Batılılar, Müslümanlarda Batıcı rejimlere karşı biriken kin ve nefreti Arab Baharı ile deşarj etmenin hesabını yaparken, orta vadede hiç ama hiç istemedikleri bir manzaranın doğmasına vesile oldular. Onların hesabına göre, Arab Baharı büyük bir tufan gibi kopacak ve bölgedeki bütün ülkeleri yerle bir edecek ve eskiden olduğu gibi yeniden Batı’nın önünde boyun eğmeye zorlayacaktı. Oysaki Batının hesabı, son 20-30 senedir yaptığı hesaplarda olduğu gibi tutmadı. Yalnız Suriye’nin global güçlerin bilek güreşi sahası hâline gelmiş olmasından dolayı iş uzasa da, İslâm âleminin geri kalanında bekledikleri etkiyi meydana getiremediler. Muvaffak olamadıkları gibi, “dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan da oldular” ve Müslümanlar üzerindeki inisiyatifi tamamen ellerinden kaçırdılar.
Geçtiğimiz hafta İstanbul’da düzenlenen 13. İslâm İşbirliği Teşkilâtı Liderler Zirvesi, birçoğunun beklentilerinin ötesinde kararlara imza atılmasıyla nihayete erdi. Hazırlıklarına birkaç yıldır devam edildiği anlaşılan bu anlaşmalar, şartların yalnız Türkiye’yi değil, aynı zamanda Türkiye ile beraber bütün İslâm ülkelerini bir istikâmete doğru isteseler de istemeseler de nasıl güttüğünü de ortaya koymuş olması bakımından ayrıca mühim.
Evvelâ alınan kararlara bir bakalım ve kendi zaviyemizden böylesi bir birliğin kısa soluklu olmasının nasıl önüne geçilebileceğini ve bununla beraber uzun vadede kültür ve medeniyet planında Batıya kaptırılmış bulunan liderliğin nasıl yeniden ele geçirileceği ile alâkalı çeşitli hususları ihtar ederek devam edelim.
13. İİT Liderler Toplantısı
Senelerdir BM, NATO, İMF, Dünya Bankası ve diğer milletlerarası müesseseleriyle Batı, bugüne dek İslâm Âlemini istediği gibi elinde oynattı. Devletlerarası hukukun adaletten ziyade belli güç unsurlarının menfaati istikâmetinde işletildiği dünyada, ödenecek her fatura Müslümanlara kesildi ve ödetildi. Bilhassa Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından Batılıların saldırılarına karşı Müslümanların vermiş olduğu reaksiyonlar “terör” başlığı altında değerlendirildi. “Terörle mücadele” hukukî (!) bir zeminde hâlen sürdürülüyor ve Müslümanlara kan kusturuluyor.
Erdoğan’ın, Davos Ekonomi Zirvesi’nde tüm dünyanın gözleri önünde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez karşısındaki “Van Minut” çıkışı, ardından Gazze’ye insanî yardım taşıyan Mavi Marmara adlı geminin yolcularına yönelik olarak Yahudilerin canlı yayındaki pervasız katliamı ve böylesi bir iklimde tutuşan Arab Baharı dünyanın siyasî, psikolojik, iktisadî ve askerî şartlarını altüst etti. İkinci Dünya Savaşı neslinden sonra uzun vadeli hesaplar yapabilen kurmaylar da yetiştiremeyen Batı’nın, işlerini havale ettiği Fettullah Gülen gibi dini içten yıkmaya çalışan kâfir ve hain tiplemeleri de karikatürize olduğundan, İslâm Coğrafyasına attığı dikişleri tutmaz oldu. Zaten bugüne kadar “komşular alışverişte görsün” hesabı gerçekleştirilen İslâm İşbirliği Teşkilâtı toplantıları ile son yapılanı ayıran husus, içinde bulunduğumuz şartlardır. Bu şartlar dolayısıyla İslâm Âlemi ister istemez bir araya gelmenin ve yeniden birlik olmanın nasılı üzerine kafa yormaya başladı.
Sonuç bildirisinde, zaten bu birlikte ne işi olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz İran’ın sapkın Şiî politikalarına yönelik getirilen tenkitler ve tenkitlerin dozu mühimdi. Ayrıca, geçtiğimiz aylarda ilk tatbikatını Suudî Arabistan topraklarında yapmış olan İslâm Ordusunun yanı sıra ortak istihbarat, ortak polis teşkilâtı gibi teşkilatların kurulması, Kızılay müessesenin birleştirilmesi yönündeki adımlar ve yakın gelecekte hayata geçirilmesi planlanan ortak merkez bankası, ortak para birimi, ortak finans kurumları ve ortak sivil toplum kuruluşları, dünya kamu düzeninin yeniden değişmek üzere olduğunu ihtar ediyor adeta.
Birçokları açısında bu toplantı ve üzerinde konuşulan bahislerin gerçekleşmesine hayal gözüyle bakılsa bile, gündeme gelişine bakarak, ihtiyacın ne olduğunu ortaya koyması bakımından bile son derece önemli kanaatimizce. Senelerdir ağızlarda sakız olmuş hususlar, devletler bazında müşahhas plana dökülüyor.
Birlik
Bugün İslâm Âlemi olarak anılan 1,7 milyar kişi elbette homojen değil. Dolayısıyla bir yandan böylesi bir birliğin maddî vücudunu inşa ederken, birliği canlandıracak olan ruh yani din, mezheb, anlayış ve kültürü es geçmek olmaz.
İran ve Şiâ ile başlayalım. Nasıl Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer yoksa, aynı şekilde İslâm Birliği içinde mevcut “Şiî dini” ile İran diye bir devlete de en az o kadar yer yoktur! Şiâ, Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiğine inanan, Kerbelâ’yı Beytullah’tan daha faziletli sayan, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’e lanet okumayı zikir edinen, takiyyeyi farz kılan, Sahabelerin birçoğuna mürtedlik isnad eden, Ehl-i Sünnet’in kanını ve malını mubah sayan, Hazret-i Hüseyin’in kabrini ziyaret etmeyi Hacdan faziletli kabul eden, İmamları masum addederek Peygamberlerden üstün gören, İslâm’dan ayrı olduğu son derece açık bir din. Dikkat edin; İslâm’ın bir mezhebi değil, başka bir din… Adam “ben senin dinini kabul etmiyorum” diyor, sen sınıflandırma yaparken adamı İslâm’ın mezhebi kategorisine sokuyorsun. Adam inanmıyor, anlamıyor musun?.. Samimi bir İslâm Birliği’nin içinde İran diye bir devlete kat’i suretle yer yoktur, olamaz!
Bugün siyasîler “benim dinim o mezheb değil, bu mezheb değil, benim dinim İslâm” gibi argümanlar kullanarak fesat ve hıyanet yuvası hâline gelmiş olan Şiâ meselesini hâl ve fasl edeceklerini zannediyorlarsa yanılıyorlar. Bahsimizden de çok kopmayalım ama yeri gelmişken tarih şuurunun ne demek olduğunu Şiîlik bahsinden yola çıkarak izah etmiş olalım. Bizim ceddimiz bir yandan küffar ile cihad eder, İlây-ı Kelimetullah davasını küfrün, Avrupa’nın kalbine taşımak için gayret ederken, İslâm ordularının arkasında cebhe açıp küffara destek olan bu Şiîler değil miydi? Peki, ceddimiz Şiâ’nın bu tavır ve tutumu karşısında, “benim dinim Şiîlik mezhebi değil, Sünnîlik mezhebi değil, yalnız İslâm” gibi ne altı ne üstü olan, tüm kavramları havada kalmış, saçma sapan açıklamalara mı sarılmışlardır, yoksa gereğini mi yapmışlardır? Eğer ki böyle açıklamalara tutunsalardı, bugün Anadolu’da yaşayan Türkmenlerin belki de tamamı Şiîleştirilmiş olacaktı ve emperyalizmin düşüremediği tek bir kale bile kalmayacak, İslâm birliği falan diye bir birlikten de söz edilmeyecekti. İşte tarih şuuru budur. Zaten birkaç asırlık zaman kaybetmiş Müslümanların hâlâ kaybedecekleri zamanı olduğunu düşünüyorsanız, durmayın; fakat inanın ki artık Müslümanların kaybedecek ne bir lahzası ne de tahammülleri vardır. Dolayısıyla, her ne kadar popülizmin bir hakikati olsa da, bu son derece nazik bir mevzudur ve bir incitirsin, ben yapıyorum, ben ediyorum zannettiğin şeylerin elinden nasıl çıkıp gittiğini kendin bile anlayamazsın...
***
Batıda Rönesans Hareketlerinin başladığı zamanki konjonktürün bir benzerini kendi zaviyemizden idrak ediyoruz bugünlerde. Her ne kadar kemmiyetin biçimi ve cinsi farklılık arz ediyor olsa da, içinde bulunulan şartlar birbirine çok benziyor. Nasıl ki o dönem Avrupa kendi köklerinden kopmuş, fikir, sanat, edebiyat ve bilim alanında tekâmül damarı kesilmiş ve İslâm dünyasından gelen tercümeler ve Müslümanlardan öğrendiği şahsiyet davası ile beraber kendi köklerine tekrar uzanarak Rönesans’ı, yâni “yeniden doğuşu” gerçekleştirmişse, bugün de bizim açımızdan benzer bir durum söz konusu. Özellikle “dil devrimiyle” beraber İslâm’dan gelen kökleri kesilip atılmak istenen Anadolu ve benzer badireler atlatan İslâm Âleminin geri kalanı, bugünlerde 150 cildi bulan Büyük Doğu-İBDA külliyatıyla birlikte kendi Rönesans’ının, yeniden doğuşunun merkezî çekirdeğini tamamlamak üzeredir.
Rönesans’tan devam edecek olursak, Avrupa’nın kendi köklerinden Müslümanların kanalıyla gelen eserlere ilaveten doğrudan Müslümanlardan apardıkları tefekkür eserlerinin katkısıyla temellerini attıkları Batı Medeniyeti’nin, Devlet-i Aliyye’nin İslâm aşkı ve vecdinden uzaklaşmasının ardından, Doğu’nun ipini nasıl çektiği bugün açıkça ortada. Hem de bizim elimizdeki gibi “solmaz, pörsümez bir yenisi” olmadığı hâlde... Batı’nın kurduğu hâkimiyete bakarak, bugün bizim Rönesans’ımızın neticelerini kestirmek mümkündür herhâlde.
Büyük Doğu-İBDA, gerçek bir İslâm Birliği’nin üzerine inşa edileceği zemin olarak; anlayışta “İslâm’a Muhatab Anlayış”, fikirde “Bütün Fikir”, devlet modelinde “Başyücelik Devleti” ile beraber yeni bir ferd ve cemiyet tasavvuru ortaya koymaktadır.
Solmaz pörsümez yeni olan İslâm yenilenmez, O’na muhatab olan insanların, Müslümanların anlayışı yenilenir diyen Büyük Doğu-İBDA, İslâm’a dönük yepyeni bir kavrayış tarzı olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı ortaya koyarak kurulacak İslâm Medeniyeti’nin mihrak sistemini şekillendirmektedir.
Batı’nın elinde parçalara ayrılarak aklın dâhilinde kemmiyet planına saplanan, insanlığın yaralarına pansuman olacağı yerde yarayı derinleştiren bilimi, saplandığı yerden kurtararak ruhçu bir anlayış ile “Bütün Fikrin” tasarrufuna alan Büyük Doğu-İBDA, İslâm Birliğinin üzerinde tecelli edeceği sahaların bilim metodunu da geliştirmiştir.
Doğu’nun kültürüne Batı tarafından yapılan suikastın en önemli hedeflerinden biri de lisan bahsidir. Doğu’nun lisanı, Batı ve Batı’nın Doğulu kuyrukçuları tarafından doğrudan hedef alınmış, bozulmuş ve Batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Bu durumun en önemli sebebi düşünmenin yegâne vesilesi olan lisanın bozulmasıyla beraber tefekkür melekesini iptal etmek ve kültür emperyalizminde muvaffak olmaktır. Büyük Doğu-İBDA’nın temel meselelerinden birisi de dildir. Dünyanın irfan yemişlerini bir dil çarşafına silkeleyerek yeni bir dil ve dolayısıyla da yeni bir kültür ortaya koymuştur ve bu dil, genişlik ve derinlik bakımından Batı’nın kültür emperyalizmi karşısında kurulacak olan İslâm Birliği’nin en hususî dayanağı hüviyetindedir.
Ve en büyük içtimâî ve ahlâkî müessese olarak Büyük Doğu-İbda’nın ortaya koymuş olduğu “Başyücelik Devleti” adlı devlet modeli, hakiki ve samimi bir İslâm Birliği’nin tamamına hâkim olacak devlet taslağını da oluşturmuş bulunmaktadır.
***
Hâsılı kelâm, İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, İslâm’a Muhatab Anlayışı bir ideolocya manzumesi hâlinde adeta muhkem bir hisar gibi örgüleştirirken, şartlar da İslâm Âlemi’ni bu ideolocya manzumesinin tatbik sahası, tarlası hâline gelmeye zorluyor. Görünen o ki, ne içeriden ne de dışarıdan yapılan müdahalelerle artık bu müsbet gidişe mâni olmak mümkün değildir. Öyleyse bize düşen de kendimizi yeni şartlara uygun olacak bir biçimde yenilemek ve o gün için kendi mizaç hususiyetimiz, istidadımızca hazır olmaktır; her mânâsıyla... 
Baran Dergisi 484. Sayı