Son dönemde, ABD ile Çin arasında yeni bir “soğuk savaş”ın başladığına dair tezlere sıklıkla rastlıyoruz. Pandemi şartlarının global iktisadî bir buhrana sebep olduğu günlerde Çin’in ekonomik büyümesini devam ettirmesi, bu ülkenin artık dünyanın en büyük süper gücü olmaya namzet olduğunu, oluşturduğu orta sınıfla ekonomisini kırılganlıktan kurtardığını ve dış etkenlerden bağımsız olarak ayakları üzerinde durabileceğini ortaya koydu. Elbette bu vaziyet, kendi eliyle büyüttüğü Çin’in kendisine rakip olduğunu gören ABD’de gündemin birinci maddesi hâline geldi. ABD’nin dış politikadaki odak noktasının Trump dönemiyle birlikte Pasifik’e kayması her ne kadar Trump’ın şahsı ile alakalı olarak masaya yatırılsa da esasında Amerikan devletinin politikası olduğu Biden’ın iktidara gelir gelmez uygulamaya koyduğu politikalarla ortaya çıktı. Şimdi ABD’de Çin ile rekabet edebilmek için neler yapılması gerektiği hususunda tavsiyeler ihtiva eden analizler düşünce kuruluşlarının yayınlarını süslüyor. O analizlerden biri Mayıs 2021’de, Amerikan politika yapıcılarına tesiriyle bilinen Foreign Affairs dergisinde yayınlandı. Branko Milanoviç imzalı “Rekabet gelişen dünyanın lehine olabilir” başlıklı makalede, ABD’nin Çin ile rekabet edebilmek adına politikalarında köklü bir değişikliğe gitmesi ve diğer ülkelerin Çin yerine ABD’yi tercih etmesi için tıpkı Çin’in Kuşak ve Yol Projesiyle yaptığı gibi dünyanın geri kalanına bir şeyler sunması gerektiği ifade ediliyor. Makalede, ABD’nin bizim de yakından tanıdığımı kurumsal reformlar, haklar ve hürriyetler, basın özgürlüğü ve demokrasi gibi mücerret kavramları tavsiye etmek ve bunların icrası için baskı yapmak gibi politikalarla bu rekabeti sürdüremeyeceğine vurgu yapılıyor. Ayrıca, ABD-Çin rekabetinin sözde dünyanın geri kalanına katkı sağlayacağı için bu rekabetten korkulmaması gerektiği iddia ediliyor. Bu makaleyi siz okurlarımızın dikkatine sunuyoruz:

ABD ve Çin, dünyadaki diğer ülkeler üzerinde tesir sahibi olmak adına derin bir rekabete girmiş vaziyette. İki “Süper güç” arasındaki bu yeni rekabet, Soğuk Savaş boyunca ABD ve Sovyet Birliği arasında süren duruma bir hayli benziyor. Ancak o zamanlar, ABD’nin gelişmekte olan ülkelere sunabileceği çok güçlü ekonomik ve siyasi bir modeli vardı. Günümüzde ise Çin, devlet müdahalesinden bağımsız olarak, icrası mümkün maddi projeler için yatırımlar teklif ederek benzer bir girişimde bulunuyor.

ABD, bu alanda rekabet edebilir; fakat bunu yapmak için, yeni bir modele ihtiyacı var. Bu model geçmişteki gibi dindar yaklaşımlara ya da kurumsal değişimler için soyut taleplere güvenen değil, bilakis gelişmekte olan milletlerin refahına katkı yapmak adına maddi yatırım yapmak için gönüllülük esasına dayanan bir model.

Geçmişteki fikir birliği

Soğuk Savaş boyunca ABD’nin izlediği yaklaşım ve ürettiği politika, kapsamlı olarak iki safhaya bölünebilir. Birinci safhada, ABD, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra doğrudan pazarlama ve serbest pazar aracılığıyla Batı Avrupa, Japonya ve Güney Kore’nin ekonomilerini yeniden inşa etmeye odaklandı. Washington, iktisadî kalkınmanın halkı, sermayeye ve özel mülkiyete meydan okuyan komünist partilere oy vermekten alıkoyacağı varsayımıyla bu ülkelerde varlıklı bir orta sınıf oluşturmanın peşine düştü. Bu savaş sonrası dönemde ortaya çıkan bu anlayış, Marshall Planı ile icra ediliyor ve genellikle hegemonyacı Amerikan yardımseverliğinin doruk noktası olarak kabul ediliyor.

Soğuk Savaş’ın ikinci safhası boyunca ise ABD’nin sicili daha kabarık, çok daha kirli ve başarısızlıklarla doludur. 1960’larda, gelişmekte olan ülkelerin ekserisine bağımsızlığını teslim etme sürecinde, Washington zaman zaman Kongo, Küba (devrim öncesi), Dominik Cumhuriyeti ve Güney Vietnam gibi sosyal açıdan aşırı sağcı ve ekonomik gelişmeye karşı ilgisiz olan rejimleri destekledi. Fakat diğer bölgelerde, mesela Kolombiya’da, Güney Kore’de ve Tayvan’da, Washington toprak reformu konusunda ısrarcı oldu ve politikasını açıkça ekonomik kalkınma üzerine temellendirdi. Zaman geçtikçe istikrarını kaybetmeyecek Batılı bir ekonomik kalkınma görüşü meydana çıktı. Bunun ana fikri güçlü bir orta sınıf oluşturarak insanları elinde tutmak ve dayandığı nokta modernleşme teorisi. Tabiî ki böylesi bir kalkınma da bizleri demokrasiye götürecektir.

Kennedy yönetimi boyunca, akabinde ise 1960’larda ve 1970’lerde, ABD’nin az gelişmiş ülkelere yönelik yürüttüğü politika, ekonomist W. W. Rostow’un alt başlığı Komünist Olmayan Manifesto olan İktisadi Büyümenin Aşamaları isimli kitabında ortaya koyduğu aşamalar kuramından büyük ölçüde etkilendi. Rostow, devletlerin ancak tasarruflarını arttırıp sonrasında seçkin sınıfın tasarrufları lüks tüketime harcayarak israf etmesine izin vermek yerine, verimli bir şekilde yatırıma dönüştürdüğü takdirde sürdürülebilir ve modern bir ekonomik büyüme yakalamakta başarılı olabileceklerini öne sürmüştür. İktisadî kalkınma, Rostow’un görüşünün ana fikriydi. Amerikalı politika yapıcıları, böylesi bir büyümenin eşitsizliğe yol açacağı görüşüyle ilgili olarak, ekonomist ve istatistik uzmanı Simon Kuznets’in çalışmasına işaret ettiler. Kuznets’in görüşüne göre, kalkınmanın ilk yıllarında eşitsizliğin artma ihtimali olsa bile, nüfus daha bilgili hâle gelip yüksek vasıflı işçilerle düşük vasıflı işçiler arasındaki maaş farkı azaldıkça, rota değişecek ve ilk zamanlarda görülen eşitsizlik ortadan kalkacaktır.

Soğuk Savaş döneminin ortasından sonuna kadarki süreçte, ABD’nin pek çok ülkeye verdiği kalkınma tavsiyesi, oldukça basit ancak bir o kadar da güçlü büyüme ve dağıtım teorisini birlikte ihtiva etti: Ülkeler ekonomik kalkınmaya odaklanmalı ve büyüme eninde sonunda eşitsizlikle ilgili problemlere çözüm olacaktır. Daha yüksek ve daha eşit bir şekilde dağılmış gelirler, vatandaşları demokrasiyi talep etmeye götürecektir. Aynı şartlar demokrasiyi de sürdürülebilir bir hale getirecektir. Dikkat çekecek bir biçimde, ABD, ekonomik şartlar hazır olmadan önce kurumsal değişiklikte ısrar etmedi ve demokrasiyi uygulatmanın peşinde gitmedi. Aksine, kaynakların daha adil dağıtımı ve ekonomik büyüme ile demokratikleşmeye dolaylı olarak ulaşılacağı düşünüldü. Bu model en net bir şekilde, Güney Kore ve Tayvan’da işledi, ayrıca Botsvana, Kosta Rika, Morityus ile Portekiz ve İspanya gibi güney Avrupa ülkelerinde de kabul gördü.

Her şeye rağmen 1980’lerde bu modelin geride bırakıldığı neoliberal bir ekonominin gelişine tanıklık edildi. Bu yeni düşünce, devletin rolünün azaltılması, kurumların ve “yatırım imkânlarının” özel sektöre açılması gerektiği çağrısında bulundu. Büyümenin bunu takip edeceği umuluyordu. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyet Bloğu’nun çöküşü de, neoliberalizme yönelmeyi hızlandırdı. Amerikalı danışmanlar ile Dünya Bankası ve diğer kalkınma bankaları gibi Washington’ın öncü rol oynadığı uluslararası kuruluşlar, büyüme ve yeniden dağıtıma vurgu yapmayı bıraktılar. Bunun yerine, kurumsal reformları teşvik ettiler. Ülkeler ödemeler dengesi krizleriyle karşı karşıya kaldıklarında, kalkınma bankaları “yapısal uyarlama”da kullanılmak şartıyla krediler verdi: Hükümetlerin harcamayı azaltması, vergileri düşürmesi, devlet denetimini kaldırması ve özelleştirmelerle özel sektöre alan açması beklendi.

Washington mutabakatı olarak da bilinen bu politikalar, 1980’ler ve 1990’lar boyunca zengin ülkelerin kendi içindeki ideolojik gelişmeyi yansıtıyordu. ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere başbakanı Margaret Thatcher, prensip gereği devletin rolüne olan vurguyu azalttılar. Ayrıca, Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki çekişme azaldığı ve nihayetinde sona erdiği için ne halk ne de siyasi sınıf, gelişmekte olan ülkelerin kaderine fazla ilgi göstermedi. Artık diğer ülkeleri Amerikan düzenlemelerinin şimdi apaçık görünen üstünlüğü hususunda ikna etmek için acil bir ihtiyaç yoktu. ABD’nin, gelişmekte olan ülkelerin iktisadî vaziyetine fazla dikkat etmesine bile gerek kalmamıştı, dolayısıyla onları etkilemek için sarf ettiği özel çabalardan vazgeçebilirdi.

Neoliberal modelin etkilerinin küreselleşmenin etkilerinden ayrıştırılması zor, ikisinin de çıktıları birbirine karıştı. Açıkça Çin bundan çok faydalandı, ancak Çin’in iç politika yaklaşımı neoliberalizmin savunduğu şeyin tam tersiydi. Hindistan, 1991’den sonra ve hatta çok yakın bir geçmişte, Başbakan Narendra Modi hükümeti altında neoliberal tavsiyeleri takip etmeye yaklaştı. Fakat Afrika’daki pek çok ülke için, 1990’lar ve 21. yüzyılın ilk on yılı düşük oranda büyüme ve genellikle kişi başına düşen negatif büyüme ile onları öncekine nazaran dünyanın geri kalanından daha da geride bıraktı.

Daha az sindirici, daha çok para

Çin’in yükselişi ve Batı’nın buna acil bir şekilde karşı koyma ihtiyacı, rahatsız edici bir gerçeği açığa çıkardı: Artık ABD ve Avrupa Birliği, diğer ülkelere sunulabilecek uygulanabilir hamleler içeren bir kalkınma felsefesine sahip değil. Gelişmemiş bir ülkenin başbakanı Amerikan diplomat ya da ekonomistlerden kalkınma için tavsiye isteyecek olsaydı, bu kişiye muhtemelen insan hakları, yolsuzlukla mücadele, basının özgürlüğü ve buna benzer konularda sıkıcı bir ders verilirdi.

Bunlar takdire şayan hedefler. Ancak birkaç on yıl boyunca takip edilen sürekli ve tutarlı politikalar vasıtasıyla gerçekleştirilebilecek uzun vadeli bir kurumsal dönüşümü gerektiriyorlar. Bu tür bir tavsiye, nüfusunun büyük bölümü düşük ve orta gelirli olan bir ülkenin ücra köşelerindeki ekonomik büyümeyi başlatmak, mezun olan öğrenciler için iş imkânı sağlamak ve ekonomik mahrumiyet dolayısıyla ortaya çıkan suçları azaltmak gibi acil endişelerine çözüm sunmaz. Bu tavsiye sahadaki koşullarla uyumsuzdur ve verim almak için uzun süre beklemek gerekir, sadece fonlarla sağlanamaz. Gelişmekte olan pek çok ülkenin hükümeti, muhtemelen daha az öğüt, daha fazla parayı tercih edecektir.

Neyse ki, ABD gibi Çin’in de sunacak tutarlı ve kalıcı ilkeleri yok. Çin, kendi ekonomik yükselişini, Pekin’in gelişmiş ülkelere paket hâlinde sunduğu iyi düşünülmüş politikalara borçlu değil. Daha ziyade bu ülke büyümeye giden yolda, bir deneme yanılma yöntemiyle iyi politikaları uygulayıp kötü olanları ayıklamak suretiyle sezgisel bir politika seyretti. Bu süreç, Çin’e has olma ihtimali büyük çok özel şartlar altında gerçekleşti. Merkezî olmayan bölgesel yönetimler, son derece merkezî bir partinin en nihayetinde işe yarayan şeyi seçeceğini ve başarılı karar vericileri ödüllendireceğini bildiğinden, bu hükümetler denemeler yapmakta hürdü.

Altyapıdaki gelişim, Çin’in en başarılı politikalarından biri olarak bu zorlu denemeler neticesinde ortaya çıktı. 2000’lerin başında Çin’in hızlı tren sistemi yoktu. Şu anda, açık ara farkla, 24.850 milden daha fazla ray ile dünyanın en geniş raylı sistemlerine sahip. Çin ve Avrupa arasındaki yük trenleri ile Kazakistan ve Rusya dahil tüm diğer transit sevkiyat noktaları, yıllık yaklaşık yüzde 70 oranında bir artış kaydetti. Geçtiğimiz günlerde Süveyş Kanalı’nın kapanması bu bağlantıların önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Tabiî olarak Çin, az gelişmiş ülkelerle yaptığı anlaşmalarda altyapı geliştirmeye odaklanıyor. Pekin, bir kredi ve yatırım programı olan Kuşak ve Yol Projesi ve yakın geçmişte Çin öncülüğünde kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası aracılığıyla altyapı gelişimi için gerekli olan nakit ihtiyacını karşılıyor.

Az gelişmiş ülkeler, hem bugün hem de gelecek için ekonomik gelişme vadeden maddi bir teklifte bulunduğu için Çin’i takdir ediyor. Daha da önemlisi, Çin nakit para ihtiyacı karşılanan bu ülkelerin iç siyasetine karışmaktan kaçınıyor. Pek çok ülke, öncelikle siyasî sistemlerini sorgulamadığından, ikinci olarak ise daha yüksek oranda ekonomik büyüme vadettiğinden Çin’in bu yaklaşımını Amerika’nın yaklaşımına tercih ediyor. Hülasa Pekin, Washington’dan daha fazla para verirken siyasî açıdan ise daha az uğraştırıyor.

Umut Işıkları

Eğer Batılı ülkeler ve ABD, gelişmekte olan dünyada Çin ile rekabete girmeyi planlıyorsa, ekonomik kalkınmada devletin rolünü hiçe sayan hayalperest kurumsal reformları savunmaya dayalı yaklaşımdan uzaklaşmalıdır. Bilakis, ABD’nin gelişmekte olan ülkelerin nüfusuna somut yatırımlar sunan daha etkileyici bir model sunması gerekiyor. Bu yatırımların bazıları eski tip barajlar, elektrik şebekeleri (Afrika nüfusunun yarısından daha azının elektriğe ulaşımı var), su, kanalizasyon sistemleri ve hatta işleme ve imalata müsait üretim odaklı yatırımlar şeklinde olabilir. Diğer yatırımlarla eğitim, sağlık, kentsel gelişim, kablosuz ağ bağlantısı ya da seçkin kesime direkt para transferi desteklenebilir. Önemli olan, ABD projelerinin, sıradan vatandaşların günlük hayatlarında gözle görülür ıslahatla sonuçlanmasıdır.

Taklidin dalkavukluğun en samimi şekli olduğu konusundaki görüşü benimseyen ABD başkanı Joe Biden, Amerikan şirketlerinin Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da uluslararası bir altyapı kalkınma girişimine öncülük yapabileceği fikrini yakın zamanda gündeme getirdi. Yönetim henüz buna eşlik edecek bir politika formüle etmedi, ancak eğer ABD için tavsiye “tuğla ve harç” daha doğrusu “liman, yol, ray ve WiFi” yatırımlarına dönmekse, bu mantıklı bir politika olur. ABD, bütün alanlarda Çin ile etkin bir şekilde rekabet edemez, ama teknolojik üstünlüğe sahip olduğu veya mühendislik niteliklerinin üstün olduğu pek çok alan vardır.

1980’lerde olduğu gibi, yurtiçi gelişme ile uluslararası kalkınmanın paralel bir şekilde ilerlemesi muhtemel. Biden ve Maliye Bakanı Janet Yellen’in yakın geçmişte altyapı, kurumlar vergileri, halk eğitimi, çocuk gelişimi ve benzeri konularda duyurduğu yurt içi politikalarının çoğu, son 40 yılda uygulanan ekonomi politikalarıyla açıkça çelişiyor. Bu değişiklikler, uluslararası kalkınmaya ilişkin ABD politikalarının odağının değiştiğine işaret ediyor.

Çin ve ABD, dünyanın altyapısını inşa etmek için ciddi bir şekilde rekabet etmeye başlarsa, büyük güçlerin uzun zamandır ihmal ettiği ülkeler aniden daha fazla nüfuz ve ehemmiyete sahip olacaktır. Birçok kişiye göre geçmişte ABD ve Sovyetler Birliği’nin birbirine karşı sergilediği gösterinin aynısını ABD ve Çin ile yapacaktır. Global bir bakış açısıyla, bu ülkelerin güçlendirilmesi kötü bir sonuç olarak ele alınmamalıdır. Bilakis, ABD ve Çin gelişmemiş ülkeleri desteklemek için rekabet ederse, bu ülkeler muhtemelen daha fazla kaynak elde edecektir ki bu da onların büyümelerini hızlandıracak ve global yoksulluğun azalmasına yardımcı olacaktır. Çin ve ABD arasındaki soğuk savaş, talihsiz bir jeopolitik olay olsa bile, dünyanın en fakiri olmakla kalmayıp yüksek nüfus artışının da yaşanıyor olduğu Afrika ülkelerinde büyümeyi hızlandırırsa bir umut ışığı içerebilir. Afrika’da ABD ve Çin arasındaki rekabet, 20. yüzyıl Asya’sında komünizm ve kapitalizm arasındaki rekabete benzer bir rol oynayabilir.

Ancak ilk etapta Batı, aktif hükümet politikalarının, yoksul ülkelerin kalkınmasını nasıl hızlandırabileceğini ciddi bir şekilde düşünmelidir. ABD, kurumların ve sivil toplumun “yumuşak” gelişimine dayalı mevcut yaklaşımını terk edip başarısı insanların maddi yaşam standardını ne kadar hızlı ve direkt olarak etkilediğiyle ölçülecek olan sert bir yaklaşımı benimsemelidir.

Foreign Affairs / 21.05.2021

Tercüme: Gül Savaş