Dünya insanî değerlerin hayata tatbiki bakımından belki de tarihin en karanlık dönemlerinden birisini yaşıyor. Kendisi dışındaki tüm unsurları ötekileştiren Batı medeniyeti, siyasî, iktisadî, kültürel ve bunlar dolayısıyla psikolojik üstünlüğü ele geçirdiği demden itibaren dünyanın muhtelif coğrafyalarında işgal ettiği topraklarda ihdas ettiği rejimler vasıtasıyla perçinlediği tahakkümle, dünyaya adaletsizlik yaymayı sürdürüyor.

Doğu’yu tahakkümü altına alan Batı kendi insanına da kötülülerin en kötüsünü reva gördü. Fert ve toplum arasındaki ahengi bozucu nizamsızlık, liberalizmden sonra Komünizm, Faşizm, Nazizm ve sair fikirlerin zuhuruna zemin hazırlardı. Tüm bu fikirler problemin çözümü adına ümitvâr olsa da muvaffak olabilecek potansiyele sahip değildi. Dolayısıyla her ne kadar öyle tabir edilseler de yeni bir düzen getirebilme, paradigma olabilme hususiyetine erdikleri söylenemez. Çünkü bir görüşün paradigma olarak zuhur edebilmesinin öncelikli şartı, çağının insan ve toplum meselelerine dair çözümler üretebilme potansiyelini haiz olmasıdır. Zira çağın meselelerine çözüm sunamamaları sebebiyle arayışlar devam etmiştir.
Kendisini topyekûn materyalizmin pençesine bıraktıktan sonra düştüğü bataklıktan kurtulmak için debelenen Batı’da ve ‘Batı gibi maddeye tahakküm edeyim’ derken ruhunu kaybetmek pahasına onu taklide yeltenen Doğu’da, kültürden siyasete, politikadan iktisada küllî bir bozulma halindeki ruhî muvazene, bu dengeyi tekrar tesis edici bir inkılâbı zarurî hâle getirmiştir. Üstelik bu asırlık döngüye ters cereyan çoktan açılmış, kitleleri peşinden sürüklemeye başlamıştır.

İnkılâbın gerçekleşeceği zemin Anadolu...

Mevzu bahis inkılâbın gerçekleşeceği, sancağın düştüğü ve yeniden kalkacağı toprakların Anadolu olduğu gerçeği gün gibi ortada. Üstad Necib Fazıl’ın ve Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği “İslâmiyet’in emir subaylığı” Büyük Doğu-İbda fikir sistemi, tıpkı bir ağaç gibi, kemiyet/mekân itibariyle yüzde yüz bu topraklara bağlı, keyfiyet bakımından sınırlar ötesi vasfı haiz “insanın insanca yaşayacağı nizam”ı vazetmekte. Buna mukabil gerek Batı’nın, gerekse de Kemalistlerin baskı ve yönlendirmesiyle özünden uzak kalan toplumun büyük bir kısmı, uzunca süre ucuzculuğa kaçarak çareyi dışarıda aramayı tercih etti. İran’dan, Mısır’dan ve muhtelif coğrafyalardan ihraç edilen fikirlere meyletti de, bir türlü yüzde yüz yerli ve millî olana yüzünü dönmeyi beceremedi. Neticede, bu fikirsiz fikircilik tabiî olarak iflas etti; Üstad’ın tabiriyle “fikir denilince suratına sigara dumanı üflenmiş kedi”ye dönen bu samimiyetsizler ise bir türlü gerçeği göremedi.

Kemalizm’in Batılılaşma martavallarıyla özünden koparılan toplumun aslına rücu edebilmesi için, evvela onu aslından koparmak isteyenlerce oluşturulan fikirler manzumesinin çürütülmesi gerekiyordu. Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu öncülüğünde bu aşama atlatıldı. Büyük Doğu-İbda fikir sistemi, ümidiyle, çağının ve çağının ötesinin problemlerinin çözümüne dâir küllî teklifleriyle ve potansiyeliyle rüştünü fazlasıyla ispatladı. Kendisinden önceki kültürlerin de kullandığı tüm mefhumları, hakikate nisbetle yeniden tanımlayarak yeni bir çağ için işaret fişeğini çaktı.

Fikrî çerçevenin topluma sirayet etmesi...

Bir inkılâbın gerçekleşmesi, fertlerin, iç oluşu çerçevesinde, şuur ve idraklerini yenileme ihtiyacı hissetmesiyle, toplumun yeni bir imar sürecine adım atmasından geçer. Fertlerin bu ihtiyacı hissetmesini sağlayacak olan ise yönlendirici fikir sistemidir. Zira halk bir şeylerin yanlış gittiğini sezer de, bir istinadı olmazsa yanlış olanın yerine ne konulması gerektiği hususunda kendisini tam olarak ifade edemez. Artık değişiklik ihtiyacı fazlasıyla hissediliyor ve biz idrakinde olsak da olmasak da, işte o fikir sistemi; Büyük Doğu-İbda, Mevlüt Koç’un ifadesiyle söylersek, “yönlendirici fikir” sıfatıyla toplumu ilerlemesi gereken tarafa doğru sevk ediyor. Nitekim 15 Temmuz İhtilâli de halkın neyin olmaması gerektiği hususunda reaksiyon göstermesinin ve tavrını koymasının neticesidir.

15 Temmuz darbe teşebbüsünün akamete uğratılmasının akabinde geçen yaklaşık bir buçuk senelik zaman zarfında, gerek içeride, gerek dışarıda cephelerin hatları keskinleşmeye başladı; içeride Ak Parti-MHP merkezli bir birliktelik ortaya çıktı. Bu birlikteliğin müşterek zemini ise hiç şüphesiz Büyük Doğu. Yâni fikrin merkezde olduğu inkılâbların gerçekleşmesi adına iç şartlar zuhur etti, çevre şartları da hızla olgunlaşıyor.

Dünya görüşüne bağlı iktidar...
Müslüman Anadolu halkı, kendisine yabancı fikirleri dayatan tetikçi kadroların üstesinden gelebilecek keyfiyeti haiz fertler yetiştirmeyi artık başarmıştır. Toplumu aslından koparıp terakkisine mâni olan içerideki hariciler artık can çekişmekte, son bir ümid Batı’dan yardım dilemekte... Ve nihayet, sıra yavaş yavaş milleti özünden koparmak adına, ithal fikirleri imal edip bizdenmiş gibi gözüken maşalarına işi ihale ederek dinimizi ve ruhumuzu ifsada yeltenen düşmanlara geldi... Tabiî ki bu mücadelede muvaffak olabilmenin yolu, evvela içteki temizliği mükemmelen tamama erdirmek, yani Kemalistler başta olmak üzere, tüm Batı mamûllerinden kurtulup yüzde yüz yerli ve millî bir dünya görüşüne bağlı bir iktidar tesis etmektir. İşte Batı’nın korktuğu da, fertlerin idrakinde başlayan bu Anadolu inkılâbının kemâle erdirilip iktidara sirayeti vasıtasıyla dünyanın neredeyse tüm coğrafyaları üzerinde kurulu olan Batı tahakkümünü nihayetlendirilmesidir.

Batı, vaziyetin fazlasıyla idrakinde...
Esasında sadece Batı da değil; Ruslar da vaziyetin fazlasıyla idrakinde. Hatırlarsanız, Rus Devlet Başkanı Putin’in dış politikasında tesiri büyük olduğu söylenen Aleksandr Dugin, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün hemen öncesinde Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin Bağlum’daki kabrini ziyaret ederek, Türkiye’yi yönlendirici fikre dâir açık bir mesaj vermişti.
Bizi, içimizdekiler vasıtasıyla uzunca bir süre tahakküm altında tutan esas hasımlarımız artık gidişatın nereye olduğunun farkına varmış, bu gidişatı durdurmak için düğmeye basmış; hatta türlü maskeler altında kendileri sahaya inmiştir. 2010’lu yıllar ile beraber Türkiye’ye yapılan Batı menşeli saldırıların öncelikli sebebi budur.

Nasıl ki, ABD’nin 2016 sonunda yayınladığı “Dinî Özgürlükler Raporu”nda geçen “Türkiye (Kemalist) devrim kanunlarını uygulamalıdır” sözünün arka plânındaki insiyak bu ise, son günlerin en aktüel meselesi, Batı menşeli operasyonlar silsilesinin neticede vardığı son nokta olan Afrin kantonuna yapılan askerî yığınak da bu insiyakın tezahürüdür. Türkiye’nin dibindeki bu taarruz hazırlığına göstereceği ‘reaksiyon’ ne olacak göreceğiz...

Artık kılıçlar kınından çıkmak için gün sayıyor. Nihaî hesaplaşmanın fikrî arka planını dilimiz döndüğünce verdik de bunu bir de Batı’dan dinlemenin faydası olacaktır.

Geçtiğimiz haftalarda, ‘breaking defence’ isimli ‘online’ dergide Svante Cornell imzasıyla “Erdoğan’ın Türkiye’si: Az Bilinen İslâmcı Şairin Rolü” başlıklı bir yorum yayınlandı. Cornell, aslen İsveçli olup ODTÜ’de eğitim görmüş, ABD’nin dış politika adına fikirler üreten önemli müesseselerinden Amerikan Dış Politika Konseyi’nin Asya-Kafkasya Enstitüsü ile Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü direktörlüğünü yapan bir akademisyen.

“Başkan Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını duyurunca bölge şiddete hazırlandı. Gerçekleştirilen tek tük tepki bir yana protestolar beklenenden az oldu. Suudi Arabistan kralının da aralarında bulunduğu Arap liderlerin büyük bir kısmı geçici kararlar aldı. Tek istisna Türkiye’ydi. Bu araştırma bir NATO üyesinin bu dikkat çekici tavrını ele alıyor.” takdimiyle yayınlanan makalede Cornell, Üstad Necib Fazıl’ın Türk fikir ve siyaset hayatındaki ehemmiyetine temas ederken, Türkiye’nin gidişatının nereye doğru olduğuna da değiniyor. Bilhassa yazının sonunda ‘neticesi ne olursa olsun’ şartıyla yaptığı yorum son derece çarpıcı. Türkiye hakkındaki bu yazı, gazetelerin manşetlerinde yer bulacak bir mahiyette olmasına mukabil, sadece Sabah Gazetesi tarafından “satır arası” şeklinde görülmesi de enteresan. Yazının tamamı şöyle:

“Erdoğan’ın Türkiye'si: Az Bilinen İslâmcı Şairin Rolü"
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan komplolara meyilli bir isim. Son yıllarda, sıklıkla İslâm dünyasını saran problemlerden dış güçleri sorumlu tutuyor. Başkan Trump’ın duyurusunun akabinde, Erdoğan ülkesinin dönem başkanlığı pozisyonundan faydalanarak İslâm İşbirliği Teşkilâtı’na, kendisini Müslüman dünyanın lideri konumuna getirecek bir olağanüstü zirve çağrısında bulundu.

İki gün sonra bir ödül töreninde yaptığı konuşmada ise kendinden geçmiş bir vaziyette şunları söyledi: “Kudüs giderse Medine’yi kaybederiz. Medine giderse Mekke’yi kaybederiz. Mekke giderse Kâbe’yi kaybederiz!”

Bu acı tenkid nereden geliyor? Bu retoriğin, idarenin zor durumda olmasından kaynaklandığını reddetmek yanlış olur. İsrail düşmanlığı ve global çapta Yahudilerle alakalı komplo teorilerine olan eğilim, Erdoğan’ın değişken ittifaklarında ve dış politika girişimlerinde daimi duruma geldi.

Erdoğan’ın 15 Aralık’ta yaptığı konuşma gerçekten sembolikti: Hâdise, görünenden daha fazlasının ifadesiydi. Erdoğan, uyarılarını, sadece kendisi için değil Türkiye’deki mevcut siyasî elitlerin büyük bir kısmı için fikrî bir başvuru kaynağı olan İslâmcı şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek adına düzenlenen ödül töreninde dile getirdi.

Necip Fazıl Kısakürek bir zamanlar Türkiye’de marjinal bir figürdü. Kısa bir süre Fransa’da eğitim gören Kısakürek, Batı’dan nefret ederek ve Batı’yı bütün kötülüklerin kaynağı görerek yetişti. Fakat birçok çağdaş İslâmcı gibi, Avrupa’nın faşist fikirlerinde öne çıkan iki ögeyi birleştirdi. Bunlardan birincisi; demokrasiyi reddediyor, onun yerine “yüce bir hükümdar” liderliğinde, diğer istenmeyen etnik grupları temizlemeyi öngören, Sünnî İslâm ve Türk etnisitesi üzerine kurulu totaliter İslâmcı ve milliyetçi bir rejimi savunuyordu.

İkincisi ise; Kısakürek Yahudilere büyük bir nefret beslemiştir ve onlar ile dayanışma içerisinde olan masonların Türkiye’yi yok etmeyi arzuladıklarına inanmıştır. Bu nefret tüm çalışmalarında apaçık ortadadır; nefreti o kadar güçlüydü ki bir kitabını tamamen bu konuya ayırdı. Ülkenin hayatta kalması için kritik olduğunu düşündüğü Yahudilerin sürülmesini inceledi ve Türk toplumunda Yahudilikten İslâm’a geçenleri dönme olarak isimlendirdi. Bu temizlik yapıldıktan sonra Türkiye elmas gibi parlayacaktı.

Bir zamanlar marjinal olan bu figür şimdi övgüyle anılıyor: Türk Hükümeti’nin kabinesinde bulunan bakanlar onu methediyor. Erdoğan, Kısakürek’i kendisini etkileyen tek insan olarak anıyor ve onun 15 Aralık’taki konuşması bir istisna değil: “Üstad” diye seslendiği ve şiirlerini okuduğu ismi her hadisede övgüyle anıyor.

Ortadoğu politikalarının çökmesinin ve 2016 Temmuz’undaki başarısız darbe teşebbüsünün ardından Erdoğan, İslâmcı ideolojiyi bir ton azaltarak daha milliyetçi söylemler benimsemişti. Hem İsrail, hem de Rusya ile ilişkilerini normalleştirdi. Misilleme için Türk Yahudi toplumu hedef alınmadı, fakat genel atmosfer hızla bunun tekrar ortadan kalkmasına yol açıyor.

Erdoğan biliyor ki, ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, tek başına İslâmcı ideolojiyle seçimleri kazanamaz. Bu sebeple, gelecek sene yapılacak seçimlere muhalefetteki MHP ile birlikte girmek için işbirliği yapmayı deniyor. İsrail saldırganlığı Erdoğan’a oy kazandırmaz; çünkü bu tek başına Türk kamuoyunu hareketlendiren bir hâdise değil. Esasında Erdoğan’ın İsrail mübalağası yükselen bir trendin göstergesi. Necip Fazıl’ın temsil ettiği İslâmcı ideoloji Türkiye’de ana akım hâline geldi. Bu ideoloji artık marjinal değil; aslında Türk medyasının büyük bir kısmı, okullar ve camiler vasıtasıyla yayılıyor. Ulusal Güvenlik Danışmanı H. R. McMaster’ın 11 Aralık’ta söylediği gibi, bu dünya görüşü bir çok global İslâmcı organizasyon için Türkiye’nin merkezî bir konuma gelmesini sağlıyor.

Yani Erdoğan’ın Kudüs kararına vermiş olduğu tepki sadece Erdoğan ile alâkalı bir durum değil. Bu ülkenin kimliğindeki değişmenin bir göstergesi. Erdoğan’ı cezalandırmanın bir yolunu bulmak bu derin problemi çözmeye yetmeyecektir; Türk toplumu hızlı bir şekilde Batı’dan uzaklaşmaktadır. Siyasî neticesi ne olursa olsun, artık uzun vadeli düşünerek, bu kritik müttefikin zararlı İslâmcı ve etnik milliyetçi ideolojiye sürüklenmesine bir şekilde engel olmalıyız.”

Hülâsa...
Tüm dünyanın artık idrakinde olduğu, bizim sözde aydınlarımızın ise görmezden geldiği bir realitenin tam ortasındayız. Eğer ki toplum olarak aldığımız virajda, dünya görüşüne bağlı iktidar meselesini vuzuha kavuşturamaz, reaksiyondan aksiyona kıvrılamazsak, bugün attığımız ‘Kahrolsun Amerika’ sloganına bir de ‘yaşasın büyük Rusya’ sloganını ekler, bir asır da Moskof pençesinde cebelleşiriz mazallah...

Baran Dergisi 575. Sayı