette bununla yetinilmedi; farklı milletlere ait mitler, yakınlık ve kültürel bağlılık sebebi ile ‘o kavme mahsus bir şekle dönüştürülerek’ tarihî köken, akide, mensubu olduğu kavmi seçkinleştiren ideolojiler icat edildi. Nihayetinde artık istesek de içimizden söküp atmakta zorlanacağımız bu kanser mikrobu ile yaşamaya başladık. Herkes kendi argümanını güçlendirici delilleri Kur’an ve Sünnet’te aramaya başladı. Irkçılığı/kavmiyetçiliği reddeden, mesela, bin hükmü kenara koyup sadece köke işareti ve asliyeti hatırlatan bir hükme sarılıp bu psikolocyayı ‘kendi istediğimiz tarzda’ sürdürmeye koyulduk.
Mevzuu ile ilgili Kumandan’ın ‘Adımlar’ adlı eserine müracaat edersek; “Türkçülük veya Kürtçülük, tek kelimeyle kavmiyetçilik, ırkçılık; bu, Necip Fazıl'ın diliyle söylersek, ‘bir ideolocya değil, psikolocya’dır... Bu psikolocya etrafında hudutsuz inceliklerle hiçte gezmiş Batı yanında, bizimkiler zaten kel-keleş ya, hepsini birden kuşatıcı biçimde hükmümüzü bildirelim: Bu psikoloji, çayırda zıplayan bir sıpanın kendi fizik imkânından duyduğu memnuniyetten fazla kıymete değer değildir... Kavmiyetçiliğin verdiği heyecanın, üstün fikir önünde kıymeti bu kadar!.. Zaten ne kadar çabalasanız, bu asıl için bir muhtevâ tertib etmek zorundasınız: İdaresiyle, ekonomisiyle, eşyayı algılayış biçimiyle... Neticede, o keyfiyete göre bir ırkçılık veya ırkçılığın seçtiği keyfiyet tipi olacak ki, bu durumda da aynı ırkta bile ayrı keyfiyet talebleri belirecektir... Oysa işi tersinden alıp ‘Türk-İslâm sentezi’ gibi bir garâbete ve Kürtçülük için sola çark etme gibi aynı garabete düşüleceğine, milliyetçilik bir keyfiyet dâvası olarak bilinip kavim de o keyfiyeti aksettirici edâya ısmarlansa, hem milliyetçiliğin hakikati ortaya çıkar, hem de ümmetçiliğin... Ünlü Fransız mütefekkiri Bergson'un dediği ve Üstadım Necip Fazıl'ın sıkça aktardığı gibi, milliyetçilik, sobanın kenarında kıvrılmış bir kedinin o umumî edâsı, tabiî hâlidir... Tıpkı, fizik özellikleri içindeki erkek ve kadının, o fizik içinde erkek ve kadın keyfiyetini tüttüren edâ ve tabiî hâl gibi; eğer bunlar, ‘ben erkeğim’ veya ‘ben kadınım’ diye işi fizik özelliğine dökerek ortaya çıkarlarsa, şüphe doğar... Bu mânâlar çerçevesinde açıkça söyleyeyim: Kavmî asabiyetle ortaya çıkan Türk, Kürt, Çerkes, Lâz, Azerî, Arab, falan ve filân, ayağı kırık itten fazla bir değer sahibi değildir... Elbette bunu böyle gören Müslüman da, Türk'tür, Kürt'tür, Çerkes'tir, Lâz'dır, Azerî'dir, Arab'dır...” (Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar,)
Başyücelik Devleti ırkçılığı ve kavmiyetçiliği reddederken kavmin hakikatini de reddetmez. Hucurat suresi 13. Ayette Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık; haberiniz olsun ki, Allah yanında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki Allah, bilendir, her şeyden haberdardır.” Bu “Mutlak Hüküm”den mülhem kavimlerin kendilerine mahsus dil, coğrafya, topluluk olarak bir arada bulunma arzusuna saygı duyulur; eğitim, gelenek gibi hususlarda İslâm’ın alabildiğince sınırsız edep ve ahlak ölçüleri dairesi içinde kalmaları kaydıyla istediği gibi yaşamalarına müsaade edilir. Hatta daha rahat yaşamaları için gerekli ihtimam gösterilir. Bu çerçevede yeri gelmişken topluluk olarak yoğun olarak yaşanılan bu bölgeler Kürt eli, Türk eli, Laz eli olarak adlandırılabileceği gibi Kürdistan, Lazistan, Türkistan olarak da adlandırılabilir. Bu durum kavmî anlamda günümüzde yaşanan ‘psikolocyayı’ kırmada, anlamsızlaştırmada da en zarif adlandırmalardan biridir. Nihayetinde Başyücelik Devleti kendini Misak-ı Milli sınırları ile sınırlamayan, kıtaları aşan muazzam bir coğrafyaya ‘hâkimiyet’ iddiası güden bir ideolojik alt yapıya sahiptir. Her çeşit dilin rahatça konuşulduğu, dilediği şartlarda dilediği miktarda eğitimini aldığı, bütün bunları yaparken de resmi olarak ilan edilen İslam alfabesi ile istediği dilde istediği kadar kitap, film, sanat eseri ürettiği bir zemin söz konusudur Başyücelik Devleti’nde. Yeter ki İslâm edeb ve ahlâkının, ölçü ve müsaade sınırlarının dışına çıkılmasın, hududullah aşılmasın. Başyücelik Devleti’nde bunu hak-hukuk mânâsında inkâra dayalı tartışmanın ehemmiyeti bile yoktur. Nihayetinde hangi kavimden olursa olsun Başyücelik Devleti’nin idare mekanizmasının en küçük memuriyetinden en üst birimi Yüceler Kurultayı’na kadar bütün alanlarında herkes görev alabilmektedir. Bunun için işin ehli olma dışında özel bir şart yoktur.
Meseleyi Büyük Doğu Mimarı’ndan iktibasla noktalayalım; «Tıpkı Şeriate baş kesmekle, onun yasak etmediği sahalarda hudutsuz bir salâhiyet ve memuriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de, topyekûn insanlık kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkûresinden ibarettir. (…) Milliyetçiliğin, bu ölçü dışında bütün alevli tezahürleri, yalnız gövdeleri yakıp kül eden dar ve hasis bir nefsanîlik, ham ve yobaz bir putçuluktan başka bir şey değildir.» (Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, sh. 211)

Baran Dergisi 436. Sayı