İslâm Âlemi bir süredir Batılılar tarafından yeniden şekillendirilmeye çalışıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen Batıcı nizam, âdeta seferberlik edilmiş bir vaziyette Batılılar tarafından korunmaya ve gereken yenilikler yapılmak suretiyle yaşatılmaya çalışılıyor. Çünkü Batının işbirlikçi Batıcılar marifetiyle tesis ettiği nizam, yükselen İslâm dalgası karşısında artık tutunamıyor. Batı’nın bütün bir İslâm âlemini hedef alan sıcak savaşa girecek ekonomik, siyasî, psikolojik ve askerî gücü olmadığı için de, gayr-ı nizamî harbin bütün enstrümanları devreye sokularak, gelmekte olan İslâm dalgasının önü alınmaya çalışılıyor. Birazdan yapılan masa başı tezgâhları, algı operasyonlarını, kullanılan işbirlikçileri ve İslâmcıların bu operasyon karşısında düştüğü tuzakları ve yapılan hataları tek tek ortaya koyacağız. Dünya değişiyor, senelerdir savunma ve hattâ hayatta kalma pozisyonunda bulunan Müslümanların taarruz çığırı açılırken, Batılıların savunma devresi açılıyor. At izinin it izine karıştığı, zamanın ruhunu okuyamayanların yok olup gitmeye mahkûm olduğu şu devirde, bugünün manzarasını net, bütün ve doğru bir şekilde okumak zorundayız ki, ne ile karşı karşıya olduğumuzu idrak edelim ve gereğini gerektiği şekilde ona göre yerine getirebilelim.
Öncelikle çeşitli hadiseleri kısa kısa listelemek ve bu liste ile meydana gelen bütünün üzerinden meseleyi çeşitli bakımlardan değerlendirmek niyetindeyiz. Ardında işin bugünkü safhasını genişçe değerlendirelim
Yeni Dünya Düzeni: 90-91
Berlin Duvarı’nın yıkılması, Yugoslavya’nın parçalanması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bunun gibi hâdisler silsilesinin cereyan etmesi neticesinde Amerika ve Avrupa değişen duruma göre yeniden pozisyon aldılar. Amerika kendisini dünyanın “Tek Süper Güç”ü ilân ederken, tek kutuplu dünya nizamının tesis edilmesinin adını “New World Order-Yeni Dünya Düzeni” koydu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarından beri hâkim olan iki kutuplu dünya nizamı böylelikle maddî planda ortadan kalkarken, o güne kadar tarih sahnesinin bir kenarında kalıp yaralarını sarmakla meşgul olan Müslümanlar devreye girdi. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber, kendisini dünyanın hükümdarı ve mutlak hâkimi ilân eden Amerika, bu kez karşısında Müslümanları buldu. Bir diğer yandan da bugüne kadar çeşitli birlikler tesis ederek kendisini Amerika ve Rusya denklemi arasında konumlandırmaya çalışan Avrupa, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının arından Avrupa Birliği’ni yürürlüğe koyarak denkleme dâhil oldu.
Kuzey yarım küre tüm bu hâdiselerle çalkalanırken, Amerika, hâkimiyetini tescillemek adına dünyanın merkezi olarak addedilen Ortadoğu’nun nadide beldelerinden biri olan Irak’a savaş ilân etti. Şehid Saddam Hüseyin’in Amerikan yanlısı Kuveyt’i işgalinin ardından, Amerika’nın başı çektiği askerî bir koalisyon kurularak, Irak Ordusu Kuveyt’i terke zorlandı. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan en büyük askerî koalisyon Irak’ın karşısına dikildi.
Nihayetinde Saddam Hüseyin Kuveyt’ten çekilmek zorunda kalırken, CNN başta olmak üzere canlı bir şekilde yayımlanan savaş, medyanın algı operasyonlarındaki rolünü ön plana çıkarttı.
Amerika Fiilî Olarak Sahada: Irak’ın İşgâli
Amerika, 1991 senesinde kalkıştığı operasyonun neticelerini tam mânâsıyla alamayınca, İkiz Kulelere yönelik olarak gerçekleştirilen şahadet eylemini vesile kılarak 20 Mart 2003 tarihinde Irak işgaline başladı.
Bugün birçokları tarafından unutularak denklemin içinde görülmeyen Irak İşgâli, aslında bugün muhatab olduğumuz hâdiselerin tam da kalbinde yer almaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Fransa ve İngiltere tarafından şekillendirilen İslâm Âlemi, o günden beri Batıcı işbirlikçiler tarafından, Batılıların arzuladığı şekilde sevk ve idare edilirken, Şehit Saddam Hüseyin dik duruşuyla bu denklemi yerle bir etmiştir.
Şahsiyetli duruşu ve meydan okuyuşu ile Batının bölgedeki inisiyatifi kaybetmesine ve hattâ bahsettiğimiz üzere nihayetinde gelip fiilî bir şekilde müdahale etmesine neden olan Saddam Hüseyin’in bilerek veya bilmeyerek yerine getirmiş olduğu misyon son derece ehemmiyetlidir.
Saddam Hüseyin, şehid edilmesine rağmen bugün Irak’ta hâlen bir nizam tesis edilememiş ve aksine senelerdir İsrail’in bir nevî hamiliğini üstlenen Esad rejimi de tehlikeye girmiş vaziyettedir.
Amerika Irak’ı işgal ederken üstünlüğünü tescil ettirmeyi amaçlamışsa da, neticesinde Irak işgali, tam tersine Amerika ve Batı’nın paniğe kapılmasına, olduğu yerde debelenmesine vesile olmuştur.
Saddam Hüseyin’in senelerdir Batı tarafından uygulanan ambargoya rağmen göstermiş olduğu şahsiyetli tavır ve tutum beğeni toplarken, Amerika’nın Irak’ı işgâl edeceğim diye ortaya koyduğu mezalim, dünya çapında Batı karşıtlığını zirveye taşımış, İslâm dâvâsının yükselmesinin vesilelerinden biri olmuştur.
Rusya’nın Hinterlandında Operasyon: Renkli Devrimler
Renkli Devrimler, 2000'lerin başında eski Sovyet ülkelerinde ve Balkanlarda gerçekleşen içtimâî hareketleri tanımlamak için milletlerarası basın tarafından kullanılan bir tabirdir. Her ne kadar daha öncesinde ve sonrasında gerçekleşen devrimlerde bu tabir içinde değerlendirilerek mesele sulandırılmaya çalışılsa da, işin künhünde yer alan husus şudur: Tabii hinterlandı üzerinde Rusya’nın yüzyıldan fazla bir süredir tesis etmiş olduğu hâkimiyeti kırmak adına ABD, ittifak içinde olduğu Batıcıları kullanarak bir dizi devrimler gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Tabii nihaî amacı da Rusya’nın bir daha belini doğrultmasını engellemekti.
Renkli Devrimler'e katılanlar, çoğunlukla sivil direniş olarak da bilinen şiddetsiz direnişi kullandılar. Gösteriler grevlerden, demokrasiyi korumak için bozuk veya otoriter hükûmete karşı yapılan protesto eylemlerinden müteşekkildi ve bunlar yöneticilerin değişmesi yönünde ağır bir baskı ortamı doğurdu. Devrimlerin çoğunda özel bir renk veya çiçek sembol olarak kullanıldı. Renkli Devrimler'de medya, sivil toplum kuruluşları ve özellikle öğrenci aktivistleri önemli rol oynadı.
Yugoslavya'daki Buldozer Devrimi (2000), Gürcistan'daki Gül Devrimi (2003) ve Ukrayna'daki Turuncu Devrim (2004) dâhil olmak üzere bu tür devrimler başarıyla sonuçlandı. Renkli Devrimler'in pek çoğu tartışmalı seçimlerin ardından muhalefetin çağrısıyla halkın sokağa dökülerek adil seçim istemesiyle patlak verdi. Böylece otoriter yöneticiler istifa ettirildi ya da devrildi.
Avrupa Rolünü Muhafaza Gayretinde: Akdeniz İçin Birlik
Amerika’nın “Yeni Dünya Düzeni” teklifi karşısında eski rolünü ele almak, Roma’yı yeniden tarih sahnesine çıkartmak adına denkleme dâhil olan unsurlardan biri de Avrupa Birliği’dir. Irak’ın Amerika tarafından işgâl edilmesiyle beraber Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere ve Fransa’nın bölgeye vermiş olduğu dizayn bozulmuş ve inisiyatif tamamen Amerika’nın eline geçmişti.
Anglosakson-Yahudi ittifakına dayalı “Yeni Dünya Düzeni”ni karşısında Fransa, İtalya ve İspanya’nın başta Avrupa Birliği yerine düşündükleri Akdeniz Birliği, daha sonra kimi devletlerin teklifleriyle beraber Avrupa Birliği’ne bağlı bir birlik olarak ele alınmaya başlanmıştır. 1995 senesinde başlayan Barcelona Süreci’nin devamı niteliğindedir. Akdeniz için Birlik sürecine 27 AB üyesi ile Türkiye, İsrail, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Arnavutluk, Monako, Karadağ, Cezayir, Mısır, Ürdün, Lübnan, Moritanya, Fas, Filistin, Suriye ve Tunus katılmaktadır.
Akdeniz İçin Birlik, Fransız Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy tarafından 2008 senesinde kurulan bir topluluktur. Avrupa Birliği kriterlerine uygun 28 üyenin ardından birliğe katılmak isteyen Kuzey Afrika ve Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri ikinci kuşak üye hâline getirmek isteyen bu birlik, böylelikle Akdeniz’de Amerika’ya karşı bir güç unsuru hâline gelmeyi planlamıştır.
Arap Baharı
Tarihî akışı takib ediyorsak, şimdi son derece ilginç bir noktaya gelmiş bulunmaktayız. “Akdeniz İçin Birlik”e üye olan ülkeler, birliğin kuruluşundan hemen iki sene sonra karışmış ve hepsi, Arab Baharı adı verilen ayaklanmalar vasıtasıyla yeniden şekillendirilmişlerdir.
Tunus (17 Aralık 2010), Cezayir (28 Aralık 2010), Lübnan (12 Ocak 2011), Ürdün (14 Ocak 2011), Mısır (25 Ocak 2011),  Suriye (26 Ocak 2011) ve Fas (30 Ocak 2011) “Avrupa İçin Birlik”e üye olmalarının ardından daha iki sene geçmeden karışmış ve neredeyse hepsinde iç savaş yaşanmış, hükümetler veya rejimler değişmiştir.
Arab Baharı’nın göz ardı edilen en önemli neticelerinden biri de “Akdeniz İçin Birlik” projesinin ortadan kalkmasıdır.
Anglosakson-Yahudi ortaklığı, Arab Baharı’nı başlatarak bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemiştir; bunlardan birincisi az evvel de beyan ettiğimiz üzere Avrupa’nın Akdeniz’deki müstakbel hâkimiyetini ortadan kaldırmak; ikincisiyse İslâm Coğrafyasında yükselen İslâmî hareketleri dizginlemektir.
Burada anlattıklarımız, Arab Baharı sanki baştan sona Amerikan tezgâhıymış gibi de anlaşılmasın. Filistin ve Gazze’nin içinde bulunduğu vaziyet, Amerika’nın Irak ve Afganistan işgâllerinde ortaya koyduğu vahşet ve sosyal medya vasıtasıyla umumî bilgi hâline geldiği üzere, Batılılaşmış politikacılar tarafından satılan millet... Böyle bir denklem içinde milletlerin daha fazla içinde bulundukları kabın sınırları içinde hapsedilmesi düşünülemezdi. Ne var ki Anglosakson-Yahudi ortaklığı, biriken enerjiyi, aralarında ortak fikir bağı bulunmamasını da göz önünde bulundurarak, kendi istediği istikâmete kanalize etti. Böylelikle de hem biriken enerji alınmış oldu, hem Avrupa’nın hamlesinin önüne geçildi, hem de İslâmî hareketlere “dur” denilmiş oldu.
Devam edelim...
Türkiye
Gelelim Anglosakson-Yahudi ortaklığı için artık tehdit teşkil eden, Arab Baharı’nın kıyısında yer alan ve “Akdeniz İçin Birlik”in de üyelerinden biri olan Türkiye’ye...
Esasında, bugün muhatabı olduğumuz birçok husus Türkiye’de ilk defa, bizler “bütün”ü görecek ferasette olmasak da, 2010 senesinde, Arab Baharı ile birlikte başlamıştır. Türkiye’ye yönelik ilk müdahale, yayınlanan seks kasetleri vasıtasıyla muhalefetin yeniden şekillendirilmesidir. CHP’de parti başkanlığına Kemal Kılıçdaroğlu getirilirken, MHP içinde kimi vekiller de bu plan dâhilinde siyaset sahnesinden uzaklaştırılmıştır.
Yine aynı sene içinde Abdullah Gül, Chatham House tarafından “Yılın Devlet Adamı” seçilerek mükâfatlandırılmıştır. İki sene önce yani 2008 senesinde de Abdullah Gül, Kraliçe tarafından “Şovalye Nişanı” ile ödüllendirilmiştir.
7 Şubat 2012’de, Cemaatin yargı bürokrasisi içine sızmış unsurları tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî İstihbarat Teşkilâtı Müsteşarına yönelik olarak, dönemin Başbakan’ı Receb Tayyib Erdoğan’ı hedef alacak şekilde KCK soruşturması kapsamında ifâdesini almak ve tutuklamak maksadıyla operasyon başlatıldı. Teferruatına girmeyeceğiz, Erdoğan bu operasyonu başarıyla savuşturdu.
27 Mayıs 2013 tarihinde, bu kez yapılması planlanan bir inşaat için kesilecek ağaçlar bahane edilerek büyük protestolar başlatıldı. İşin ilginç tarafı, ilk gün yaşanan hadiseler polis tarafından provoke edilerek işlerin çığırından çıkması sağlandı. Yine dönemin Başbakanı Erdoğan tarafından bu protestolar da bastırıldı. Gezi Protestosu olarak anılan bu eylemlerde kullanılan argümanların ithal oluşu gözden kaçmadı.
Bitmedi; 17-28 Aralık 2013 tarihinde, yine Cemaatin yargı bürokrasisi içine sızmış militanları tarafından düzmece kasetlerle “Yolsuzluk Soruşturması” başlatıldı. Yolsuzluk var mıdır, yok mudur, ayrı bahis; maksat iktidarda olan hükümetin meşruiyetini tartışmaya açmaktı. Yine dönemin Başbakanı Erdoğan tarafından bu operasyon da bertaraf edildi.
19 Ocak 2014 tarihinde, bu sefer Şanlıurfa’da, Suriye’deki Türkmenlere yardım götürdüğü iddia edilen MİT tırlarına, yine cemaatin yargı ve askerî bürokrasi içine sızmış militanları tarafından operasyon düzenlendi. Bu operasyonda elde edilen görüntüler, bugünlerde Cumhuriyet Gazetesi tarafından servis edilmekte ve görüntülere konu edilen mühimmatın IŞİD’e gönderildiği iddia edilerek dönemin Başbakanı Erdoğan’ın milletlerarası meşruiyeti tartışmaya açılmaya çalışılmaktadır.
13 Eylül 2014 tarihinde, bu kez Türkiye sınırlarının ötesinde, Arabların Ayn-El Arab, Kürtlerin ise Kobane diye isimlendirdiği bölge IŞİD tarafından kuşatıldı. PKK’nın Suriye kolu olan PYD, Kobane’de, yerli işbirlikçi ve milletlerarası medyaya göre destansı bir direniş göstererek zafer kazandı. IŞİD gibi Musul’u birkaç saat içinde ele geçiren bir grubun Kobane’deki başarısızlığı ilginçtir. IŞİD, temsil ettiği değerlere zıt bir mânâda büyük bir soru işaretinin doğmasına vesile olurken, senelerce terör örgütü olarak kabul edilmiş olan PKK dünya basını tarafından yıkanıp yağlanıyor, fiilî kuşatma ve bugün hâlen davam eden çatışmalarda hayatını kaybeden Kürtlerin Türkiye’ye getirilen cenazeleri bölge ahalisinin HDP etrafında kenetlenmesinin vesilesi oluyordu. PKK’nın siyasî yüzü olan Selahattin Demirtaş da, bir ânda Batı’nın modernizm spotlarının yöneldiği siyasî lider olarak karşımıza çıkıyordu. Şanlıurfa’da Cemaat militanlarının baskın yaptığı MİT tırlarındaki silahların IŞİD’e gittiği propagandası yapıldığından, yavaş yavaş bütün taşlar yerine oturuyordu.
7 Haziran 2015 tarihi ise, son seçimin tarihi. Yeniden dizayn edilmiş ana muhalefet, IŞİD’i destekleyen(!) Ak Parti, dış politikanın başarısız(!) mimarı Ahmet Davutoğlu ve Kobane vesilesiyle Batı tarafından yıkanıp yağlanmış, eğitilmiş, Türkiye üzerindeki operasyonla Cemaat’in ortağı hâline getirilmiş HDP ve Selahattin Demirtaş.
Seçimler, malûm, tek başına iktidar olamasa da, Ak Parti’nin ezici üstünlüğüyle sona ermiş oldu. Batılılar, dizayn etmek istedikleri ülkeleri harman gibi savururken, Türkiye, bugüne kadar saydığımız ve saymadığımız birçok operasyondan çıkmasını bildi. Devam edelim, nihayetinde sonuç bölümünde toparlayacağız
AB-Rusya: Sanayi-Hammadde Maliyeti
Amerika-Avrupa arasındaki rekabetin unsurlarından biri de Rusya’nın Kırım’ı işgâli oldu. Amerika’nın Rusya’nın hinterlandına yönelik operasyonlarından biri olan Turuncu Devrim’in hedefindeki Ukrayna, Rusya’nın müdahalesiyle hem Kırım’ı, hem de üzerinden geçen boru hatlarını kaybetmişti. Bu iş Rusya’nın bir hamlesi olsa da, en kârlı çıkan Amerika olmuştur. Öyle ki, Avrupa’ya taşınan Rus enerji kaynaklarının maliyetinin artması dolayısıyla, enerji maliyetini neredeyse bedavaya getiren Amerika, sanayi üretimi bakımından Avrupa Birliği’nin önüne geçmiş bulunmaktadır. Belki de bu vesileyle ilerleyen yıllarda Avrupa pazarının Amerikan malları ile işgâl edileceğini de öngörebiliriz.
“Büyük Kürdistan”
Gelelim tezgâhın son merhalesi olarak değerlendirebileceğimiz “Büyük Kürdistan”a... Suriye’nin bölüneceği muhakkaktı; fakat ne şekilde bölüneceği hakkında birçok soru işareti bulunmaktaydı. IŞİD’in Kobane kuşatması vesilesiyle bir araya getirdiği PKK-PYD ve Türkiye’deki Kürtler, Amerika’nın havadan bombardıman desteğiyle birlikte Suriye’nin kuzeyine iyiden iyiye yerleşiyor. 2014 senesinde Cezire, Kobane ve Efrin’de ilân edilen Kantonlar, bugün Irak sınırındaki Derik’ten Hatay sınırına kadar uzanmış vaziyette. Geçtiğimiz günlerde Tel Abyad’ın da PYD’nin eline geçmesiyle beraber, Kantonlar arasında bölünmüşlükte ortadan kaldırılmış oldu. İlerleyişi takib edecek olursak, bundan sonrasında Halep, İdlib ve Lazkiye’nin de hedefler arasında olduğunu ve böylelikle “Büyük Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan bir koridora sahib olmasının istendiği anlaşılıyor. Bunun muhtemel maksadı da Kürt petrolünün Suriye’nin kuzeyindeki “Kürt koridorundan” taşınarak Türkiye’nin by-pass edilmesi olabilir. Bundan da önemlisi, Türkiye ile Arablar arasına yeni bir bariyer yerleştiriliyor. Osmanlı’nın bu bölgeye yerleştirdiği Türkmenlerin ne kadar stratejik bir görevi ifâ ettikleri de bugünün manzarasına bakınca daha net bir şekilde anlaşılıyor. 
Geldiğimiz noktada; senelerce Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman ahaliye karşı takındığı tavrı, aynı şekilde Kürt ahaliye takınan HDP ve PKK’nın bundan sonrasında Kürt milleti açısından nasıl görüleceği müphem. Anglosakson-Yahudi tezgâhı ile İslâm Âleminin yükselişinin önünü almak adına tezgâhlanan bu oyunun bir parçası mı olacaklar, yoksa kardeşleri olan Arab ve Türklerden yana tavır alarak bu densizlere hadlerini mi bildirecekler? Bugün için bakıldığında tezgâhın bir parçası olacaklarmış gibi görünüyor ki, ne acı.
Neticede
Batılıların Birinci Dünya Savaşı vesilesiyle İslâm Âlemine vermiş oldukları dizayn ve kurdukları nizam pörsümüş, iflâs etmiş vaziyette. Yukarıda detaylarını vermiş olduğumuz “plan” her ne kadar dehşet verici görünüyorsa da, biz biliyoruz ki; Müslümanlar, üzerlerindeki ölü toprağını silkelemekte, doğrulmakta ve dirilmektedir. Söz konusu olan teşhis bizzat Batı adamının istasyon şefleri tarafından 1980’li yılların sonunda konmuştur ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının hemen akabinde, o güne kadar Komünizm ile mücadele adı altında kullandıkları kişi ve organizasyonları derhâl yükselmekte olan İslâm dalgasının önüne bir set mahiyetinde dikivermişlerdir. Bunlardan en meşhur olanı da malum Cemaat ile onun ele başı Fettullah Gülen’dir.
Bugün istisnasız bir şekilde hiçbir Batılı devletin Irak’ın ve Afganistan’ın işgalinden doğan ağır faturanın bir benzerinin altına girecek ekonomik, askerî, siyasî ve psikolojik gücü yoktur. Hâl böyle olduğu için de savaş, işbirlikçiler tarafından ve bilhassa algı mühendisleri vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. 7 Haziran seçimlerinde de gördüğümüz üzere, Ak Parti iktidarını da Arab Baharı yaşanan diğer ülkelerdeki gibi alt etmek üzere toplum mühendisleri tarafından tasarlandığı son derece açık olan kampanyalar hazırlanmış ve sesi hâlen çok çıkmakta olan merkez(!) medya tarafından uygulanmıştır. İçerideki Batıcı muhalefet, sermaye, medya ve STK’lar, Batılı toplum mühendisleri tarafından Ak Parti karşısında bir araya getirilmiş olmalarına rağmen, Ak Parti’nin almış olduğu %41 oranındaki oy son derece önemlidir. Burada şu hususun da unutulmaması gerekir ki, İslâm Davası tüm müesseselerin ötesinde bir davadır ve bir müessesenin bozulması yahut dağılmasıyla onların sandığı gibi bitmez...
Gelelim Müslümanlara... Gerçekleştirilen algı operasyonlarının hedef aldığı Türkiye haricindeki ülkelerde kesin bir şekilde muvaffak olmasındaki temel sebep, feraset ve basiret sahibi arif insanların kalmamış olmasıdır. Bir asra yakın zamandır mustarip olduğumuz Kültür Emperyalizmi karşısında tedbir alınmamış olması ve karşı kültür davası başlatılamaması dolayısıyla, Batılıların algı operasyonları son derece tesirli ve teshirli olmaktadır. Öyleyse artık kültür bakımından âdeta seferberlik ilân ederek gerekeni yapmak, bağımsızlıkla teslimiyet arasındaki ince çizgiyi meydana getirmektedir. Ve tabiî olarak, hangi kültür sorusundan başlayarak, ilmik ilmik yeni bir toplum örgüsü meydana getirmek, artık bir zaruret hâlini almıştır.
Bir diğer husus ise hâlen yeni bir anlayışın tesis edilememiş olmasıdır. Müslümanlar, bugün Batı ve Batıcılar karşısında hâlen ortak bir dünya görüşü ve ideal paydasında buluşamamış vaziyetteler. Büyük Doğu-İbda’nın çağlar üstü mânâsı da buradan bakıldığında rahatlıkla görünmektedir ki, ondan başka dünya üzerinde insan ile toplum meselelerine çözüm getiren ve ufku işaretleyen tek bir dünya görüşü yoktur.
Yine bir diğer konu da şudur ki, bilhassa Ak Parti’ye taraf olan medyanın artık cepheyi genişletmesi ve Erdoğan’ı karşı tarafın tek hedefi olmaktan çıkarması gerekmektedir. Bilhassa Erdoğan’ın vaz ettiği hususlardan İslâmî olanların kaynağı açıkça gösterilmelidir ki, hedef alan neyi hedef aldığını, millet de neyin hedef alındığını açıkça bilsin.
“Bütün Fikrin Gerekliliği” ölçüsünün gereği olarak, parça parça dedikodusu çokça yapılan “bütün”ü, yerimiz el verdiğince toparlamaya çalıştık. Geçtiğimiz sayı manşetimizde “İslâmî Kesim Duracağı-Görüneceği Yeri Tayin Etmek Zorundadır” derken, neye nisbetle bu ifâdeyi kullandığımız da anlaşılmıştır umuyoruz. Ayrıca manzaranın bir bütün hâlinde aksettirilmesi, ne ile karşı karşıya olduğumuzun anlaşılması bakımından hayatî önemi haizdir. Kuru bir “üst akıl” tekerlemesi, böylesine bir manzaranın izah edilmesi adına kâfi değildir.
Bugün, Türkiye başta olmak üzere bütün dünyadaki hadiseler, tersinden yahut düzünden İslâm’ın etrafında cereyan etmektedir. Dünyada İslâm’ın merkeze gelmiş olmasına ve Batı’nın panik hâlinde dalga dalga gerçekleştirdiği operasyonlara bakarak, kazananın biz, kaybedeninse onlar olduğunu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Bugüne kadar olanların tümü, Birinci Dünya Savaşı ile üzerimize serpilen ölü toprağını silkelememizden ibarettir ve asıl savaş yeni başlamıştır!

Baran Dergisi 440. Sayı