Cumhuriyetin kuruluş süreci ile birlikte, İslâm’ın kentten kırsala sürülmesindeki esas gaye: İslâm’ı, çarpık ve güdük taşra mantığının zevksizliğine mahkûm etmek; itibarsızlaştırmaktı. Bu süreçte toplumun en çok mağdur edilen, dışlanan, siyaset sahnesine çıkmalarına asla izin verilmeyen kesimi olarak; âliminden saf ve inançlı halka kadar mütedeyyin insanlar, hayatlarının en korkunç ve en tezatlısını yaşamak zorunda kaldılar. Memleketin tapusunu kendinde gören, dar bir sınıfsal çıkar ve ruhsuz bir biçimcilik dışında, Batılılaşma adına hiçbir kalkınma projesi olmayan Kemalizm’in İslâm’a ve insana bakışı buydu. Tüm tarih dışılığı ile CHP ve tabanında kesintisiz süren zihniyete göre; modernleşmekten şunu anlıyorlardı: İslâm, hiçbir İslâmî kisve asla ve kat’a kamusal ve toplumsal alana giremeyecek, herkes ibadetini özel hayatında kendine göre gizlice ifâ ve idrak edecek, İslâm varlığını sürdürmekle beraber, kendisinin belirlemediği bir dünyada toplumla ilişkilendirilip siyasal olarak düzenlenirken dinî değerlerde işlemden geçirilip, moderne tahvil edilecekti. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı. 1920’lerin ideolojisi peş peşe gelen darbelerle, defalarca tahkim ve tahkiye edilmesine rağmen “DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI olmuş ANADOLU” ve “İslâmî hüviyetini hiç kaybetmeyen” (Ölüm Odası- B/Yedi S. Mirzabeyoğlu) insanı, tek doğru olarak kendisine dayatılan laiklik, seküler milliyetçilik ve bunların otoriter-dışlayıcı siyasetine direndi ve kazandı…

27 Mayıs 1960 darbesinden beri, “arkası yarın” kıvamında, peş peşe gelen darbe ve muhtıraların bitmek bilmeyen alaca karanlığında yaşıyoruz. Bu hengâmede, siyasi suikastlar ve kitle kıyımlarıyla birlikte, kim bilir kaç milyon insan işkenceden geçti, katledildi; ruhen ve bedenen sakat kaldı. Kim bilir bu insanlar hayatta kalabilmek- hayata tutunabilmek için nelere katlanmak zorunda kaldı.

Hilâfetin ilgasıyla İslâmî hareketlerin canlanması birbiriyle ilişkilidir. Türkiye’ de N. Fazıl’la esmeye başlayıp S. Mirzabeyoğlu ile devam eden, İslâmî hareketlerin yelkenini şişiren rüzgârı da bu bağlamda okumak gerek. Siyasal İslâm’ın dönüşüm ve kazanımlarının temelindeki harçta en büyük pay, İslâmcı nesillerin hamurkârlığını yapan N. Fazıl ve S.Mirzabeyoğlu’nundur. Zira gerçek siyaset tepelerde yapılan değil, toplumun alt katmanlarında; işçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla halk tarafından üretilen siyasettir. Başarı şansınız ise, toplumun genel fikir çerçevesine kendi dünya görüşünüzü yerleştirebildiğiniz kadardır. Ak Parti, askeriyesiyle, Anayasa Mahkemesi’yle, yargı sistemiyle bir dönemi kapattı. Ak Parti’yi kuran ve yöneten kadrolar, şöyle veya böyle BD- İBDA Ekolü’nün rahle-i tedrisinden geçmiş insanlar, bu kadroları iktidara taşıyan siyasette; 1990’lardan başlayarak mahallî idareler yönetiminde gösterilen başarılı performans ve bu idarecilerin yönetime gelmesinde en büyük pay sahibi olan halkın ürettiği siyasettir. Dolayısıyla, AKP eleştirilerinde göz ardı edilmemesi gereken husus: Ak Parti ve tabanı söz konusu eleştirilerin varsayımlarının aksine, zannedilenden çok daha kompleks bir yapıya sahiptir.

2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, kendi zihinlerindeki 1930’lara, yani kendi “asr-ı saadet”lerine dönme fantezisiyle yaşayan, askerî- bürokratik birçok unsuru içinde barındıran girift yapı eliyle, bütün darbelerin alâmet-i fârikası Kemalist Devrim’in kazanımlarının (rakıyı adabıyla içmekte dâhil) elden gittiği yaygarasıyla kamuoyunda “irtica geliyor” psikozu yaratıldı. AKP değiştiğini, dönüştüğünü defalarca beyan etmesine rağmen, en başta “geleneksel darbe şenlikleri” nin vazgeçilmez organizatörü CHP ve tabanı, beraberinde çağdaş önekiyle bilinen ne kadar dernek-vakıf varsa hepsi; İslâmî kesimin kimlik, tanınma, temsil edilme taleplerine ve Ak Parti iktidarına karşı çıkarken, askerî-bürokratik komplekste medya ve medya aracılığıyla; “göbeğini kaşıyan-bidon kafalı-gerici” yaftalamalarıyla kendi halkına karşı büyük bir aşağılama ve itibarsızlaştırma seferberliğine girişti. Kendini yeniden üretemeyen bir toplumun, bunamış bir ideolojinin ihtilâçları halinde: Türkiye’nin zaten düşman çemberine alındığı, Batı’nın Sevr’i yeniden hortlatmak istediği, uluslararası bir operasyonla ülkenin AKP’ye bırakıldığı, irtica geliyor hezeyanlarıyla kamuoyu manipüle edilirken, İslâm düşmanlığının birleştirdiği unsurlar örgütlenip; bir kere daha ordu darbe yapmaya çağrıldı. Fakat bu çağrı ne ABD ne AB, ne de halkta olumlu bir yankı bulmayınca, AKP’de dik durup inisiyatif alınca; askerî- bürokratik kompleks gerilemek zorunda kaldı.

Ne var ki, Ak Parti ve politikaları konusunda kimi İslâmcı çevrelerin, özellikle de “bizim arkadaşların” kafası hayli karışık. Tarafların birbirini yitirdiği tuhaf bir diyalog ortamında, epeydir; içten içe bir kavga devam ediyor. “Delikanlılık makamında”, internet üzerinden edilen “küfrün bini bir para”

Bu noktada akla şu sorular geliyor. Böyle bir politikanın fonksiyonu nedir-kime ne fayda sağlar? Maksat üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi? Maksat bağcıyı dövmekse bunu zaten hepimiz, her zaman yapıyoruz. Ama derdimiz üzüm yemekse, hiçbir ciddi değerlendirme yapmadan, “yağmur yağdı böyle oldu” misâli, yaşanan olumsuzluklarda hiç payımız yokmuş gibi; ucuz, demagojik gerekçelerle dışımızdaki herkese aklımıza gelen yaftayı yapıştırmak; tehdit, saldırı ve her türlü hakareti kendinde hak görmek; iptidâilik değil midir? Bu ilkellik ortamında yapacağınız tek şey, sadece kavga etmek olur. Dahası; bu hâl kanıksandığı zaman, sadece kendi küçük mahfilinizde geyik muhabbeti tadında lafazanlıklarla vakit geçirir, sesinizi kimseye duyuramazsınız. Zaten marjinallik denilen şey, tam da bu değil mi?

Eğer ben; sistemin değişmesini, dönüşmesini istiyorsam, bunun yolu da benimle aynı fikirde olmayan insanların beni anlamasından geçiyorsa, kaba saba bir muhalefetle bunu sağlayamam; sesimi de kimseye duyuramam. Çünkü bu tür davranışlar beni iyice marjinal kılar. Hadiseler benim istediğim gibi gelişmiyorsa, bunun sebeplerinden hareketle gerçek bir diyaloga girmem gerekmez mi? Elbette gerekir. Çünkü mütecaviz tavır alışlar, iletişim kurabilmeyi imkânsız kılıyor. Biz farkında olmasak da bu tür bir muhalefet güçten değil, acizlikten kaynaklanır. Üstelik bunun müşahhas örnekleri de önümüzde duruyor. Bu tarz bir muhalefete ancak, kendi cemaatlerine hapsolmuş, üstüne kapanmış; başkalarıyla diyaloga girmekten aciz, aşırı milliyetçi veya marjinal solcu gruplarda rastlarsınız. Bu minvâldeki politikaların ne siyaset ne de toplum üzerinde etkili olması asla mümkün değildir. Kaba saba bir muhalefetle, popülizmle ancak, kültür seviyesi hiç de iç açıcı olmayan kesimlere hitap edebilirsiniz. Oysa bu davanın “en sihirli telkin vasıtası estetiktir.” Ve estetik kaygısı olmayan insanlar son derece rahatsız edicidir.

Bu noktada durup iyice bir düşünmek gerektiği kanaâtindeyim. Zira, BD-İBDA’ya bağlılık iddiasında olan arkadaşların da aynı istikamete yöneldiği ve bunun doğurabileceği neticelerin iyi düşünülmüş ve iyi tahlil edilmiş bir karar olmadığı açık. Dünya görüşümüzle yakından uzaktan hiçbir alâkası olmayan kişi ve gruplarla aynı çizgiye düşmek; hem fikre kıymak, hem de kendimize ihanet olmaz mı? Herkesin birbirine karşı böyle keskin tavırlar alması yerine, daha ölçülü ve dengeli bir üslûp, daha mutedil bir dil kullanmak; daha vakur ve mâkul davranmak bizi, çevremizle diyalog kurmakta daha müsait, dolayısıyla daha fonksiyonel kılmaz mı?

Ne yazık ki öğrenmemek gibi büyük bir zaafımız var. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ayrı konu ama, ne siyasî düşünce tarihinin en güçlü akımlarından biri olan liberalizm ne de Ak Parti gibi bu ülkenin gördüğü en ciddi ve en büyük siyasal hareket, öyle her önüne gelenin bir kalemde silip atabileceği şeyler değildir. Ona buna dudak bükmek yerine, birçok konuda öğrenmek gibi bir derdimiz olduğu kanaâtindeyim. Ulusalcı, Ergenekoncu, marjinal solcu gruplar gibi; Ak Parti’yi bitirmek için Kürtlerden medet bekleyen resmî ideolojinin tetikçileriyle saf tutmayı; emperyalizme karşı mevzilenmiş güçlerin seferberlik ilânı gibi algılamak, büyük hatadır. Bu hâl; dünya görüşünün bağlayıcılığından kurtulan düşüncenin nelere ve nerelere evrilebileceğinin göstergesidir. Tıpkı Marksizm’in  Stalinizm’e - Maoizm’e evrilmesinde olduğu gibi; zincirlerinden boşanan düşünce, “ ne yardan ne serden geçmeyen”lerin  elinde nerede karar kılar, bilinmez.

Eşya ve hadiselere meçhûle hürmet tavrı içinde bakmadığınız zaman, “tek bir hakikat olan suyun aktığı yere nisbetle değişen lezzeti gibi,” (Esatir ve Mitoloji- S.Mirzabeyoğlu) kendi hakikatinize taşırken sakatladığınız düşünceyi tek doğru olarak dayatır; kendi gerçekliğinizi yaratır; “gerçekler” veya “ gerçekliğin farklı yorumlarına” karşı kendinizi doğrulama ihtiyacı duymazsınız. Böyle bir büyülenmişliğin etkisi altında; “yanlış kendi doğrularını doğurmaya”, mantıksızlıklar mantıklı gelmeye başlar. Acıyı içselleştirmiş “Hint Fakiri” misâli, ideolojik motivasyona dâir bir takım etkinliklerden zevk almak marazi bir hâl alır; acıyı- ölümü kutsar ve büyük bir iştiyâkla kucaklarsınız. Oysa, “İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.” Diyalektik bir ilişki içinde götürülmesi gereken teori ve politik çizgi dengesini kuramadığınız zaman; İslâmcılıktan ulusalcılığa, Marksizm’den Ergenekona; bir uçtan diğerine savrulursunuz. Tabii bu arada, ortada ne dünya görüşü kalır, ne politika.

Açıkça dillendirilmese de yaşanan olumsuzlukların temelinde: Sürekli sahada kalmazsam unutulur, kuruyup giderim psikolojisi ve bu psikolojinin sahiplerini reaksiyoner ve ajitatif kılması yatıyor. Oysa, “insanın sorununun olmasıyla kendini sorun haline getirmesi farklı şeylerdir.” Bunun gibi, bir dünya görüşünü benimseyip, samimi olarak onun îcaplarını yerine getirme niyetiyle; O’nu, “ olamadığı mânânın mâliki görünme” hovardalığında tüketme cahilliği de farklıdır. Birincisinde bağlanma, fikirde fani oluş- aşk ve vecd hâli hüküm sürerken; ikincisinde tam tezat oluşturacak şekilde yabancılaşma; “düğüne gitse damat cenazeye gitse ceset olmak” peşinde koşan şaşkın misâli, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergilemek söz konusudur. “Niyet ve cahillik ayrı dava.” ( Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) Değişime direnerek, taze suyla beslememiz gereken havuzu gire çıka kirleterek; “Yürüyen Büyük Doğu”  yürütülemeyeceği gibi, kendini değiştiremeyen de sistem falan değiştiremez.

Biz insanlar son derece adalet duygusundan mahrum ve nankörüz. “Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır” misâli, hep göze görünür olanı severiz. Bu hâl cins kafaları yargılayış tarzımızı da etkiler. Süreçten çok sonuca değer verdiğimizden, sansasyonel olmayana karşı pek ilgi duymayız. Bu insanların sırtından geçinenleri göklere çıkarırken, acı çeken bir ruha rastlamanın sevinciyle, onları kendimize benzetmenin hoyratlığı içinde, binlerce kez gönüllerini incitir; ruhlarına yaralar açarız. S. Mirzabeyoğlu sadece resmî ideolojiye, dinin toplumdan dışlanmasına karşı mücadele etmekle kalmadı. Esaslı bir insanlık ve Müslümanlık dersi de verdi. İslâmî kesime neyin ve nelerin mümkün olduğunu gösterdi. Dehâsıyla, zekâsıyla, öngörülemez zannedilen şeyleri öngörmesiyle; o güne kadar sorulmasına dahi cesaret edilemeyen soruları sormasıyla, eserler boyu bu soruların cevaplarını vermesiyle; tek başına bir mücadele ve politika sanatı sergiledi. Dost düşman herkese, “ İman Şövalyesi” olmanın ne demek olduğunu gösterdi. Ne yazık ki, değiştirdiği bir sürü şey görmezden gelinerek, lehte ve aleyhte sürdürülen korkaklık hâlen devam ediyor.

İlkokul-ortaokul dönemlerimizde, sokaktan kiralık Tommiks, Teksas, Zagor gibi Amerikan çizgi romanlarını alır, habire bunları okurdum. Yanılmıyorsam Zagor’da bir mezarcı tiplemesi vardı. Her mahkemede en önde oturur, hâkimin karar diye tokmağa uzanmasıyla birlikte o da “asalım!” diye ayağa fırlardı. Adam bu hâli o kadar benimsemişti ki, bir gün kendisinin yargılandığı eften- püften bir davada, hâkimin karar demesiyle birlikte yine “asalım!” diye havaya fırlar.

Bu anekdotu bende tedai ettiren saik, hem birçok arkadaşımızın mezarcıyla aynı tavrı sergiliyor olması, hem benim de uzun zamandır dillendirdiğim bir olumsuzluktan S.Mirzabeyoğlu’nun da rahatsızlık duyduğunu, Av. Hasan (Ölçer) Bey vasıtasıyla öğrenmiş olmam. “Her şeye sahtesi musallat- Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” gibi, bir sürü doğruyu biliyor olmamıza rağmen, ne yazık ki öğrenmemek gibi büyük bir zaafımız var. Mirzabeyoğlu, “ sözler giderken tersine- mânâlar gider Mersin’e…” esprisi bağlamında; mânânın müsbete işaretini göstermek ve bu vechesiyle kavranması gerektiği kasdıyla, birisi (yazar- çizer- tanıdık…) için bir şey söylüyor, birçoğumuz söyleyişteki muradı kestiremediğimiz için, o insana karşı Mirzabeyoğlu’nun gösterdiği aynı tavrı sergilemeyi kendimizde bir hak olarak görüyoruz. İyi de yavrucuğum, sen o adam değilsin ki? Böyle bir tavır alışı ne Mirzabeyoğlu tasvip eder, ne de bu hâl sahibine yakışır. Çünkü ilkinde, “işin sonunu önünden gören” bir insanın muhatabına karşı; “bir Tanrı olabilecekken niye uşak olmaya özeniyorsun” varî bir serzenişi veya yapılan bir haksızlığa karşı haklı isyanı söz konusuyken; ikincisinde, “olamadığı mânânın mâliki görünme” sevdasındaki birinin haybeciliğidir mevzu bahis olan. Oysa “Büyük Sanatkâr”ların hakiki talebeleri; O’nu taklid edenler değil, kendilerini onun imzasını taşıyabilecek sanat eserine dönüştürebilenlerdir.

S. Mirzabeyoğlu kırk yıldır hem kafamızı, hem ruhumuzu mükemmelleştirmek için mücadele verdi, vermeye de devam ediyor. Bizler ise öğrenmeyerek, bilmeden tanımadan ona buna dudak bükerek; âdeta,  ders olarak okutulacak çapta; “bir fikir nasıl temsil edilmez”i oynuyoruz.

 

Mevlüt Koç, Aylık Dergisi Aralık 2012, 99. Sayı