Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin kendi ağzından İstanbul’a geliş hikâyesi:

İstanbul’a 1335 (1919) NİSAN ayında geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen aile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yadigâr kalsın… Şöyle ki: Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idaresindeydi. Nihayet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbi’nin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek onları istilâ ederken, vatandaşlarımız Ermeniler silâhlandılar ve Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamıyla soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, aile efradımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra İlâhî inayet eseri olarak kasaba geri alındı ve ailece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. O sene Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesadüf eden Receb ayının birinci günü akşamı, düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere düştük. Mayıs’ın 12. günü evlerimizi, akaretlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, camilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van taraflarını işgâl altına aldı. Van’ın şimâl cihetinde bulunan bazı Keldânî aşiretleriyle Ermeniler ayaklandılar ve dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere güney-batı istikametinde bir hicret yolu aramaktan gayri hiçbir tedbir düşmez oldu. Bu istikamete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuk o kadar insan birikti ki, birkaç ordu kadar kalabalık belirtiyordu. Eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cebhede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasıyla müdafaasız kimselerden ibaretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan bu müdafaasız küme iki kısım olarak, biri Musul istikametinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylere sığınmayı tercih etti. Ermeni fedaileri bu perişan muhacirleri takib ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlardı. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hattâ hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükümet o günün parasıyla muhacirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhacirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Böylece muhacirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde iş bulabildiler. Bizimle beraber Givardan Şemdinan’a ve oradan Ravandız’a kadar tam 29 gün ihtiyar kadınlar, küçük çocuklar, ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip Haziran’ın birinci gecesi Ravandız’a hepimiz aç olarak girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 40 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylül’ün 2. günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrahim Efendi’yi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler Hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. O sene Kurban Bayramı’nın arefesine rastlıyan Ekim ayının 9. günü Musul’a vardık. Musul şehrinde bazı ileri gelen Müslümanlar’dan gördüğümüz yardım ve iyilikleri ancak Allah’ın ilmi ihata edebilir. Gavs-ı Âzam Hazretleri’nin civarında sakin olarak Bağdad’ı yurt edinmek emelindeydik. Fakat o civarda İngilizlerle muharebe azgın hâlde olduğundan Musul’u bırakamadık. Bağdad’ın istilâsında hicretimizin ikinci yılı ve Musul’da ikametimizin 18. Ayı dolmuştu. O sıralarda kıtlık şiddetlendi ve bize yeniden yol göründü. Nüfusu 150’ye varan ailemizden bakiye 66 kişiyle Adana’ya geldik. 18 ay kadar da Adana’da yerli din ve ilim adamlarının yardımlarıyla geçinerek ömür sürdük. Haleb’in düşman eline geçmesi üzerine Adana’nın da düşmesi ihtimâline karşı bu defa ailemizden Adana’da toprağa verdiklerimizin haricinde 29 nüfusla ESKİŞEHİR’e ulaştık. 1335 (1919) yılı NİSAN’ın ortalarında BURSA’ya gitmek üzere İSTANBUL’a geldim. O zamanın Evkaf Nazırı tarafından Eyüp Sultan’da Yatılı Medrese’de barındırıldık. Perakende aile fertlerini Allah’ın inayetiyle orada toplayabildim. Böylece İSTANBUL’A DAHA EVVEL BİR HESAB SAHİBİ OLMAKSIZIN İLÂHÎ SEVKLE GELDİM ve yıllarca süren mihnet ve meşakkat devresini kapatmış oldum. Bütün bunlar, Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislâmlığı zamanına tesadüf etti.