Bir önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi bedahetler apaçık hakikatlerdir. İspat istemezler. Bu hakikatler ön kabul olmadan girift bir âlemin engebelerinde yürünmez. Bu durum ahlakî alanda olduğu gibi müsbet ilimler sahasında da böyledir. Mesela bütün müsbet ilimlere baston vazifesi görmekle aslî yerine oturması gereken matematiği ele alalım. Matematik dersi anlatılırken aksiyom teori ve ispat kavramları vardır. Matematiğin temeli aksiyomlarla başlar. Bu aksiyomları temel aldıktan sonra teori ve bu teorileri ispat çabası içinde olur ve bu ilmin üstüne tarihî süreçte duvar üstüne duvar örersiniz. Aksiyom nedir? Doğrudan doğruya matematikçilerin ifadesi: “Aksiyom ispatlanması imkansız apaçık hakikatlerdir. Bunu böyle zorunlu kabul edeceksiniz. Burada ‘nasıl ve niçin?’ diye sormayın. Bunu ne biz anlatabiliriz ne de siz anlarsınız.” Mesela geometri konusunun temeli “nokta” ile başlar. Noktayı: Eni, boyu ve yüksekliği olmayan şey diye tarif ederler. Kendi kendine dersin ki, “mekanda eni, boyu ve yüksekliği olmayan şey var olur mu? Bir şeyin zaman ve mekan birlikteliğinde var olması için boşlukta yer kaplaması yani hacminin olması gerekir!” Hacmin de ilerde üç boyutlu olduğunu tarif ederler. Sonuçta şaşar kalırsın. “Bu nasıl böyle oluyor?” dersin, sen ne kadar “oluyor” desen de matematik ilmi bu kabullenişten sonra kendi kendini öyle var kılar k, zaman ve mekanda kendini inkarı mümkün olmayacak şekilde ortaya serer. Üçgende açıları ölçersin hep 180 derece gelir. Açıortay, kenarortay derken en müşahhas çerçevede geometrinin (hendese) içinde hayran hayran çözümlerde bulunursun. Varlığını ispatsız kabul ettiğimiz şeyler bize bir süre sonra varlığını öyle sunup hissettirir ki, aksiyomu unutur teori ve ispatlar dehlizinde yüzerken zevken idrakin yanında aklın da hakkını verici bir şekilde gider geliriz. Demek ki bedahetler sezgi buudunda avlanan ruh yuvasında uygunluğunu bulan hakikatlerdir. Tıpkı bir pilin pil yatağına yerleşmesi, ampulün duyda döndürülmesi misali. “Var’’ vardır, “yok” da bir vardır. Ve her ikisi de Allah (c.c)’ın birer mahlukudur. Yine ne demiştik Allah ve Resûlün ölçüleri mutlak hakikatlerdir. İlim, amel ve ihlas bütünlüğünde zevken idrake yaklaşılıp ispat derdine düşülmeden yaşanılan şeylerdir. Ve böylesi bir yaşayış insan ile insan, insan ile Allah, insan ile kainat arasında ahenk ve bütünlüğünü öylesine sağlar ki, asrı saadetten pay sahibi kılar. Dikkat asrı saadet ancak bizim gibi değil demekten imtina eder, asrı saadetten hisselendik deriz. 

Önceki yazıdan itibaren bir derdimizi dile getirdik. Yazımızın bütün temeli bu derdimize dayanıyor. Hükümetin çıkardığı af kanunundan cinsel istismar ve terörist olarak yaftalananlar dışında çoğu insan faydalandı. Maalesef bu cinsel istismar çerçevesinde ailelerin müsaadesi ile evlenmiş insanlar da bu suçlamaya dahil olunup af kapsamı dışında tutuldular. (Dikkat: Genç yaşta evlenmişler demiyoruz. İslâmî hakikate göre ölçüler çerçevesinde bir birliktelik). Bu haksızlığın giderilmesi için Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’dan Anadolu insanının din, örf ve geleneklerinde bedahet çapına ermiş ve bunu yaşantılarında tatbik etmiş olan hakikat önünde dize gelip, bu insanların dertlerine çare olmalarını istiyoruz. Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’a bütün içtenliğimle soruyorum, sizin anne-baba ve dede-nineleriniz sapık mıydı? Bu insanlar ve bu insanların akranları kaç yaşında evlenmişler? Ne kadarı mutlu ne kadarı mutsuz olmuş. Bunlarda boşanma oranı şimdiye göre yüzde kaçlardaymış? Telefonu açıp köy ve kasabada dayı, amca, hala ve teyzelerime; yâni benden büyüklere kaç yaşında evlendiklerini sordum... Hem de sohbet etme, hal ve hatır sorup gönüllerini ve dualarına alma bahtiyarlığına erdim. Kadınlarda evlenme yaşı ortalama 15-16, erkeklerde 18-20 yaş (askerlik) arası. Kızlarımız ve erkeklerimiz bu yaşlarda evleniyor hayatın ince yollarında yürüyüp bir yastıkta en güzel rüyalarla uyuyorlardı. Emin olun kızlar on sekizli yaşlara gelince kendilerini evde kalmış sayıyorlardı. Bu yaşlardan itibaren gözleri uyku tutmaz bir halde yaşayıp duruyorlardı. Reşat Nuri Güntekin’ in “Çalı Kuşu” romanında kendini Anadolu’ya atmış kadın kahramanda bile bunu görürsünüz. Reşat Nuri Güntekin, bilirsiniz ki İslâmî bir kaygısı olamayan rejim adına roman yazmaktan da geri durmayan bir yazardı. Evet, Anadolu bu hakikati bin yıldır yaşadı ve yaşattı. Bu yaşayış ki, Anadolu da aileyi güçlü kıldı. Bu güçlü kılış ki aile ocağında vefalı, samimi evlatlar yetiştirdi. Bu evlatlar vatan ve millet için kendilerini cephelerde feda etti. “Bu vatana düşman ayağı bastırmam” dediler. 2000’li yıllara kadar Anadolu bunu gördü, bunu yaşadı. Fakat lâik ve çağdaş düzenin tahakkümünden kurtulmak maksadı ile sığındığımız Avrupa Birliği ilişkilerinde Avrupa uyum yasaları çerçevesinde bir zulüm peyda oluyor. Evlenmiş, çoluk-çocuk sahibi olmuş insanlar tarihin hiçbir döneminde maruz kalınmayan bir suçlama ile cezaevindeler. İnsan anlam peşinde yaşayan ve bulduğu anlam içerisinde tercihleri yapan bir varlık. Bu anlam çerçevesinde yaptığı tercihlerde yapıp ettiklerine katlanır. Bu insanlar Müslüman. Kendi âlemlerine ait bir suç ve günah kapsamında olmayan bir suçla suçlanıp cezaevine atılıyorlar. O insanları bağlayıcı hükümler Avrupa Birliğine uyum yasaları çerçevesinde getirilmiş kanunlar. Hani “hırsızlık yaptım bunun karşılığı vardır çekerim.” dersin. Hani “birisiyle kavga ettim ve zarar verdim bunun karşılığı vardır.” dersin ve yaptıklarına karşılık cezanı çekersin. Cezaevinde yatmak böyle olsaydı sabırla direnir ve günlerin geçmesini beklerdin. Fakat kendi anlam dünyanda olmayan bir suçla hatta kendi anlam dünyanda takdir edilmesi gereken bir davranış sergiliyorsun ve suçlanıp cezaevinde yatıyorsun. İnan, bu durum insanı çıldırtır ve zindan hayatını zindandan beter hale getirir. “Boş yere yatıyorum” inancı insanın ümitlerini kırar. Bu insanların dışarıda eşleri mahzun, bebekleri var. Bu insanlar cezaevi sürecini bitirse bile emin olun bir daha normal bir şekilde yaşayamazlar. Ailelerinde gereken rolün hakkını veremezler. Kırılan yürekleri, parçalanan hayatlarını bir daha bütünlemek zor olur.    

İnsanımızın birçoğu artık şehirlerde yaşıyor. Köyler boşalmış bastonlu ve ölüm bekleyen insanların mekanı bir hale gelmiş. Şehirler birer metropolden daha çok yığıntı hâlde. Şehirler, insanları yalnızlaştıran ve zaman israfının çok yoğun olduğu mekânlar... Gençlerin ulu orta gayrı ahlakî davranışları... Okullarda defaatle karşılaştığım bir durum; sınıfta gayri ahlakî tutum ve davranışlar yapan çocukların velilerini çağırıyoruz, aldığımız cevap ise, “Çocuklarımızın özel hayatlarına karışmayın!” Hissiyatım çok güçlüdür bu sözleri söylerken İslâm nefreti gözlerinden akıyor. Yani liseli çocuklar her türlü fuhşiyatı hem de hayvanları utandıracak şekilde toplum önünde sergilerken bir suç işlemiyorlar (!) buna karşılık aynı yaştaki insanların evlenip nikahlı bir biçimde mahrem planda yaşadıkları suç teşkil ediyor.

Ey Anadolu İnsanı bu insanların maruz kaldığı böylesi bir zulüm hepimizin derdi olmalı. Böylesi bir tutumu, gel-geç cinsinden değil sorun kökünden halledilinceye kadar ısrarla gündeme getirmeliyiz. Burada suçlu her şeyden önce senin ölçülerin, senin anlam dünyan. Bu durumda kötülüklere karşı kabul durumu olur ki, bu kabulleniş maazallah itikadî bir bozukluk getirir. Evet, Erdoğan ve Bahçeli sizleri millî duruşa ve mazlumların zulmünü ortadan kaldırmaya davet ediyoruz. Hak ölçülere sığınarak mücadelenizi sürdürmelisiniz. Anadolu İnsanı’nı, aile müessesemizi ayakta tutan bedahetlerimize sahip çıkalım!


Baran Dergisi 695.Sayı