Suriye meselesinin çözümü etrafında yapılan görüşmeleri ve Batı’nın bu meseleye bakışını nasıl yorumluyorsunuz?
Suriye meselesi ne yazık ki başladığı andan itibaren Batı nezdinde çözülmemesi gereken, hatta çözüme kavuşturulmaması gereken bir mesele muamelesi gördü. Batı, Suriye’de yıkımı olabildiğince yaygınlaştırmak, katliamı olabildiğince yaygınlaştırmak, derinleştirmek ve gelecek dönemde iktidarda kim kalırsa kalsın, kim gelirse gelsin belki 50 yıl boyunca belini doğrultamayacak bir Suriye yaratmak üzere pozisyon almıştır. Bu noktada Batı’nın önceki dönemlerde Esad rejiminden hoşlanmadığı muhakkaktır. Amerika’nın özelikle Esad rejiminin yıkılması yönünde temennileri olduğu konusunda kanaatim çok çok yüksektir. Ancak unutulmaması gereken temel mesele Suriye’de ya da İslâm coğrafyasının diğer bütün bölgelerinde mevcut despotik iktidarların tek ve biricik alternatifleri İslâmî hareketlerdir. Bu İslâmî hareketlerin de iktidara gelmesi yönünde Batı çok derin, çok köklü, çok tarihi bir endişe içerisindedir. Bu sebeple Esad’a razı olmak değil; ama Esad’ı bir noktada İslâmî hareketi, İslâmî mücadeleyi ve daha genel manada söylemek gerekirse Müslüman halkları toptan katletmeye dönük bir figür, bir araç olarak kullanıyorlar. Bu noktada ben Suriye meselesinin diplomatik imkânlarla çözülme sürecinin son derece zor olduğunu düşünüyorum. Ama elbette nihayetinde diplomatik imkânlar belirleyici olacaktır. Çünkü netice itibarı ile Cenevre’de, Berlin’de ya da değişik ülkelerde yapılan toplantılar, Suriye’de yeterince zayiatın, yeterince yıkımın olduğu kanaatini o insanlara, o ülkelere hâsıl ettirmişse bundan sonra demek ki barış görüşmelerine ufak ufak yaklaşılabilir.

Fransa’da gerçekleştirilen saldırılar ve mülteci probleminin had safhaya yükselmesinden sonra Batı’nın Suriye meselesinde acil çözüm yönünde söylemler geliştirmeye başladığını gördük. Göç dalgası uzun vadede Batı’ya nasıl bir tesir edecek? Avrupa Birliği’nin akıbeti hakkındaki görüşleriniz nelerdir? 
Batı açısında yıkımlar, ölümler Batı kıyılarına vurmadığı, Batı kıyılarını, Batı sınırlarını zorlamadığı oranda makul ve makbuldür. Ama bu yıkımlar, bu kıyımlar, bu mülteci akımları Batı’nın sınırlarını, Batı’nın duvarlarını zorlamaya başladığı andan itibaren Batı’nın tamamında, yani sadece Yunanistan’da, sadece Çek Cumhuriyeti’nde değil, İngiltere’de dahi tehdidi, korkuyu birinci öncelik haline getirmiştir.  Bu defa Türkiye’nin kapısına düşüp “aman efendim ne olur bu mülteciler bu tarafa gelmesin, 1 miyar euro, 3 milyar euro ne kadarsa biz üstünü verelim” mantığını onlara hemen dikte ettirmiştir. Bu da tabi ki dikkate değer bir durumdur.

Avrupa Birliği’nin üç temel sacayağı var. Şengen, Euro ve Avrupa milleti… Avrupa’da faşist ideolojilerin yeniden revaçta olması sebebiyle tek Avrupa milleti olgusu tartışılıyor. 2008 kriziyle beraber Euro bölgesi tartışılmaya başlandı ve bugün de Şengen’in kaldırılması tartışılıyor. Bu süreç nereye gidecek, Avrupa Birliği dağılıyor diyebilir miyiz?
Avrupa Birliği dağılır mı, dağılmaz mı bilemiyoruz; ama bence içinden uzun bir zaman çıkması mümkün olmayan, köklü ve kuşatıcı bir krizin içerisine doğru sürüklenmektedir. Geçen gün de ifade etmeye çalıştım, mülteci krizi ya da Suriye meselesi ile ilgili olarak aslında Avrupa Birliği ve Amerika Türkiye’yi tökezletmek niyetindeydi. Yani istikrarsızlaştırmak, iktisadî ve siyasî açıdan bunalıma sokmak, toplumsal bir çatışmayı tetiklemek istediler. Ancak, Türkiye’de 2,5 milyondan fazla Suriyeli mülteci olmasına rağmen, elhamdülillah Türkiye’de bir toplumsal çatışma olmadı, kaos olmadı, istikrarsızlık olmadı, para kendi değerini korumaya devam etti, enflasyonda bir tırmanma olmadı vesaire vesaire... Fakat benzer bir durumla karşı karşıya kaldığında, yani yaklaşık 80 bin civarında mülteci Avrupa sınırlarını zorlayıp kimi Almanya’ya, kimi Avusturya’ya, kimi Hollanda’ya girmeye çalıştığında, hemen Şengen vizesi iptal edilmek ya da askıya alınmak durumunda kalındı. Euro bölgesi tartışıldı. İngiltere bu sürecin dışında kalmanın mücadelesini verdi vesaire… Dolayısıyla kurdukları tuzak Allah’ın izni ve emriyle başlarına geçmiş oldu. Bizim için kurdukları tuzak da Allah’ın izni ve emriyle bizim için bir berekete dönüşmüş oldu. Yani mültecileri ağırlamak, daha doğru bir ifade ile muhacirleri ağırlamak bizim için bir yük değil, bir kriz sebebi değil, bizim için elhamdülillah bir imtihan, bir kardeşlik hatta belki de sadece ekonomik anlamda değil diplomatik anlamda da bir kazanıma dönüşmüş oldu. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Suriyeli mültecilerin burada bu kadar tesir etmemesinin bir sebebi de kültürel yakınlık diyebilir miyiz?
Elbette. Bizim akrabamız olan bir toplum. İktisadî olarak, amelî olarak, ahlâkî olarak, mezhebî olarak, coğrafî olarak... Biz Suriye halkıyla zaten yüzyıllar boyunca kardeşçe yaşamış bir toplumuz. Bizim bu toplumla aramızda bir sorun çıkarsa, ben bu sorunu bir beldede, bir ilçede komşular arasında çıkan tarla anlaşmazlığı gibi görürüm, yani “senin hayvanın benim bahçeye niye otlamaya girdi” gibi klasik sorunlar çerçevesinde görürüm. Türkiye’de seküler, Kemalist, ulusalcı tipler kriz yaratmaya çalıştılar ve buna ilişkin yayınlar yaptılar; ama elhamdülillah herhangi bir kargaşada muvaffak olamadılar.

Mülteci krizinin Avrupa’yı içine düşürdüğü zor durum, AB’yi Türkiye’ye yaklaşmaya itiyor. Bu mesele etrafında Türkiye’yi bekleyen fırsatlar ve riskler neler olabilir?
Vakıa şu ki, Avrupa Birliği Türkiye ile uzun bir zamandan beri yeni fasıllar açmamak ve daha önce açılan fasılları kapatmamakta uzun zamandan beri inat etmektedir. Türkiye’ye şantajlar yapmakta ve yeni tehditler yöneltmektedir. Bir noktada Türkiye’yi sıkıştırmak ve hem siyaseti, hem de toplumu içeride huzursuz etmek istiyorlardı. Türkiye’ye karşı kimi zaman Kıbrıs Rum kesimi kullanıldı, kimi zaman Bulgaristan ve Yunanistan sınırıyla ilgili birtakım gerekçeler sunuldu; ama Türkiye ve AB arasındaki dengeler son süreçte Türkiye’nin lehine dönmüş durumdadır. Eğer böyle olmasaydı, Türkiye’nin bildiğimiz o “aydın”, “sanatçı” sınıfı feryat-figan edip, saçını başını yırtıp yolarak “Merkel gelme” diye eylemler ve bildiriler kaleme almazdı. Eğer Avrupa’nın uzantıları Türkiye’de feryat-figan, ağlayıp sızlıyorsa; bilin ki Avrupa zor duruma düşmüştür. Benim kanaatim budur. Türkiye’nin bu süreci yönetmesinin ya da bu süreçte avantaj elde etmesinin temel gerekçesi bence sadece Suriye meselesi değil. Türkiye ekonomik anlamda, Avrupa’nın borsa oyunlarıyla, manipülasyonlarla sarsamayacağı bir istikrara kavuşmuş durumda. Türkiye eskisi gibi değil, Türkiye üretiyor.  Mesele sadece üçüncü köprü, üçüncü hava yolu, otoyollar değil. Türkiye’nin her tarafında bir üretim var ve bu üretim istikrara kavuşmuş durumda. Genç bir nüfus var. Bilgi, birikim, tecrübe var; ama daha önemlisi bence çok ciddi anlamda bir özgüven yakalanmış durumda. Türkiye bunun için Latin Amerika ülkelerine, Afrika’nın en derin bölgelerine yöneliyor. Bangladeş’te İslâmî hareketin liderlerin bir idam kararı uygulanmak istendiğinde Türkiye bunun için bile tavrını ve tarzını koyan tek ülke pozisyonuna geliyor. Bu tavır mülteci meselesinden elde edilen bir güç değildir. Bunu da ifade etmek gerekir. Eğer bu güç mülteci meselesinden elde edilen bir şey olsaydı, Ürdün de güçlü olurdu. Ürdün’ün sesi soluğu çıkmıyor. Demek ki bu mesele sadece “biz 2,5 milyon mülteciyi barındırıyoruz, açarız kapıları ha!” tarzında bir şantajla elde edilen bir özgüven değildir. Bunu iyi ayırt etmek lazım.

Suriye meselesi çerçevesinde Türkiye-Suudi Arabistan yakınlaşması çok konuşuldu. Mısır’ın da bu hatta dâhil olacağı iddiaları vardı. Fakat Türkiye’nin Mısır yönetimine nasıl baktığı malum. Mısır’ın İhvan üzerindeki baskıları kaldırıp Türkiye ile barışma yolunu seçebileceği düşünüldü. Bu barış için de Suudi Arabistan’ın arabuluculuk yapacağı iddia edildi.  Hemen akabinde ABD senatosundan “İhvan teröristtir” şeklinde bir karar çıktı. Böylece bu ittifakın önü kesilmiş oldu. Suudi Arabistan-Mısır-Türkiye üçgeninde oluşacak bir hat Batı için nasıl bir tehlike ifade ediyor?
Bahsettiğiniz mesele İslâm Ordusu meselesi. Bu mesele netleşmiş bir mesele değil. Ancak Suriye meselesi, Suudi Arabistan’ın çok geç idrak ettiği bir durumdur. Bu sorunun derinleşmesinde de seyirci pozisyonunda kalmasının bedelini ödemeye çok yakın. Suudi Arabistan bunun farkında. Şöyle ki, Türkiye öteden beri “uçuşa yasak bölge” ya da benzeri şeyler talep ederken demek istediği şey, “Suriye halkı kimi istiyorsa, serbest seçimlerle o başa gelsin”. Fakat maalesef Suudi Arabistan’da özellikle Kral Abdullah döneminden itibaren İhvan korkusu, IŞİD ve İran korkusundan bile daha öne geçmiş durumdaydı. Maalesef Kral Abdullah döneminde alınan karar ve uygulanan politikalar İhvan-ı Müslimin’i ve onu destekleyen Türkiye’yi boğmak için yapılmıştır. İhvan-ı Müslimin’in Sisi darbesiyle boğulmasından sonra dikkatle bakarsanız, İsrail çok büyük bir oranda Filistin’e yönelik olan ablukasını arttırdı. İran ve Hizbullah çok büyük oranda Suriye rejimine yaptığı desteği arttırmış oldu. Böylece Müslüman halk Suriye’de ve Mısır’da bastırılmış oldu. Bence Türkiye’nin öteden beri yürütmüş olduğu bu politikalar en azından Suudi Arabistan’ın Kral Selman ile beraber toparlanmasına sebep oldu. Bu sonuçlar Türkiye’nin iyi diplomasi yapması sonucunda olmuştur. Biliyorsunuz birkaç haftadan bu yana İhvan-ı Müslimin’in liderleri hakkında verilen bazı “idam kararları” iptal edildi. Tekrardan yargı yoluyla yeniden yargılanmanın yolları açılmış oldu. Ben bunu en azından Mısır için bir yumuşama işareti olarak görüyorum. Ama diğer taraftan PYD-PKK üzerinden Türkiye’yi baskı altına almaya çalışan Amerika’nın da İhvan-ı Müslimin’i “terör örgütü” ilan etmesini Suudi Arabistan ve Türkiye’ye bir ikaz olarak görüyorum; “sakın ola ki, burayla bir yakınlaşmaya girmeyin” diye bir şantaj olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple gerçekten çok girift ve kirli bir sürecin içerisindeyiz. Bunu aşabilmenin kolay olacağı kanaatinde değilim. Ama “şeytanın hilesi zayıftır” diyor Rabb’imiz. Ben şeytanın bugün günümüzdeki temsilcisi olan bu despotik rejim ve emperyalist sistemlerin Müslümanların basireti ve ferasetiyle başarısızlığa mahkûm olduğu kanaatindeyim.

Ortadoğu’dan bahsederken İngiltere’yi atlamak olmaz. Bu meselelerde İngiltere’nin pozisyonu nedir?
İngiltere’nin bu hâdiselerin hiçbir yerinde olmadığını düşünüyorum. İngiltere eğer kendisine ilişkin “İngiltere bu işleri tasarlıyor, planlıyor, görünmüyor” gibi komplo teorilerini okursa İngiliz siyasetine de, halkına da muazzam bir özgüven gelir. Bu tamamen 1900’lü yıllardan bu yana cereyan eden hâdiselerin korkusudur. İngiltere şu anda AB ile bile ciddi krizler içerisinde. Yedek kulübesinde değilse bile, sahada koşmaktan yorulmuş ve dili dışarıya çıkmış bir futbolcu durumunda olduğu, atak geliştirip gol atacak bir oyuncu olmadığı kanaatindeyim.

Mısır’da İhvan’ın iktidardan alıkoyulması, Suriye meselesinin Türkiye’nin beklediği gibi hemen çözülmemesi ve hâdiselerin uzaması, Türkiye’nin dış politikada köşeye sıkışmış bir görüntüye düşmesine sebep oldu. Türkiye’nin dış politikada etkinliğini kaybetmesinin nedenlerinden biri de, ülke içerisinde yaşanan hadiseler. Türkiye üzerine neden bu kadar çok oyun oynanıyor?
İktidar hegemonya mantığında rakibinizi ne kadar zayıflatırsanız, iç işleriyle ne kadar meşgul ederseniz o oranda başarılı oluyorsunuz. Dolayısıyla bu kirli siyaset hâlihazırda devam ediyor. Ancak Türkiye son süreçte Irak, Filistin, Suriye, Mısır, Somali, Etiyopya, Bangladeş hatta Libya ile çok ciddi anlamda iktisadî ve siyasî ilişkiler kuruyor. Bu ilişkilerde de eski Kemalist reflekslerin tamamen tasfiye edildiğini görüyoruz. Artık Kemalizm’in klasik uyuşukluğunu, işbirlikçiliğini teyit eden “yurtta sulh, cihanda sulh” palavraları yok. Artık Kudüs’le İstanbul arasında, Şam ile Trabzon arasında, Bağdat ile Manisa arasında, Kahire ile Sakarya arasında herhangi bir fark görmediğini ifade eden küresel bir vizyonu icra etmeye çalışan bir siyasi ve içtimai perspektif var. Bu perspektif sadece Ak Parti iktidarıyla alakalı değil. Bakın Afrika’nın en içlerinde su kuyusu açmaktan; okul, hastane ya da benzeri birtakım ihtiyaçları giderecek yardım kampanyaları yapan insanlar, bir iktidardan emir almıyorlar, almadılar. Türkiye’nin en ücra köşesinde siyasetten tamamen uzak duran hanım kardeşlerimizin, kermesler yoluyla elde etmiş olduğu paralarla Afrika’da doktor ve hastaneleri seferber etmesinin temelinde ümmet duygusu ve düşüncesinin güçlü bir şekilde ayaklanması yatmakta. Bundan sonra bu ayaklanışın daha bir atağa geçeceğini düşünüyorum. Ben bu sebeple, meseleyi sadece siyasî bir partinin projesi olarak görmüyorum. Türkiye’de zaman zaman sıkıntılar oldu; 6-8 Ekim olayları gibi... O zaman milletin “kovalım bu Suriyelileri” demesi lazımdı. Oysa 6-8 Ekim arasında 50 kişiye yakın insanın öldürülmesi PKK’ya ağır bir fatura getirdi. Gezi olayları Kemalist, sol liberal kesime dönük muazzam bir kuşku oluşturdu. Mit tırlarının durdurulması hadisesi, Fetullahçı camianın Türkiye kamuoyunda tamamen iflas ettiğini ve onların açık bir şekilde bütün İslâm toplumuna ihanet ettiğini tescillemiş oldu. Buradaki refleks son derece önemlidir. Teorik olarak altyapısını çok güzel izah edemeyebilirler. Ama zihinsel ve duygusal anlamda, kalbî anlamda bu insanların duruşu, halkın pozisyonu, İslâm ümmetinin yanındadır. Bu noktada söylemek gerekirse, Türkiye’deki bu siyasi atak aslında Türkiye’nin özüne ve köklerine sahip çıkmasıdır.

Türkiye, Gezi olayları, 17-25 Aralık gibi operasyonlarla karşı karşıya kaldı. En son olarak da Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu kararla tekrar bürokratik elitin bakiyeleri devreye alındı sanki. Ne dersiniz?
Anayasa Mahkemesi’nin kararı maalesef olumsuz bir karardır. Ancak bu karar üzerinden bürokratik oligarşinin tekrar meydan okuma sürecine girebileceğini düşünmüyorum. Halihazırda Türkiye’deki siyaset güçlü. Çünkü toplum belli noktalarda siyasete eleştiriler getirse de, bazen öfkesini dışa vursa da, tercihini her zaman siyasetten yana yapmanın toplum için daha isabetli karar olduğunu teyit etmiştir. Bunu 7 Haziran ve 1 Kasım arasında yaşanan toplumsal krizle anlamıştır. AYM’nin vermiş olduğu bu kararla, tutuksuz yargılanan iki şahsın tekrardan yargılanıp, belki bu defa daha esaslı bir şekilde ağır bir cezaya çarptırılacağı kanaatindeyim.

Son günlerde yaşanan eylemlerle birlikte, silahlı örgütler üzerinden Türkiye’de bir kaos oluşturma planı tutar mı?
MLKP, PKK’nın peşinden sürüklenirken, DHKP-C tamamıyla taşeron bir örgüt konumuna gelmiştir. Niçin mücadele ettiği dahi anlaşılamayacak bir örgüt. Herhangi bir yerde, herhangi bir polisi vuruyor; niçin vurduğu belli değil. Tamamen ahlâk dışı, insanlık dışı, Esed’in hesabına burada cinayet işleyen son derece çirkin bir tetikçi örgütten ibarettir. Türkiye 1990’ları yaşamıyor ki, işkence yok, işgal yok, NATO’nun tetikçiliği yok, emperyalist işbirliği yok; öyleyse DHKP-C niçin var? Gazi Mahallesi’nde, Okmeydanı’nda gençlerin beynini yıkayan ölüme-öldürmeye şartlandıran bir tetikçi örgüt. Türkiye’ye istikrarsızlık bunlarla gelmez. PKK bunlar içerisinde en güçlü ve en toplumsal karşılığı olan örgüttür. Dolayısıyla Rusya, Amerika, İran, Esed rejimi burada birileriyle oynamak isterse, aktörler bunlardır. Bunlara karşı da hükümetin tavrı oldukça önemli ve olumlu. Bakın, herhangi bir yerde bir infaz yapılmıyor, bir dergi basılıp insanların kafasına kurşun sıkılmıyor. Hükümet, kimin elinde silah varsa onunla mücadele ediyor. Elinde silah olmayan herhangi birine ilişkin bir şey söz konusu değil. Türkiye, Kemalist devlet refleksini terk ettiği için şu anda başarılı. Eğer Kemalist devlet refleksiyle hareket edilseydi; Sur, Cizre, Silopi gibi yerlerin dümdüz edilmesi gerekirdi. Bir evin bodrumuna sığınmış olan kadını yahut çocuğu sağ salim kurtarmanın peşinde. Bu da bütün insanlık adına son derece merhametli ve tutumlu bir davranıştır. İnşallah devam eder. Tabii ki “Bizans’ta oyun bitmez” derler. Öyledir ama Allah-u Teala, “şeytanın tuzağı zayıftır, şeytan ve dostlarıyla savaşın” diye bizlere emretmektedir. Dolayısıyla şeytanın bizim düşmanımız olduğunu, hile kurduğunu, fakat hilesinin zayıf olduğunu, şeytan ve onun devlet suretindekilerle savaştığımız oranda da Allah-u Teala’nın lütfunu, yardımını kazanabileceğimizi bildiğimizde inşallah önümüz açıktır.

Teşekkür ederiz.
Sağ olun, iyi çalışmalar.
Baran Dergisi 480. Sayı