15 Temmuz, PKK-PYD silah desteği ve son olarak Kudüs’ün İsrail başkenti olarak Amerika tarafından kabul edilmesiyle artan tazyik neticesinde, içerideki “oluş” süreci de yavaş yavaş ete kemiğe bürünmeye başladı. Geçtiğimiz hafta Star Gazetesi’nin düzenlediği “Necib Fazıl Ödülleri”nde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan dedi ki:

Biz, Üstad Necib Fazıl’ın ömrü boyunca hep bekleyip durduğu o inkılap var ya, işte onu gerçekleştirmek için çalıştık, çalışıyoruz. Devlerin kıvranışına, cücelerin çırpınışına aldırmadan tarihin en büyük iman devini ayağa kaldırmak için gecemizi gündüzümüze katıyoruz.

Eğer bugün içeriden ve dışarıdan sürekli saldırılara maruz kalıyorsak, iftiralara uğruyorsak, davamıza ve onun uğruna adadığımız canımıza kast ediliyorsa, sebebi işte bu mücadeleden vazgeçmiyor oluşumuzdur.

Şayet tıpkı geçmişte yapılageldiği gibi ‘otur’ denildiğinde otursak, ‘sus’ denildiğinde sussak, ‘ver’ denildiğinde versek, ‘al’ denildiğinde alsak, inanın bu saldırıların hiçbiriyle karşılaşmazdık. Ama biz şu veya bu gücün ne dediğine değil, sadece ve sadece Allah’ın ne dediğine baktık, sadece ve sadece milletimizin ne dediğine baktık. Türk milleti olarak daha dünyaya son sözümüzü söylemedik.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuşması, Türkiye’nin istikbâli açısından muhakkak ki son derece ümit verici. Çünkü bu memleket, 100 yılı aşkındır hiçbir hedefi ve gayesi olmaksızın, milletini açık deniz ortasında rüzgârın ve dalgaların keyfine terk etmenin rejiminde yaşıyor. Bu dönemde bilhassa Batılı rüzgârların, tarih sahnesinden silmek üzere gemimizi kaç kez kayalıklar istikâmetine sürdüğü ayrıca bir bahis. Bu menfî şartların kaynağındaysa “idealize edilmiş idealsizlik” vardır. Cumhuriyet döneminde ulvî gaye gibi sunulan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” terkibi, idealize edilmiş idealsizliğe en açık ve net misâli teşkil eder herhâlde. O günlerden bugünlere gelmek muhakkak ki önemli bir gelişme. 1999 senesinde, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, Metris Cezaevi’nin burçlarından çaktığı işaret fişeğinin, bugün sönmeden yolumuzu aydınlattığını hatırlatmakta yarar var.
***
Madem ki bir inkılâb hedefi konulmuş vaziyette, öyleyse bunun “nasıl”ının da konuşulması gerekiyor. 
15 Temmuz daha önce de dediğimiz üzere bir son değildi ve o gece başlayan halk inkılabı süreci bugün devam ediyor. Toplumumuzda, şuur seviyesiyle beraber gerçeklik seviyesinde meydana gelen değişim, artık devlet planında da karşılığını görmek istiyor. Söylem ve aksiyon planında çeşitli girişimlerle bu beklenti karşılanmaya çalışılıyorsa da, mevcut psikolocya ve moral üstünlüğü hâlen bir ideolocyanın emrine tahsis edilmiş değil. Bu sebeble de aslına bakacak olursak, devlet kademeleri ve milletimiz arasında halâ varlığını sürdüren bir ahenksizlik söz konusu. İşte bu ahenksizliği ortadan kaldırmak ve eldeki tüm imkânları tek bir hedefe güdümleyip azamî derecede istifâde edebilmek için, gaye edinilen inkılâba yataklık eden ideolocya manzumesinin, aynı zamanda vasıta olarak da işletilmesi gerekiyor.

15 Temmuz gecesi başlayan Halk İnkılabı sürecini bekleyen en büyük tehlike, heyecanın pörsümesiydi. Elhamdülillah böyle olmadı ve bilhassa dışarıdan gelen tazyik dolayısıyla inkılab ateşi hâlen yanmaya devam ediyor. Bununla beraber artık bizim kendi heyecanımızı kendi içimizde üretmemiz gerekiyor ki, yalnız dışarıdan gelen ittirme kaktırmalara dayanarak değil, kendi enerjimizi kendi içimizde üreterek, savrulmak yerine zaten belli olan bir istikâmete doğru, o istikâmetin gerektirdiği şartlara uygun bir şekilde yol almaya başlayabilelim.

Kadro keyfiyeti ve ideolojik eğitim, bu sürecin hızlanması ve istikâmetinden şaşmaması için lâzım gelen ehemmiyetli hususların bir diğeri olarak ön plana çıkıyor. Türkiye’nin son 15 yıllık macerasına baktığımızda, bu işin kiminle olacağından ziyade kiminle olmayacağı herhâlde anlaşılmıştır. Maksadımız “bağcı dövmek” olmadığından lâfı fazla da uzatmadan devam edelim.

Bu süreçte bizi bekleyen bir diğer tehlike de, nihaî hedefe varmak için geçilmesi gereken merhâlelerin gayeleşmesi. İktidar çevresindekilerle yaptığımız görüşmelerde bu tehlikenin ete kemiğe büründüğünü biz bizzat müşahede etmekteyiz. İçerideki ihanet odakları ve dışarıda düşman ile verilen kavga, pek çokları için gayeleşmiş vaziyette. Yani mücadele anlayışı, kavga etmek için kavga etmeye dönmüş vaziyette. Oysa ki kavga, bir gayeye matuf olduğu takdirde kıymetli, yoksa serserilik ve serkeşlikten ibaret.

Baran Dergisi'nin 498. Sayısının Kapağı

İnkılâbın hedefi artık açık bir şekilde ortaya konduğuna göre, bizi bu inkılâba götürecek yol haritasının da ortaya konması gerekiyor. Öyle ya, nereye varacağımız belli de, nasıl varacağız? İstanbul’dan Ankara’ya gitmek için bile önce gitmeye karar veriyoruz, ardından ne ile (uçak otobüs, otomobil) ve hangi güzergâhtan gideceğimize karar veriyoruz. Güzergâhtan, bindiğimiz otomobilin fren balatasına kadar her şey, hedeflediğimiz Ankara’ya varmak gayesinin vasıtası hâline geliyor. Yoksa şuraya gideceğim demekle oraya varıldığı görülmüş şey değil. Ara hedefler ve vasıta açık bir şekilde belirlenmeli ki, kim nereye nasıl gideceğini bilsin ve mevcut kakafoni ortadan kalksın. Bu yolun şartlarına uymayanlar, zorluklara takat getiremeyenler de bir ân evvel ayıklansın.
***
Hasılı kelâm, idealize edilen fikir sisteminin, bizi o ideale götürecek vasıta olarak da benimsenmesi artık bir zaruret hâlinde kendisini dayatıyor. Öyle ümid ediyoruz ki, günübirlik itiş kakışlar ve reaksiyoner kimlik, bir kenara bırakılır da, artık “büyük fikrin büyük aksiyonuna” geçilir.

Ayrıca unutmadan, gaye edinilen inkılâbın bizzat kendisi bile bir başka ulvî hedef için vasıta!

Baran Dergisi 571. Sayı