Avustralyalı feminist felsefeciGenevieve Lloyd 1941 yılında Avustralya’da doğdu. Sydney Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. 1987’ye kadar Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde ders veren Lloyd, 1973 yılında doktorasını tamamladı. 1987’de Güney Galler Üniversitesi felsefe kürsüsüne atanan ilk “kadın profesör” unvanını kazanan Lloyd’un “Erkek Akıl-Batı Felsefesi’nde Erkek ve Kadın” adlı kitabı 1984 yılında yayımlandı. Yayımlanmasından kısa bir süre sonra Feminist düşüncenin klasikleri arasına giren kitap, bu alandaki en önemli çalışmalardan biri olarak kabul edilir.

Yıllar evvel okuduğum bu kitabı, Salih Mirzabeyoğlu’nun “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eseri ile tekrar kısaca değerlendirmek gerektiğini düşündüm.* Nitekim Salih Mirzabeyoğlu bu eserinde, İslâm tefekküründe “erkek ve kadın”a dair görüşleri derinlemesine incelemiş, (bana göre) olağanüstü bir bakış ortaya koymuştur.
Lloyd, Erkek Akıl’da akıl ideallerinin cinsiyetçiliği üzerinde durmuştur. Platon’dan Descartes’a, Kant ve Hegel’den Sartre’a kadar bir dizi düşünürü ele almış, akıl ideallerinin “kadınlığı” dışladığını ve kadınlığın da bu süreçte şekillendiğini izah etmiştir.Yazara göre geçmişten bugüne rasyonel bilgi, her zaman kadınla sembolize edilentabiatın bir tür aşılması, dönüştürülmesi veya kontrol altına alınması olarak anlaşılmıştır. Bu gelenekte, erkeklik düşüncenin “açık ve kesin”, kadınlık ise “belirsiz-muğlak” yönlerini sembolize etmiştir. Bunun sonucunda, faal-etkin, belirlenmiş ve düzenli formu erkek; edilgen, belirlenmemiş ve düzensiz maddeyi kadın temsil etmiştir.

Meselâ Lloyd’un aktardığına göre Pisagor’un “karşıtlar tablosu”nda da, kadınlık, muğlak ve belirsiz olanla ilişkilendirilmiştir. Erkeklik, faal-etkin ve belirlenmiş formla, kadınlık da edilgen-münfail ve belirlenmemiş madde ile aynı safta yer almaya devam etmiştir. Bu eşleştirmenin kökeninde, Yunanlıların insanın üremesine ilişkin ananevi anlayışı da yatar. Bu anlayışa göre, baba biçimlendirecek ilkeyi sağlayan, üremenin gerçek gücüdür. Buna karşılık anne sadece bu biçimi yani formu veya belirlenmiş olanı kabul eden ve babanın ürünü olan şeyi besleyendir. Batı felsefesinde “Tabiat” kadınsı bir şey olarak tarif edilmiş, bilimin görevi de bu kadın üzerinde bir erkek tahakkümü kurmaya benzetilmiştir. Aklın erkeklikle birlikte anılması yahut cinsiyetsiz ruhun kadınsı olanla karşı karşıya konulması Descartes’in Kartezyen görüşleri ile birlikte daha da güçlenmiştir.

Hegel’e göre, kadın bilgiyi edinerek değil yaşayarak, adeta fikirleri soluyarak öğrenir. Buna karşılık, erkeklik düşüncenin gerilimi ve teknik bir çabayla kazanılır. Lloyd, bu anlamda Simone de Beauvoir’i de eleştirir. Çünkü, Beauvoir de “kadınsı” olan şeyleri dışlamaktadır. Ananevî olarak kadınlıkla ilgili olan özelliklerin değerinin düşürülmesi, insanî üstünlüklerin erkeklikle eşleştirilmiş olması bir tezattır. Lloyd’a göre, “akıl cinsiyet tanımaz” iddiasının onaylanması, tarihî süreçte kadının Akıl’dan dışlanmasına son verebilir.

Feminist felsefenin, Batı Felsefesi’nde tenkid ettiği “aklın, dolayısıyla erkekliğin üstünlüğü”, İslâm tasavvuf ve tefekküründe “itidal” sırrında tecelli eder ki, İslâm’da üstünlük de “takva” ile ölçülür, kadın veya erkek. Ki, Salih Mirzabeyoğlu kadın ve erkeği “insanın temsilcileri” olarak niteler ve “olmak, nasıl olmak” meselesinin altını çizer. (Bkz. Necip Fazılla Başbaşa, İbda Yayınları, 2. Basım,  İstanbul 1989, s. 119)

Muhiddin-i Arabî Hazretleri, hatırlanacağı üzere kadın ve erkeğin birbirlerine olan meyillerini, birbirlerinde kendilerinden bir parça olmasına bağlar. Nasıl ki, kadın erkekten yaratılmıştır ve ondan bir parçadır, erkek parçasına meyleder, onu ister; aynı şekilde kadın da kendisinden geldiği bütünü arar ve onu ister, mealinde. Yine O, “her erkekte bir dişilik, her dişide bir erkeklik” görür.

Bu noktada “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinde görüyoruz ki İslâm tasavvuf ve tefekküründe de, kadın “tabiat, münfail”, erkek “akıl, faal” olarak sembolize ediliyor. Tasavvufta da kadın “nefs”e tercüme olunur. Ancak bu “sembolik”, “mücerret” ve “batınî” mânâlar, Batı tefekküründen farklı olarak, “kullanıldığı yere göre” mânâlandırılır. Şöyle yazar Salih Mirzabeyoğlu:

- “Evvela tabiatın “dişi” anlamından hareket edersek, onun “yokluk-adem”e nisbetle “varlık” olduğunu anlıyoruz. Aynı şekilde varlığın “dişi” olmasına nazaran, yokluğun erkek olmasını. Erkeklik ve dişilik, faal ve münfail sıfatlardır; “ruh mekâna indi ve mekân ruhlaştı” mânâsı, faalde kendini bulan münfail, hem işlenen, hem işleyen olmak bakımından, ondan daha üstün bir mânâ ifade eder. Bu varlığın yokluğa üstünlüğüdür.” (Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s. 139)

Ancak meselenin kökünde ise şu vardır:
- “Üstadım’ın dediği gibi, “kâinat lisanla çerçevelendi ve varlık insanlar mühürlendi!” Her varlık, kendi hâli içinde alıcı ve verici; erkek ve dişi. Topyekûn varlığın merkezinde, muhit kendine nisbetle olan “İnsanî Hakikat”, Ruh-i Muhammedî var; Allah’ın tecelli aynası. Erkek veya kadın; Allah’a yakınlık ve uzaklık, “insanî hakikati” nefsinde yerine koyabildiğin kadar. Tasavvufta, nefsimiz dişidir. Nefs, erkek veya kadın cinsi, şuurlu benliğimizi, yahut kalb hakikatinde bitişik ruhun mukabil kutbunu gösteren bir kavram. Bu çerçevede, cinsiyet olarak kadın ve erkek, “insanî hakikati yerine koymaya memur”; bunun hudutsuzluğunu eserin içinde göreceğiz. Bize Kur’ânda bildirildiği üzere şahdamarımızdan yakın, bunun yanında ne ki O sanırsın, O değil Allah; Üstadım’ın bir Noktalama’sında, “Kadından kendisinde olmayanı isteriz – Hasret yerinde kalır ve biz çeker gideriz!”
demesindeki mânâyı, “Allah’tan başka herşey batıl!” ölçüsü ışığında, nefsimizin bütün mânâlarını içine alan diye görebiliriz: O olmamak üzere ebediyyenO’nunla O’na doğru, kul haddi mahfuz, hep tükenesiye ama tükenmeyen insan. Allah, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyor; büyük velinin, “bir veli mevzuunu bulamaz ki ben desin!” dediği hikmet, herşeyiyle-itaatiyle O’nun olmuş mânâsına O olmuş insanın, gerçek müminin ölçüsünü ve buyrulanın hakikatini gösteriyor; niyet olarak mutlaka benimsememiz, karınca ayaklarıyla da olsa “olmamız gereken” bu.” (İnsan-Erkek ve Kadın, s. 11)

Kısaca değindiğimiz bu konuda özellikle vurgulanması gereken şudur: Kadının “fikir” olarak incelenmesi Büyük Doğu-İbda dünya görüşünün ortaya koyduğu “orijinal” bir değerlendirmedir. Gerek Necib Fazıl gerek Salih Mirzabeyoğlu bu düşünceyi eserler boyunca işlemişlerdir. Kadını mücerret bir fikir olarak, bir varoluş problemi olarak değerlendiren Necib Fazıl’dan sonra Salih Mirzabeyoğlu, ondan aldığı bu mirası eserlerinde derinleştirmiş, mevzuu “insanî hakikatin veçheleri” olarak, bir “keyfiyet” ve “oluş” tecridine götürerek tetkik etmiştir.Batı tefekkürü ise kadını mücerret bir fikir olarak değerlendirme noktasında kısır, “akıl idealleri”nin değerlendirilmesinde de eksiktir.

Baran Dergisi 536. Sayı