İslâm Medeniyeti’nin aslî görevlerinden birin de Batı’nın dünya hâkimiyeti tutkusuna karşı koymak ve önünü kesmek olduğunu söyleyen Baran Dergisi yazarı Mevlüt Koç, Osmanlı'nın bunun idrakinde olduğunu ve bunun da Batı’nın niye İslâm’dan nefret ettiğini ve nihayetinde bir hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu gösterdiğini, bu yüzden de Avrupa Uygarlığı ile İslâm Medeniyetinin arasında dostluğun olamayacağını ifadelendirdi.

İşte Mevlüt Koç'un Halleri Suretlere Giydirmek başlıklı yazısı:


 
Hayat dışarıdan hiçbir müdahaleye, sınırlamaya maruz kalmaksızın, vasıtasız bir şekilde sadece kendini ifade etmek, hakikatini ve sırlarını kıskançlıkla kendine saklamak ister. Bir takım formlara hapsedildiğinde, hayatın kuvvetleri zamanla bu formları aşındırır, bunlardan kurtulur ve “mânâların, maddelerden soyutlanıp başka maddelerin kisvelerini giymeye intikâl ettiği “bir süreçte; yeni bir form içinde kendini ifadeye geçer. Kültür tarihinde, kültürel formların sürekli yer değiştirmesinin temelinde; bütün değişim, dönüşüm ve gelişimiyle birlikte kesintisiz hayat ve formları arasındaki bu mücadele yatar.
“Suretler olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez” – “Zuhur eden mazharın istidadının hükmünce sınırlanmıştır” hikmetleri bağlamında, hayatın ibdaî deviniminin kendisine tecelli imkânı sunan bir takım eserler ürettiği her yerde, hangi aşamada olursa olsun, bir mânâ unsuru ihtiva etmesi hasebiyle bunun adı kültürdür. Yasalar, anayasalar, sanat eserleri, bilim, teknoloji v.b.’leri kesintisiz hayatı kuşatıp ona biçim ve muhteva; gaye ve ufuk kazandırır. Ancak, hayat için tecelli zemini olan bu formlar, iç mantık ve kanunları gereği, kendilerine hayatiyet kazandıran ruhi dinamikten bağımsız bir mânâ ve mukavemete sahiptir. İlk ortaya çıktıklarında hayatla bir bütünlük ve âhenk içinde intibaı verseler de, hayat tekâmülünü sürdürdükçe, “var olma”nın tüm imkânlarını tüketen eski formlar katılaşır; hayata yabancılaşır, hatta düşman hâle gelirler. Zira “hâller değiştikçe suretler de değişmekte” ; ses, renk, çizgi vb. kültürel formlar da giydirdiğiniz hâle nisbetle kalite ve kıymet kazanırken; insanın da gerçeklikten payı, “Allah her an bir şe’ndedir (gerçeklikte)” ölçüsü bağlamında,  teşhisteki tecrid aracılığıyla, murad edilene yakın düşebildiği kadar.
Hayat, “ kalb hakikatine bitişik ruhun mukabil kutbu” nefs mertebesinin ötesine geçip, ruha doğru bir hamle iştiyâkı duyduğunda, ruh da “küllî öze ulaşmak” isteğiyle kültür seviyesine doğru yükseldiğinde, bu yükselişin temelinde özellikle ruhun bir ihtiyacı vardır. “Ruh, duyarlık, hayâl gücü ve irade sahibi ruh olarak, sadece duyulur varlıkları, tasavvurları ve çeşitli gayeleri mevzu edinir; ve varlığının ve mevzularının bu biçimlerine zıd olarak, kendindeki en derunî şeyi- yâni düşüncesini! – duyurmak ve bu düşünceyi, sırf onu mevzu edineceği dereceye yükseltmek ister… Ve “ ruh” kelimesinin en derin anlamında kendini böyle yakalar; çünkü ilkesi, varlığının saf ve aynî temeli düşüncedir.” (S.Mirzabeyoğlu- Madde Nedir)
Ruhun “ küllî öze ulaşmak” iştiyakıyla hâlden hâle intikâlinde, “şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişecek” ve ortaya şuurlu benliğimizin tezahürü halinde, ruh ve nefs kutupları arasında bir iç çatışma ortaya çıkacaktır. İrfanî tekâmülün tamamını, insanın ruhunda yaşadığı bu kavga, bunun çözüme kavuşturulması ve yeniden ortaya çıkması oluşturur.” Düşüncenin çelişkiye düşmesi ve fail ile nesnenin karşıtlığında- zıtlığında yolunu şaşırması, bu çalışmada ve bu safhalarda olur; bu ise, düşüncenin ilkesi içinde kendini yakalamak yerine, kendi karşıtına bağlanıp kalması gibi bir durum doğurur. Ama bu durum sadece zihnin bir neticesi olup, bu sonuç karşısında düşüncenin daha yüksek bir ihtiyacı ortaya çıkar; düşüncenin –tabir yerindeyse- kendi kendini terk etmesine ve şuurunu taşıdığı bu düşüş hâlinde bile, kendinde bu karşıtlıkların çözümünü bulabilene kadar kendine sadık kalmasına dayalı bir ihtiyaç.” ( S.Mirzabeyoğlu – Madde Nedir )
Bu safhada, fail- nesne karşıtlığında yolunu şaşıran, çözüm arayışındaki düşünce, hem kuşatamaz olduğu için kendisinden taşan ibdaî hayatı taşıma, hem de içine dolan yeni hayatı kuşatma ihtiyacı gibi bir zıtlık yaşar ki; bu zıtlık, “ olan şey”in “oluşan şey”den önce gelmesi, ölümün hayatı izlemesi “ gibi, iki şeyin nişânesi daha doğrusu neticesidir; “ ecel” ve “ kader.” Hâllerin giydirildiği formların nesnel geçerliliğini koruma çabası ve kesintisiz hayatın bu norm ve formlardan kurtulma isteği, bu iki kavram arasında durmaksızın mekik dokur.
 “Suret olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez” ; bu hikmet çerçevesinde, hem suret’in mânâdan önce olması, hem de “tecelli”nin mânâdan sonra olması anlaşılıyor.
Tecelli, mânâ’ nın kaderidir, bilinmesidir, görünmesidir. Tecelli’nin bilinme ve görünme anlamı, onun bizzat “suret” olmasıdır. Bu suret, mânâdan sonra.
Mânâ olmadan suretten bahsedilemeyeceğine göre, mânâdan önceki suret eceldir; mânâdan sonraki suret ise, kader.
Ecel ve kaderin mânâda bitişikliği, tecelli etmemiş mânânın sır- tecelli etmemiş mânânın “yok” olmasına nazaran, ecel ve kaderin de “ sır” ve “yok” olduğunu gösterir. Burada mânâ, ecel ve kaderin, bir ve aynı ânda göründüğü açık: Suret ve mânâ birliği hâlinde “ varlık.” ( S. Mirzabeyoğlu- Elif )
“Gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle var” ve bunun aksini söylemek imkânsız. Zira nisbetleri korumak kaydıyla, imkânsız görünen bir şeyin gerçekleşmesi, imkân dâhilinde görünenin gerçekleşmemesine denktir. Bu zıtlığın ortaya çıktığı nokta, yani, şartlar farklı olduğu için birbirinden ayrı duran, “olan” ile “olması gereken”i bir araya getiren düşünce “doğrulayıcılık mihrâkı”dır. Dörtyüz yıldır duyumcul niteliği ağır basan ve yeni bir kültüre geçiş emareleri gösteren Batı Medeniyeti’ne karşı koyabilecek; gelmekte olan yeni kültür- medeniyet İslâm Medeniyeti’dir. Ve çağımızda kültürel- toplumsal hâdiselerin esas karakterini belirleyecek “yönlendirici ilke”, BD-İBDA düşüncesidir. Bundan emin olabilirsiniz. Mutlak hakikat isbat ilzam etmez ve “şeriatın dışında hakikat yoktur.” İlahî bir emri yerine getirmekten ziyade, gördüğü modern siyasi fonksiyon gereği, özellikle çanak tutulan bir takım yanlış uygulamaları İslâm’a fatura eden ve çirkinleştikçe bunu İslâmî hassasiyetine vehmeden cahillere şunu hatırlatmak isterim: Şeriat, her şeyden önce, etimolojik olarak; “ susamış insanı suya ulaştıran yol”dur. Yani “Kurtuluş Yolu”dur.
Özetlemek gerekirse, Batı Medeniyeti’nin sömürgeleştirme, aşılama ve başka uygarlıklardan beslenme yoluyla sahip olduğu yaratıcı güçler zayıfladıkça; kart zampara misâli, ömrünün sonuna doğru dünya hâkimiyeti için duyduğu hayvansı iştiha kabarmaktadır. Oysa tek başına bir medeniyetin böyle bir hâkimiyeti gerçekleştirme tutkusu, insanlığı geri dönüşü olmayan netameli bir sürece soktu: Bu durum tek tip bir kültürün tüm insanlığa ebediyen dayatılması anlamına gelir, yeni bir medeniyet modelinin doğmasını ve gelişmesini önler, insanlığın yaratıcı damarlarını dumura uğratır. Bu sebeple salt etnografik malzemeye dönüşmüş, bunama emareleri gösteren Avrupa Uygarlığı ile İslâm Medeniyeti arasında dostluk olamaz. Çünkü, İslâm Medeniyeti’nin aslî görevlerinden bir tanesi de, Batı’nın dünya hâkimiyeti tutkusuna karşı koymak ve önünü kesmektir. Osmanlı bunun idrakindeydi. Bu da Batı’nın niye İslâm’dan nefret ettiğini ve nihayetinde bir hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu gösterir.

Aylık Dergisi 92. Sayı