60 ülkede faaliyet gösteren 150 yıllık İngiliz Bankası Standart Chartered, geçtiğimiz Ocak ayında yayımladığı “Long-term forecasts – Asia powers global growth” başlıklı özel raporda, 2030 yılına gelindiğinde ekonomik anlamda dünyanın en büyük satın alma paritesine sahib olacak olan ülkeleri açıklamıştı.

Buna göre Türkiye’nin 2017 senesinde 2.2 trilyon dolar olan satın alma gücünün 2030 senesinde 9.1 trilyon dolara çıkması ve böylelikle dünya sıralamasında Çin, Hindistan, A.B.D. ve Endonezya’nın ardından 5. sıraya yükselmesi bekleniyor.

Raporda dikkat çeken bir diğer büyüme, 2017’de 1.2 trilyon dolar olan Mısır’ın satın alma paritesinin 2030 senesinde 8.2 trilyon dolara yükselmesi... Bu rapora göre 2030 senesinde Mısır, Türkiye’den sonra gelen Brezilya’yı müteakiben 7. sıraya yükseliyor. Türkiye ve Mısır’ın 10 sene içinde olağanüstü ekonomik büyümesi…

Bu tip raporlar, birçok değişken faktöre tanımlanan “beklenen-muhtemel” değerlere bakılarak hazırlanıyor ve bilhassa “satın alma paritesi”ne göre hazırlanan bu tip belgelere, iktisad çevrelerinde, gelişmekte olan ülkelerin ağzına bir parmak bal çalmak için düzenlenmiş rapor muamelesi yapılıyor. Ancak bu ve benzeri raporların abartılı da olsa ülkelerin gelişme trendine dayandırıldığı bir gerçek. Diğer taraftan mezkur raporu inceleyen iktisadçıların Türkiye özelinde aklına takılan müşterek soru, hazırlayanların neye dayanarak bu kadar abartılı bir büyümeyi öngördükleri. Yani nasıl bir değişkenin devreye girerek Türkiye’yi “4 kat zıplatacağı.”

Dolar kurunun birkaç sene içinde 4 Lira’nın altına inmesi tahmin edilen Türkiye ekonomisinin 4 kattan fazla büyümesi ile Mısır ekonomisinin 7 kat büyümesi... Bu iki ülkenin, bahse konu büyüme rakamlarını mevcut ekonomik düzenleriyle gerçekleştirmeleri mümkün değil. Bu raporu hazırlayanların kullandığı nüfus, kur ve bunun gibi değişken faktörlerin de tek başına böylesi bir büyümeye yataklık etmesi beklenemez. Raporu ele alan iktisadcıların dikkat çektiği üzere, böylesi bir büyüme rakamı için çok kuvvetli bir varsayımın olması gerekiyor. Bilhassa “Batıcı” ekonomistler, “Türkiye’nin rapordaki çapta bir büyüme göstermesi için AB üyeliği yahut İMF programı öngörülmüş olabilir” gibi yorumlarda bulunuyorlar. Oysa ki her zaman olduğu gibi bütünü gözden kaçırıyorlar.

Bu iki ülkenin şu sıralar böylesi büyük bir hesab değişikliği doğuracak yegâne müşterek paydası Doğu Akdeniz’deki potansiyel gaz rezervi olabilir. Öyle sanıyoruz ki, İngiliz Bankası Standard Chartered, Doğu Akdeniz’deki gaz yatakları ile bu iki ülkenin genç ve dinamik nüfusunu baz alarak bir hesaplamaya gidiyor ve neticede böyle bir sonuç hâsıl oluyor.

Türkiye’nin Terbiyesi
Amerika’nın, Arab Baharı üzerinden bütün bir İslâm âlemini Türkiye merkezi etrafında buluşturma ve böylelikle tek merkezden kontrol altına alma projesi olan “Dinlerarası Diyalog, Ilımlı İslâm” projesinin, sadece dinî ve siyasî değil, aynı zamanda iktisadî dayanaklarının da olduğu, yukarıdaki İngiliz Bankası’nın ortaya koymuş olduğu rapora bakıldığında açık seçik görülüyor. Dikkat ediyorsanız FETÖ demedik, bir zihniyet kalıbına işaret ettik; çünkü görülen odur ki yarın başka kılıklarda, başka suretlerde ve başka başka mahfiller tarafından bu proje yine işletilmeye çalışılacak. Çünkü ya bu proje muvaffak olacak ve Türkiye onlar adına bölgeye hükmedecek yahut proje başarısız olacak ve Türkiye bu sefer bağımsız bir şekilde yine bölgeye hükmedecek. Açıkçası bunun üçüncü bir şıkkı görünmüyor.

Bu bölgede Suudî Arabistan ve onun gibi birçok Arab ülkesi yeraltı kaynaklarının zenginliğinden senelerdir zaten istifâde ediyor; fakat nüfus noktasında, yani sermayenin en gerçek realitesi olan büyük ve dinamik nüfus yokluğu dolayısıyla bu ülkelerin hiçbir kıymeti kalmıyor.

Türkiye, bugün mücadele etmek zorunda kaldığı pek çok müşkül ve problem ile çizmiş olduğu menfî imaja rağmen çok büyük bir potansiyeli bünyesinde saklıyor. “Oluş” bakımından meseleye yaklaşacak olursak, potansiyelin ortaya çıkması ve doğru bir şekilde kullanılması noktasında bunca müşkül ve problemin, Türkiye’yi yarının şartlarına hazırlamak için öğretmenlik yaptığını, terbiye ettiğini bile ifâde edebiliriz.

Tabiî tüm bu müsbet bakış açısına rağmen birilerinin Türkiye’yi, hele ki elinde bu potansiyel olduğu sürece, asla ve asla rahat bırakmayacağını da unutmamak lâzım.

Bolluk ve İbda
John Maynard Keynes; “Eğer girişim ilerliyorsa, bolluk ekonomi ile birlikte artar; ama girişim yoksa bolluk ekonomi ile birlikte çürür.” diyor. Yâni, Türkiye, Doğu Akdeniz’de dünyanın en büyük yeraltı kaynaklarını bulsa bile bunun tek başına bir anlamı yok. Nihayetinde bulunan yeraltı kaynağı, memleketin kendi öz bünyesinden bir fışkırış değil, taşıma su ile değirmen döndürmek nev’inden bir girdi çeşidi. Değirmeni belki ilk planda son sürat döndürür, büyük bir bolluk ve zenginliği de peşinden getirir ama nereye kadar? Meselâ, bugün, 1990’lı yıllara nisbetle kişi başına düşen gelir belki çok daha fazla; fakat bünyeleştirilemediği için ileriye doğru zuhurun değil, büyüklüğü çapında kırılganlık doğurmuş bir gelir artışı şekli bu.

Girişim, hem ibdanın kelime anlamlarından biri ve hem de ekonomik açıdan hadiseye yaklaşacak olursak, “kendinden zuhur” prensibinin iktisadî plandaki tezahürü. Yine ibdanın anlamlarından bir diğeri, “kârı kendisine ait olmak üzere kişiye sermaye vermek.” Dikkat ediyorsanız işin kendisini değil, sermayeyi veriyor ve senden işletmeni bekliyor. Yeraltı kaynakları bize bu mânâyı çağrıştırdı. Allah’ın sermaye lütfu; işletilmeyi bekleyen!

Bolluk, Keynes’in de dediği gibi ne kendi başına bir keyfiyet ne de ilerlemeye ait başlı başına belirleyici faktör değil; işletildiği takdirde ilerlemenin vesilesi olacak bir potansiyel sadece. Hiçbir su birikintisinin olmadığı yerde damlaya damlaya göl olabileceği gibi, durgun suyun bir müddet sonra ne kadar büyük hacmi olursa olsun bataklığa dönüşmesi mümkündür. Yine bir diğer benzetme olan “hazıra dağ dayanmaz” esprisinde geçtiği üzere, Doğu Akdeniz’den çıkacak zenginlik kadar, bu zenginliğin nasıl işletileceği ve ülkenin tüm ahalisine doğru bir şekilde dağıtılabileceği, Türkiye’nin öncelikli ve üzerine kafa yorulan meselelerinden biri olması gerekiyor. Bünyeleştirilmeyen her gıdanın ifrazat olarak vücuttan dışarı atılacağını unutmadan!

Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulu
Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin şekline baktığımızda, en önemli parçasının politika kurulları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Politika Kurullarının, Türkiye’nin meselelerine bütüncül bir perspektiften yaklaşmak üzere kendi aralarında sürekli bir istişare içinde bulunması ve bu bütüne göre kendi uzmanlık alanlarında yapılması gerekenleri politika hâline getirip Cumhurbaşkanı’na sunmakla vazifeli olması gerekir. Bu sistemde bakanlıkların vazifesi ise Cumhurbaşkanı’nın da uygun gördüğü kurul politikalarını tatbik etmek. Türkiye’de bu sistemin bir yılını doldurmuş olmasına rağmen hâlen yerleşmemiş olması, bize kalırsa, hem kurul üyeleri ve hem de bakanlar noktasında yapılan yanlış tercihlerden ileri gelmektedir. Burada bakanlar ve kurul üyeleri liyakatsiz insanlar diyoruz anlamı çıkmasın, içlerinde öyle olanları da vardır elbet; fakat bizim burada dikkat çektiğimiz husus, mevcut sisteme göre bakanların ve kurul üyelerinin büyük bir kısmının yanlış bir şekilde tercih edilmiş olduğudur. Kalede çok başarılı oldu diye bir adamı kimse alıp da forvete koymaz değil mi? 

İktisad bahsini ele aldığımıza göre, bu kurullardan Ekonomi Politika Kurulu’nun resmî gazetede yayınlanmış görev ve yetkilerinin neler olduğuna da şöyle bir bakmak icab eder:

“Ekonomik istikrarla ilgili gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek,

Ekonomik konularda araştırmalar yapmak,

Global ve millî ekonomi ve kalkınma konularıyla ilgili gelişmeleri izlemek, değerlendirmek gerektiğinde araştırmalar yapmak,

Ekonomik güvenlik ve ekonomik savunmaya ilişkin prensib ve esasların tespitine, güncelleştirilmesine yönelik politika önerileri oluşturmak,

Gerektiğinde gelir azaltıcı veya harcama artırıcı önerileri izlemek ve değerlendirmek, uygun görülenler hakkında etki analizleri yapmak,

Bölgesel gelişme alanında millî düzeyde genel politikaların ve önceliklerin belirlenmesi amacıyla çalışmalar yapmak, önerilerde bulunmak,

Kamu ve özel sektör tarafından yapılan yatırımların süreçlerini hızlandırma amacıyla öneriler geliştirmek,

İhracata dönük üretim stratejilerine yönelik politika önerileri geliştirmek,

Ticaretin kolaylaştırılmasına yönelik stratejilerin ve eylem planlarının oluşumuna katkıda bulunmak,

Faizsiz finans sisteminin daha hızlı geliştirilmesi ile ülkemizin uluslararası finans merkezi vizyonuna katkı sağlanması amacıyla politika önerileri geliştirmek,

Finansal sistemin bütününe sirayet edebilecek sistemik risklerin belirlenmesi, izlenmesi ve bu tür risklerin azaltılması için gerekli tedbir ve politika önerilerini tespit etmek,

Gümrük ve iç ticaret politikalarının oluşturulması ve uygulanmasıyla ilgili görüş bildirmek ve bu konularda araştırma ve çalışmalar yapmak,

Devlet desteklerinin prensib ve esaslarının belirlenmesi amacıyla politika önerileri geliştirmek.”

Ekonomi politikası kurulundan Cumhurbaşkanı’nın istedikleri son derece doğru ve yerinde gözüküyor, tamam da, mevcut Ekonomi Politikaları Kurulu üyeleri, kendilerinden bekleneni karşılayabilecek liyakatte mi? Amacımız polemik doğurmak olmadığından isim zikretmeyeceğiz ama bu kurul üyelerinin büyük çoğunu da tanıyor olmamız hasebiyle rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, birkaç istisna dışında bu kadro kendisinden bekleneni karşılamak noktasında yetersizdir. En basitinden, bugün işletilen hem devlet ve hem de milleti maddî ve ruhî planda tahrib eden “yardım ekonomisi” yerine, aynı imkânı ve potansiyeli kullanmak suretiyle “iş ekonomisi” geliştirmek noktasında bile çalışma yapmaktan aciz bu kadrolar, yarının yukarıda resmetmeye çalıştığımız şartlarının büyüklüğü karşısında ne yapacaklar?

Yazımızın girişindeki bahse dönelim. Ekonomi Politikaları Kurulu, bu vaziyeti idrak etmiş, diğer politika kurullarıyla paylaşarak bütün nazarında böylesi bir değişimin istişaresini yapmış ve bu bütün içinden kendi hissesine düşenleri şuurlaştırıp, bundan sonra izlenmesi gereken stratejiyi belirleyip, Cumhurbaşkanı’nın önüne sunmuş mudur?

Bu soruyu da Cumhurbaşkanı cevablasın mümkünse.
***
Bu kadar büyük fırsatları gören, S-400 gibi dünya düzenini altüst etmeye yönelik adımları atan ve buna karşılık okyanusu geçerken saçma sapan kadro tercihleriyle derede boğulmaya teşne bir Türkiye...

Avrupa ve Japonya gibi ülkeler yaşlı nüfus açmazıyla yüzleşmeye hazırlanırken, büyük bir devinim ve değişim sürecinin başında, çok güçlü bir moment yakalamış olan Türkiye’nin artık doğru politikalara ve bu doğru politikaların belirlenmesini sağlayacak, tatbik edebilecek doğru kadrolara ihtiyacı vardır.

Aynı tas aynı hamam yola devam edilir, yukarıda izah etmeye çalıştığımız üzere ekonomide “ibda modeline” geçilmez ve hâlihazırdaki ekonomi garabeti OHAL yaklaşımıyla ele alınıp yeninden tertib edilmezse, korkarız ki 2030 senesine gelindiğinde yıllık 9 trilyon dolar da bünyeleştirilemez ve ancak ifrazat hâlinde daha fazla beton dökmekten başka bir işe yaramaz.


Baran Dergisi 654. Sayı