Batı’da bugünkü gelinen yer de dâhil medeniyet hiçbir zaman olmamıştır. Tarih boyunca da medeniyeti yok etmek için savaşmışlardır. Medeniyetle şereflenen “Endülüs” batılı haçlılar tarafından yakılıp yıkılmış, Endülüs’teki bütün Müslümanlar yamyamlaşmış batılılar tarafından katledilmişlerdir. Dünyanın en büyük kütüphaneleri olan “Kurtuba kütüphaneleri” batılı sömürgeciler tarafından yağmalanarak bütün kitaplar çalınmıştır. Ayrıca yağmalamakla kalmayıp, kitapların içindeki bilgileri de çalarak sanki kendi buluşları gibi tekrar bize satmaya kalkmışlardır. Batılı tarihçilerin tespitiyle “Avrupa’daki rönesans ve reformlar ‘Kurtuba kütüphaneleri’ndeki bilgiler sayesinde olmuştur”.

Batılı sömürgecilerde insani olan hiç bir şey yoktur. Batılı emperyalistler ya insanları sömürerek açlıktan öldürmüşler ya da insanı başkalaştırıp aptallaştırarak robotlaştırmış, insan olmaktan çıkarmışlardır.

Batılıların tarihine göz attığımızda tepedeki sömürgeci hegemonyacıların menfaati ne ise ona göre istedikleri sistemi kendi halklarına ya zoraki kabul ettirmişler ya da halkı aldatarak sözüm ona rıza yoluyla uygulamışlardır.

Medeniyet düşmanı batıdaki sömürgecilerin yönetim şekillerine sırayla bakacak olursak “derebeylik” idaresi; derelerin oluşturduğu vadinin başını tutan, “dere boyu”nca oturan halka kan kusturan, zorla köleleştirip çalıştıran eşkıya başına “derebeyi” denir. Yönetimine de “derebeylik” yönetimi denmiştir. “Derebeylik”lerin güvenliğini ise “şövalye” sağlıyordu.

Aşırı zulüm ve başkaldırıya dayanamayıp “derebey”lerine karşı ayaklanmalar başlayınca, baskı ve zulmün daha da artırılmış şekli olan “krallık” yönetimine geçildi. “Derebey”lerin bazılarının o zamanki para baronlarının desteğiyle güçlenmesi sayesinde merkezi krallıklar oluşmaya başladı. Batılı “medeniyet” düşmanı sömürgeciler, sınır tanımaksızın yağma ve talanlarını kan ve gözyaşı akıtarak devam ettirdi. Yani, vahşiliklerini daha da büyüterek, medeniyet ve insanlık adına güzel olan ne varsa yakıp yıktılar.

10. asırdan itibaren Batılı yamyamlar birleşerek “haçlı ittifakı”nı kurdular. Dünyaya adeta aydınlık saçarak “medeniyet” getiren İslâm’la savaşmaya başladılar. İlk hedefleri de Endülüs Müslümanlarıydı.
Niye İslâm hedefti? Çünkü İslâm medeniyeti zulmü ve sömürüyü yasaklıyordu. İslâm, insan olmaktı, medeni olmaktı… Haçlıların savaşı onun için Müslümanlarlaydı.

Krallıkların ve onları kullanan güçlerin baskılarına dayanamayan halklar isyan etmeye başlayınca, daha çok baskının fayda etmediği anlaşılmış ve halkı aldatma yoluna giderek sömürüyü devam ettirmenin yeni şekli olarak “cumhuriyet” modeli seçilmiştir. Cumhuriyet, bir nevi sömürgeciliğin resmi idaresi gibiydi. Batılı medeniyet düşmanı emperyalistler, yine en büyük düşman olarak medeniyeti yani İslâm’ı görüyordu.

Cumhuriyet’in, herkes için yapılmış vaadine bağlı olarak benimsenmiş beklentilerin tersine bir durum olduğu ortaya çıktı. Bir yenilik yerine var olan toplumsal düzeni olduğu haliyle yasallaştıran bir sistem olmaktan öteye geçemedi. Cumhuriyet, insanı var olanı aşmaktan alıkoyan, bunu insana yönelik bir yetersizlik ve imkânsızlıktan ötürü değil, belirli bir toplum biçiminin egemen sınıfın ayrıcalıklı, toplumsal konumunu sürdürmek için yapan bir aldatma biçimidir.

Evrensel ve akılcı gibi görünmesine, hatta her zaman için bir gereklilik ve doğal bir olgu gibi görünmesine rağmen “cumhuriyet ideolojisi”, belirli bir toplumsal düzeni yasallaştırdığı ve belirli bir sınıfın egemenliğine yardımcı olduğu için illüzyon/yanılsamadır. Yanlış bilinçtir. Sanayi devrimi öncesinde Afrika’dan insanları zorla getirerek, ahırlarda hayvanlarla birlikte barındırıp, Avrupa ve Amerika’da günde 20 saat çalıştırarak, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Batı’nın ekonomik olarak ileride olmasının sebebi, medeniyet düşmanı bir anlayışla milyonlarca masum insanın ölmesidir. Ekonomik gelişmişlikleri, ölen insanların birikmiş kanıdır.

Kendi beklenti ve umutlarına kavuşamayan, durumları eskisine göre daha da kötüye giden yığınlar, rahatsızlıklarını belli edip, yer yer ayaklanmalar başlatınca egemen sınıf daha büyük bir aldatmaca yolu aradı ve buldu. Eski sömürgeciliklerini sürdürmek ve halkı kitle iletişim vasıtalarıyla aptallaştırıp şapşallaştırmak, daha kolay aldatmalarını sağlamak için demokrasiyi devreye soktular.

Batılı sömürgeciler için sömürgecilik çok pahalıya mal oluyordu. Batılılar bir ülkeyi önce işgal ediyor sonra da o ülkenin hammadde kaynaklarını kendi ülkelerine taşıyordu. İslâm düşmanı (yani medeniyet düşmanı) barbar, yamyam, kan emici Batılı sömürgeciler kendilerini bu çıkmazdan kurtarabilmek için bir an önce “taşımalı sömürgecilik”ten “yerinde sömürgeciliğe” geçmek zorundaydı. Bunu da en güzel büyük bir aldatmaca olan “demokrasi” rejimiyle yapabildiler.

Artık emperyalizmin yeni modeli olan yerinde sömürgeciliğin resmi ideolojisi “demokrasi” olmuştu. Artık sömürgeciler de gasp ettikleri hammadde kaynaklarını Avrupa’ya ve Amerika’ya taşıma yerine, bunların “artı değer”lerini taşıyacaklardı.

Sömürdükleri ülkelere yeni bir dil anlayışı dayattılar. Bu yeni dilde, kendileri ‘uygar’, onlara karşı olanlar ise ‘barbar’dı. Batıcı olanlar “ilerici”, Batı’ya karşı olanlar “gerici” idi. Sömürge halklarını aldatarak, emperyalist olduklarını perdelemek için “barbar toplumlara medeniyet götürüyoruz” yalanına başvurdular. Sömürge ülkelerinin aydınlarının beyinleri yıkanarak köleleştiriliyor, kendi toplumlarına yabancılaştırılıyordu. Bir misâl verecek olursak; Abdülhamid Han’a suikast düzenleyip 17 kişinin ölümüne sebep olan bir Ermeni terörist için Tevfik Fikret adlı Batı kölesi şair şunu yazabilmişti:

“Ey şanlı avcı attın ama vuramadın”

Demokrasi tüm toplum yüzeyinde yaygınlaştırılan bir kitlesel aldatmacadır. En çok da kitle iletişim araçlarıyla işletilen bir kültür endüstrisi aracılığıyla yaygınlaştırılmaktadır.

Demokrasi, toplumda var olan hegemonik egemenliği, eşitsizliği, adaletsizliği gizleyip maskelemektedir. Bir açıklamanın, bir yargının “doğru” oluşu veya “yanlış” sayılışı, yaşanan dönemin genel gidişatına, toplumun gidişatına yön vermek için oluşan kabullenmelerdir. Yani mutlak doğruları yoktur.

Hemşehrilik, milliyet aidiyeti, akrabalık, soy ve aile mensubiyeti ortadan kalkmaktadır. İnsanlar, kapitalist toplumsal sistem içinde yüklendiği rollerden oluşacak bir kimlikten ve aidiyetten başka hiçbir kimlik ve aidiyet taşımayacaktır.

1950’li yıllarda demokrasi ile yönetilmeye başladıktan sonra, insanın içindeki masumiyet yerine paranın bilincine varmış, hiyerarşik ilişkilerin oluşum biçimini olduğu gibi meşru sayma pragmacılığını benimsemiş, yarışmacı psikoloji içinde tipler oluşmuştur. Arkadaşlarını veya komşusunu kendisinin benimsediği tüketim kalıpları ile ezmenin mutluluk olduğuna inanmış yetişkin insanlar çoğaltma çabası başlamıştır. Çocuğu bir an önce bu yönde değiştirmeyi amaçlayan yeni bir eğitim, yeni bir sosyalizasyon süreci işletilmiştir.

Bu süreç okulda, sokakta, televizyon karşısında magazinleşmiş basının her türünde ve sayfasında işlenmeye başlanmıştır. Gerçeklik pembeleştirilmektedir

Kumandanımızın muazzam bir tespiti var:
“Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı.”

İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm, medeniyetin ilk başlangıcı olan “dil”i yani konuşmayı öğretti. Sonraki peygamberler ise kendi medeniyetlerini getirerek kendisinden öncekileri de yeni nesillere aktardı. Her peygamberle birlikte medeniyet tekâmül etti. Son Peygamber Hazreti Muhammed (SAV) ile birlikte medeniyet ete kemiğe bürünerek bir nizam halini aldı.

İnsanlık tarihinde gerçek manada medeniyetin ilk oluştuğu yer Medine’dir. Bütün insanlığı kapsayan ilk hukukun oluştuğu yer yine Medine’dir. “Mutlak Ölçüler”e bağlı olarak “yaşanmaya değer” hakça bir “düzen” kurulmuştur. Medine’de bir nizam haline gelen medeniyet bütün insanlık için model olmuştur. Bir hadisi şerifte buyuruyorlar ki “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldim”. İşte güzel ahlâkın bir nizam haline geldiği yerdir Medine.

Batı’da birçok hukuk sistemi vardır. Fakat bunların hepsi de kralların ve seçkinlerin hukukunu, haklarını koruyan kaideler bütünüydü. Hâlbuki Medine’de ete kemiğe bürünen İslâm hukukunda, insanların bütün insanlarla ve insanların devletle olan bütün ilişkileri hakça bir şekilde tanzim edilmiştir. Batı’daki bugün de dâhil ortaya koydukları hukuk “egemenlerin” hukukudur. Yani üstünlerin haklarını savunur.

İslâm’ın getirdiği nizam ve medeniyet insanın kendi fıtratına uygundur. Dünyadaki hiçbir insanın parmak izi nasıl ki başkasına benzemez, insanların kişilik, mizaç ve karakterleri de farklıdır. Hiçbir insan başka bir insana benzemez.

Bizim medeniyetimizde insan kişiliklerinin geliştirilmesi çok önemlidir.

Sömürgeci Batı ise insanların kişilik farklılıklarını yok ederek toplumu sürü haline getirip öyle yönetebilmiştir.

Mevzunun daha iyi anlaşılması için Mevlüt Koç Bey’in yazısından bir bölüm aktarıyorum:

“İslâmcı aydınlar, “yerinde doğruyu genelleştirerek yanlışta kullanmak” gibi bir muhakeme yanlışlığı içinde, İslâm ile demokrasiyi bağdaştırma gayretindeler. Böyle yapmakla klasik demokrasinin zaaflarını İslâm’a taşıdıklarının, bunun ancak kendi kendinizle çelişmek pahasına yapılabileceğinin idrâkinde değiller. Zira, din ve devlet bütünlüğünü esas alan İslâm’ın demokrasiyi içerdiği iddiası yanlış bir algıya dayanır; bu algı asla İslâmî bir devlete sahip olunamayacağının kabulü ile eşanlamlıdır. Tanrı’yı dünyadan tahliye eden ve dini sadece bir inanç meselesi olarak gören demokrasi ile İslâm asla bağdaşmaz. Ne yazık ki, siyasal İslâm’ın, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergileyen liyakatsiz ellerde temsili, İslâm’a mal ediliyor ve İslâm bu angaryayı taşımak zorunda kalıyor. Dolayısıyla, İslâm’la demokrasi asla bağdaşmaz.” (Aylık Dergisi, sayı 131)

Hakkın iktidarı ve bu milletin tekrar yükselmesi isteniyorsa Ak Parti bir an önce Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yeni Dünya Düzeni”ni benimseyip uygulamaya koymak zorundadır. Yoksa geçmişte olduğu gibi Batı’nın yeni değişim sürecine tâbi olmak zorunda kalacaktır.

Kurtarıcı reçete, “Başyücelik Devleti”nin hayata hâkim kılınmasıdır.”


Baran Dergisi 623. Sayı