Tarihe Hıristiyanlık, kapitalizm, aydınlanma ve teknolojik üstünlük kibriyle, Avrupamerkezci perspektiften bakan birine Avrupa kıtası, kadim devletlerden ve milletlerden oluşan bir kıta olarak görünebilir. Bu görüştekilerin zannı hilafına bu hususta tarih bize aksini söylüyor. Aslında; siyasî, sosyal ve kültürel değişim ve dönüşümler sonucu, kendini sürekli yeniden üreterek; sınırlan bugünkü halini almış yeni bir kıtadır söz konusu olan. Yıkılan imparatorluklarla birlikte bir çok ülke haritadan silinirken, yeni ortaya çıkanların ömrü hafızalarda canlılığını koruyacak kadar kısa. Balkanlar yakın denebilecek bir tarihe kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altınday­dı. Rus, Avusturya- Macaristan ve Alman İmpara­torlukları kıtanın büyük bölümünü yönetiyordu. İmparatorlukların önemli kentleri her ırktan insanın yaşadığı, altı yedi dilin konuşulduğu ticaret ve kültür merkezleriydi.

Tüm dünyaya kendini bir uygarlık modeli olarak sunan Avrupa’nın hiçbir yerinde, kadın erkek eşitliği ve eşit oy hakkı yoktu.

Parlamentoya sahip ülke sayısı yok denecek kadar azdı. “Olamadığı mananın maliki” görünmeye çalışan Avrupa, Frederico Chabod’un deyimiyle söylersek; “tarihî ve ahlakî bir kişilik” olarak yüzyılın büyük kısmında yoktu.

Avrupa kapitalizmini küreselleşen çağın icaplarına entegre etmenin manivelası Avrupa Birliği’nin coğrafî merkezli izah tarzı, Avrupa kavramını kuşatan belirsizliği açıklığa kavuştur­maz. Aksine politika, din ve kültürle yaşadığı çatışmaların üstünü örtmeye yarar.

Çözülen imparatorluklar, öldürülen veya sürgün edilen İmparatorluk aileleri yok olurken, hülyalarını gerçekleştirmek için toplumu ideoloji­leri istikametinde şekillendirmeyi misyonları olarak gören liberalizm, komünizm ve faşizmin liderleri nutuklarıyla topluma olmadık vaadlerde bulunuyorlardı. Bu liderlerin hiç biri; ne Wilson ne Lenin ne de Hitler hayallerini gerçekleştireme­di. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı otoriter rejimleri benimserken, parlamentarizm ve liberal demokrasinin krizi başladı. Komünizm Avrupa’da tutunamadı. Sosyalizm, en ilkel biçimiyle sadece Sovyetler Birliği’nde yaşama şansı bulabildi. 1940’larda yeni Nazi düzeni; söylemleriyle Avrupayı büyülerken, Nazizm yükseldiği gibi aynı hızla çöktü. Diğer ideolojiler içinde kesin yenil­giyi tadan ilk ideoloji faşizm oldu.

Uzun, yorucu ve kanlı mücadelelerle geçen yaklaşık bir yüzyılın ardından, Hitler’in de yenilmesiyle demokrasi yeniden Avrupa hayat tarzına kök salmaya çalışırken, bu sefer de Sovyetlerin doğu Avrupa’yı işgaliyle komünizmle mücadele etmek zorunda kaldı. Soğuk Savaş dönemi süresince birbirleriyle rekabet içinde olan iki süper güç, maddi açıdan büyük başarılar elde etmelerine rağmen, küresel kapitalizmin gelişimine sadece Amerika ayak uydurabildi.

1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte, liberalizm ve komünizm arasındaki ideolojik rekabette sona erdi. Tek kutuplu tabir edilen yeni bir evreye geçildi.

Kendinde tüm dünyaya edep ve uygarlık yayma hakkını gören Avrupa, Soğuk Savaş döne­minin batı lehine sonuçlanmasından hareketle, demokrasinin Avrupa topraklarındaki köklerinin derin olduğu ve bunun kanıtlandığı varsayımıyla tatmin oluyor. Oysa, komünizm nasyonal sosyal­izmi kesin bir yenilgiye uğratmasa, durum tam tersi bir yönde gelişebilir, Hitler bin yıllık Alman İmparatorluğu hayalini gerçekleştirebilirdi. Nitekim, Avrupa ülkelerindeki bir çok hükümet, Yahudi düşmanlığı konusunda en az Almanlar kadar hevesliydi. Şu ülkelerin bazılarında yaşanan kanlı olaylar Almanları bile şaşırtmıştı. Yine birçok Avrupa ülkesi, Nazilerin ırkçı poli­tikalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullan­makta çok istekliydiler. Hiçbir bilgi sıkıntısı çek­memelerine rağmen, Yahudiler ve diğer azınlık­lara uygulanan soykırım karşısında, ne Birleşik Krallık ne de Amerika, dostlar alışverişte görsün kabilinden uyduruk birkaç uyarıdan başka hiçbir ve diğer azınlıkların yok edilmesinde tek suçlu Almanlar değil, diğer Avrupa ülkeleri de bu suça ortaktır. Nitekim, ortak payda ırkçılık olmakla beraber, kimi Avrupa ülkesi biyolojik ırkçılığa dayanırken, kimileri de kültürel ırkçılığa meyyal­di. Hitler kazanamasa da Ulus-devlet düzenin tesisinde problem olan, yıkılan imparatorlukların safrası olarak görülen azınlıklar temizlenecekti. Böylece homojenlik sağlandıktan sonra, demokratik devrimin önü de açılmış olacaktı.

Komünizmi bir rüyanın bitişi, Alman faşizmi­ni çılgın bir diktatörün kitleleri felakete sürük­lediği patolojik bir hal tanımlamasıyla savuştur­mak mümkün değildir. Yüz yıl boyunca yaşanan felaketler, Stalin ve Hitler’ in ruhsal durumlarıyla izâh edilemeyecek kadar derin ve karmaşıktır. Aslında iki liderin yaptığı, batı düşüncesinde var olan yıkıcılığı ifrada vardırmak oldu. Bunu yaparken ciddi bir muhalefetle karşılaşmadıkları gibi, 1930’ ların sonlarındaki gelişmeler, Avrupa kıtasının nazizm ekseninde şekillenmesi ihtima­linin, diğer ideolojilere göre daha yüksek olduğunu gösterir. Özellikle nasyonal sosyalizm, sadece Almanlara has bir özellik değil, kıtanın geneline teşmil edilebilir bir haslettir. Nazi emperyalizmi, vahşeti ve ırkçılığı İngiliz, Fransız, Amerikalı önderlerinin; Asya, Afrika ve Amerikada yaptıklarından tevarüs etti. Hitler’in Nazi İmparatorluğu kurma hayali, Avrupa’ nın emperyalist emellerinin devamıdır. Avrupalılan asıl öfkelendiren, nasyonal sosyalizmin, Avrupa insanının yapısındaki yıkıcı istidadı ortaya çıkar­ması ve batı emperyalizminin mantığını tersine çevirip, Avrupalılara Afrikalı muamelesi yap­masıdır. İşin gerçeği; faşizm, liberal demokrasi ve komünizmden çok daha fazla Avrupalıdır.

Batı Medeniyeti’nin üstün olduğu duygusu ve dünyanın geri kalan halklarını barbar olarak nitelemek, olsa olsa yirminci yüzyılda yaşanan tüm vahşete rağmen, Avrupamerkezci uygarlık kibrinin artarak devam ettiğini gösterir. Maddî ve manevî ilerlemenin nişanesi olarak hayata geçir­ilen, ülke ve halklar arasına nefret tohumları eken, düşmanlığı körükleyen Ulus-devlet gibi ahmakça bir oluşumla İmparatorluklar çözülür; bir kısım azınlığa devlet kurdurulurken, bir o kadar devleti olan insan da azınlığa dönüştü. Daha 1990’larda Bosna’ da yaşanan vahşeti, “sadece antropologların anlayabileceği ilkel bir kabile çatışması” olarak değerlendiren zihniyet, Batı Avrupa dışındaki ülkelere “hakikati olmayan nisbet” idrakiyle yaklaşan bozuk mizacın yansı­masıdır. Zira, mizaçların değişmesiyle teorik düşüncede değişmekte, idrak ve idrak edilen şey hakkındaki hüküm de değişmektedir.

Hıristiyanlık; İncillerin beyanına göre, Hz. İsa’dan mülhem, ekmek ve şarap motifiyle (son akşam yemeği), insan kanı içme ve insan eti yem­eye kudsiyet atfederek, inananların şuur-altına küçük yaşlardan itibaren vahşet ve ırkçılığı zerk etti. Hz. İsa’yı telmihen bu metaforların özümsenmesi Batı insanı’nın hal ve davranışlarını belirleyen bünye halini aldı.

Hz. İsa’nın kulların günahlarına karşılık kendini kurban etmesi, günahın sınırlarını kaldırmış, kim ne günah işlerse işlesin sorumlu tutulmayacağı mantığı günahı meşrulaştırmıştır. Bunun vebalini hem kendi insanı hem de insan­lığın geri kalanı ödemek zorunda kaldı.

Yaşanan vahşet ve ırkçılığın kaynağı, yapısı gereği her türlü eşitliğe karşı olan Hıristiyanlığın kendisi idi. Bir din olarak insan­lar arasındaki ilişkilerde, saygı ve sevgiyi tesis edeceğine zıtlaşmayı, çatışmayı alenen kendisi teşvik etti.

Kilise nüfuz alanını genişletmek, varlığını devam ettirmek için hâkim sınıfların, güç odak­larının, iktidar sahibinin yanında yer aldı. Fakir, âciz, kimsesiz insanları korumak şöyle dursun; istilacı ve sömürgeci emeller sonucu, Hıristiyanlaştınlan insanları toplum dışına iterek, sınıflar arasındaki ilişkileri katı ve sert kalıplar içine hapsetti. İnsanların haysiyet ve şerefiyle oynadı. Toplumu sınıflara ayrıştırdı. Farklı sınıftaki insanlara aynı mekânda yemek yeme, birlikte seyahat etme hakkını bile sağlayamadı. Fert ve toplum ilişkisine denge getiremedi. Bireysel haklar; özgürleşmenin yegâne ölçüsü olarak kabul gördü. Ne var ki, ferdin haklarının ön planda tutulduğu bir sis­temde, şahsi menfaatler farklı istikametlerde gelişeceğinden, toplumda çıkar çatışmalarının husule gelmesi; huzursuzluğun topluma yeni katılanlara da sirayet edecek şekilde artarak devam etmesi kaçınılmazdır.

Halbuki İslâm; fakir, âciz, zayıf ve çaresiz­lerin hak ve hukukunu, şeref ve haysiyetini ikti­dar sahiplerine karşı tavizsiz korumuş, bunlardan gelecek kötülük ve düşmanlığa zerre kadar ehemmiyet vermemiştir. Muhteşem olanı tüm ihtişamıyla kavradıkları sürece, Müslümanlar hiçbir beşeri otoriteye boyun eğmediler. İslam Büyüğü’ne soruyorlar: “Allah’ı ne ile bildin?” Cevap: “İki zıddı birleştirmesiyle”.

İslâm; yaratılmışların en şereflisi insan ile varlığın diğer derecelerini birlikte zikrederek zıtları birleştirmiş, varlıklık âlemine bütünlük ve süreklilik getirmiş, hayatı parçalamamıştır. İnsan hayata ve varlığa saygı göstermekle mükellef olup, her nesne varlığını koruma, idame ettirme hakkına sahiptir. İnsan kendisine verilen ölçüler dışında bu verili haklara müda­hale edemez. İbadetlerde maksat; Kelime-i Şahadet’in dil ve davranış haline bürünerek, tüm faaliyetlerimize yansıması ve son nefesimize kadar devam ederek, imanda kemâle ermektir. Müslüman için yeryüzü, mânası itibariyle bir ibadethane hükmünde olup, bütün hal ve davranışlarında ibadet şuuruyla hareket etmekle mükelleftir. Batı insanı büyük acılar çekmesine rağmen, ıztırabı kendinde başlayıp kendinde biten'maddi ıztıraptır.

Onun içindir ki acısını, sevincini kaba kaba yaşar ve yansıtır. “Bakın ben ne kadar acı çekiyorum”, “Bakın ben ne kadar eğleniyo­rum.. .v.b”. Bu yüzden bencilcedir. Oysa, insanı diğer canlıların üstüne çıkarıp insanileştiren, mukaddes kılan, manevî ıztıraptır.

İnsana ruhî yüceliğini kazandıran, “başkası olmadan başkası için olma”nm zirvesine taşıyan bu ıztırap, müslümanın ayrılmaz vasfıdır. Bu bakımdan Müslüman: “Büyük muzdarip”tir.

Baran Dergisi 200. Sayı