Kağıthaneden  Okmeydanına çıkan Sadabat yokuşunda, 3.8.07 tarihinde saat 19.15 civarında Kağıthane Emniyeti motorize ekiplerinin çevirmesiyle karşılaşıyoruz. Önümüzdeki beyaz araba geçiyor, bizim siyah arabayı durduruyorlar. Lüks ve film camlı arabalara gıcıklarmış; çünkü içerisi görünmüyormuş.

Kibarca arabadan iniyoruz. Malum, polisin yetkileri artırılmış, çevirmelerde izinsiz arama yapabiliyorlarmış. Fakat biz yine vatandaşlık haklarımızı arıyoruz.

Polisin “nerelisin?” muhabbetine, “Trabzonlu” diyorum. Hemen, lafı yapıştırıyor: “Siz Karadenizlilerde silah vardır. Nerede?”... Daha önce de bir çevirmede böyle bir lafla karşılaşmıştım, sinirleniyorum:

“Eee, bu muhabbet de sıkmaya başladı!”

Diyorum. Ve hemen eli torpidoya uzanan polise müdahale ediyorum:

“Kardeşim, arabanın kapalı yerlerini arayamazsın!”

Seninkiler bir duruyor, bana bakıyorlar.  Kararlı ve ısrarcıyım. Amirini çağırıyorlar. Âmiri kibarca geliyor, “Yok  öyle bir şey arayabiliriz polis her yere bakabilir. Sadece ev ve işyerlerini ararken savcı izni şart” diyor.  

Ben yineliyorum: Arabanın kapalı yerlerine, bagaja falan bakamayacaklarını söylüyorum. Bir tanesi acemi çaylak gibi oradan atlıyor:

“Şüphe üzerine her yere bakarız, ararız kardeşim” diyor.   

İşte bunu yapmayacaktın kardeşim! Ve yükleniyorum:

“Sen normal bir çevirme yaptın. Bana hiç de şüpheli gibi davranmadın. Bunu sen de pekala biliyorsun. Şimdi sıkışınca, “şüphe üzerine arıyorum” diye işi çeviriyorsunuz. Bu ne hukuka sığar, ne ahlaka.”

Diyorum. Ve ilave ediyorum:

“Şüphe için bir vukuat ve şüpheli tavırlar olması lazım. Aramızdaki diyaloglardan da böyle bir şey olmadığı meydanda.”

Bu sefer diğeri atılıyor: 

“Siz Karadenizliler polisi sevmeniz gerekiyor.”

Bu sefer Karadenizli muhabbetine başka açıdan katılıyorum:

“Evet, Karadenizliyim ve madem sormuştun silahım da var. O zaman bana doğru söylediğim için teşekkür edip, güle güle diyebilecek misin?”

Polis cevap veriyor:

“Yok,yatırır kelepçeleriz”.

Fakat kendi yorumumu ilave edeyim. Arkaya çekip, bakacaklar. Tabiî amirleriyle beraber. Zaten verdiği cevapta bu mâna mündemiç.

Gazeteci olduğumu öğrenince, polisin değiştiğinden bahsediyorlar. Bunu bir yere kadar kabul ediyorum. Bazı işkence uygulamaları bayağı azalmış. Fakat şu temel mesele yerinde duruyor. O da şu: Hukukla polis kavramları nedense birbirine hâla zıt duruyor.

İşte aramada polis-hukuk zıtlığına bir misal:

Mezun olduğu okul itibariyle tarih öğretmeni de olduğunu söyleyen ve konuşmaları biraz daha tutarlı olan âmir bana tatlı dille şunu da söyledi:

“İstersek bir şeyden dolayı tutanak tutar,sabaha kadar seni bekletiriz.”

Bu apaçık bir şantaj ve polis bu çeşit söylemi hakkı gibi görüyor. Âdeta polisliğin ayrılmaz bir parçası olarak görüyor. Asıl üzerine gidilmesi gereken ve en ağır ceza verilmesi gereken bu zihniyet. Aslında, suçluları kovalayanların bu suçu, suçlulardan daha ağır. Çünkü hukuku temsil edenlerin hukuku çiğnemesi kötü emsaldir. Bu önemli bir mevzu ve polis keyfiliğinin yasal zemini oluyor adeta.

Polisin hukuka, savcı ve adliyelere nasıl baktığına bir başka misali de arama esnasında yaşıyoruz.

Arama kararını soruyorum, bagaja falan bakamayacaklarını söylüyorum ya, âmirinden cevap:

“Arama mı istiyorsun, ileride amirlik var,orada balya ile arama izni var.”

Bu “balya” lafına hayret ediyorum. Savcıların ve hakimlerin kararına “balya” lafını yani ot lafını layık görüyordu kıymetli âmirimiz(!). Balyalarla hukuk, hayvanlara yem mi ola? Bu ne acayip hukuk ola?

Savcıların arama kararlarını adi kağıttan daha adi gören ve işi kılıfına uydurmayı balya yığını mesafesinde gören bu zihniyeti savcılara ihbar ediyorum. Bilhassa, kafalarına çuval geçirenlere sessiz fakat avukat Osman Karahanı talimatla tutuklayan “kiralık hayvanlar” diye yazdığı için Baran dergisinin yazı işleri müdürü Bünyamin Eser’i tutuklayan savcıya duyurulur. Çünkü savcı evrakını ve dolayısıyla savcıları “mal” yerine koyuyor âmirin bu ifadesi. Fakat genelde polisin hukuka bakış açısı böyle, evrak yığını ve işi kılıfına uydurmanın   formalitesi gibi görüyor.

“Kiralık hayvan” ve “balya”... Tevafuka bakın!..

Gazeteci olduğumu öğrenince, 1milyar maaş aldıklarını, haftada 6 gün görev yaptıklarını –dizlerini ve dirsekleri göstererek- motosikletten düşmekten dolayı yaralandıklarını falan anlattılar. “Bunları da yazın” dediler.Yazdım. Ama şunu da anlamışsınızdır, ben ilave edeyim: 1 milyar maaşla çalışacak çok insan bulunur. Bu hususu âmiri de belirtti. Ayrıca motosiklete binmeyi bilmiyor ve düşüyorlarsa biz vatandaşlar ne yapabiliriz?.

Ve şu önemli husus: Polisin maaşının azlığı ve çalışma saatlerinin fazlalığı vatandaşa kötü muamele yapması ve görevini su istimal etmesi için bir gerekçe olabilir mi? Bu edebiyatı yapan polis yalakası gazeteciler çok. Efendim polis stres altında imiş, kaç saat çalışıyormuş. Çalışmasın efendim. Zorlayan mı var? “Ben de, stres altındayım” deyip bir vatandaşa veya polise dayılansam hakkım olur mu?

Asker için de aynı şeyler söz konusu. Yok asker sıkıntılı, yok ordu rahatsız, falan filan. Hep hukuku ayaklar altına alan ve çiğneyen tavırlar bunlar. Bu tavırların olduğu yerde hukuk olmaz, anarşi olur. Hukuk devleti olmaz, polis-yahut asker devleti olur. Orada da hak-hukuk-adalet olmaz. Yani anarşinin kaynağı bu zihniyet, bu zihniyetteki ordu-polis! Terörün kökünü kurutmak isteyenlerin dikkatine!..

Arama esnasında hemen avukatı aradım ve “polisler arabanın bagajını aramak istiyorlar?” diye sordum. Aracın kapalı yerlerine torpido dahil, bakamayacağını söyledi avukat. Tartışmalar arasında bagaj açılıyor, fakat içine bakamadan hemen kapıyorlar.Sonra kimliklerimi alıp, GBT’ yi soruyorlar.

Âmir, pot kırmaya devam ediyor. Önce avukatların üçkağıtçı olduğunu söyledi.

Kendisinden hiç beklemediğim saflıkla sordu:

“Bu avukat nere mezunu ?”

Şaşkınlıkla cevap verdim:

“Nere mezunu olacak, hukuk mezunu!..

Polisin hiç duymadığı ve yabancısı olduğu bir kavram sanki “hukuk”!.. Buna iyice emin oldum...

Baran Dergisi 31. Sayı

9 Ağustos 2007