Mevlâna Celaleddin Rumi Hazretleri, 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Asıl ismi Muhammed b. Hüseyin el-Belhî’dir. Mevlâna ismi “Efendimiz” anlamında söylenmektedir. Lakabı ise Celaleddin’dir. Anadolu’da yaşaması dolayısıyla “Rûmî” denilmiştir.

Hz. Ebûbekir soyundan gelmekte olan Mevlâna, 18 yaşında iken Lârende’de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ’nın kızı Gevher Hatun’la evlendi. 1226’da Sultan Veled, 1227’de de diğer oğlu Alâeddin dünyaya geldi. Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kirâ (Kerrâ, Gerâ) Hatun’la evlendi.

Babası Bahaeddin Veled, Çelebi Hüsameddin ve Şemseddin-i Tebrizî'den dersler aldı. Hicaz yolculuğunda Nişabur’da, Feridüddin-i Attar Hazretleri, çocuk yaşta olan Mevlâna’yı işaret etmiş ve Mevlâna’da ilahi nur olduğunu söylemiştir.

Daha beş yaşındayken, gözüne ruhanî şekiller ve gaib aleminin suretleri görünmeye başlamıştı. Henüz altı yaşında iken doğduğu Belh şehrinde, bir takım küçük çocuklarla evlerinin damında oynuyordu.

Çocuklardan biri ona teklif etti:

- Gel bu damdan karşı dama sıçrayalım!

Cevap verdi:

- Bu işi köpek de, çakal da, tilki de yapar. İnsanoğluna yaraşacak iş değil... Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım!

Ve bu sözü söyler söylemez küçük Mevlâna'nın gözden kaybolduğunu gördüler. Çocuklar çığlık koparmaya başladı. Bir lâhza sonra, rengi uçmuş ve gözlerinin bakışı değişmiş bir halde, altı yaşındaki Mevlâna geriye döndü ve anlattı:

-Size o sözü söylediğim zaman yeşiller giyinmiş bir kalabalığın üzerime doğru geldiğini, beni kaptığını, yüksekliklere çektiğini gördüm. Beni gökte dolaştırdılar, bana meleklerin acaibini gösterdiler. O sırada çığlıklarınız kulağıma erişti, beni geriye gönderdiler ve size iade ettiler.

En küçük çağlarında bile oruç tutar, üç dört günde bir yemek yerdi. Mekke'ye gittiği zaman büyüklerden Feridüddin (Attar)’a tesadüf etti. Şeyh ona “Esrarname” isimli kitabını verdi. Mevlâna eseri göğsüne bastı ve yanından hiç ayırmadı.

Babası vefat edince, onun yerinde dersler verdi. Konya’da ilimle meşgul oldu, talebeler yetiştirdi. İslam ahlakının üstünlüğünü anlatan meşhur Mesnevî’yi kaleme aldı. Âlim ve şair olan Mevlâna Celaleddin-i Rumî Hazretleri hali, hareketi, ilmi ve vasıflarıyla tüm dünyada duyulan batın ehli kahramanlarından biri oldu. Onun başkalarını, doğudan ve batıdan çeşitli din ve mezhepte ve meşrepte kimseleri kendine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevazuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam’ın yüksek ahlak telakkisinden bazı numunelerdir. Onda bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur.

Seyyid Burhaneddin’e mürid oldu

Mevlâna, Bahâeddin Veled’in müridlerinden Seyyid Burhâneddin’e mürid olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Seyyid Burhâneddin, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlânâ’yı zâhir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam’a göndermiş, Mevlânâ orada Kemâleddin İbnü’l-Adîm’den ders almıştır.

Mevlâna’nın Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icâzet almıştır. Hatta Şam’da iken İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî gibi zatlarla da sohbetlerde bulunmuştur.

Mevlâna, ledün ilminde de pişmiş, bu manada uzlete çekilmiş, halvete girmiştir. Seyyid Burhâneddin halvetten sonra ona irşad için icâzet vermiştir. Şeyhinin vefatından sonra da uzun yıllar riyazete çekilmiştir. Bu zaman zarfında da ne ilimden ne vaazdan ne de irşaddan geri kalmıştır.

Şems-i Tebrizi ile karşılaşma

Riyazetten beş yıl sonra Mevlâna, Konya’da Şems-i Tebrîzî ile karşılaşmıştır. Karşılaşmaları ve tanışmaları çeşitli hadiselerle anlatılmıştır. Tanışmaları sonrası aralarında muhabbet artmış ve Mevlâna, halkla bağını tamamen koparmıştır. Bu durum halkı öfkelendirmiş ve Şems’in şehri terk etmesine sebeb olmuştur. Bu ayrılık ile Mevlâna’nın hasreti daha da artmış, ateşi daha da harlanmıştır. Uzun yıllar sonra Şems tekrar şehre dönmüştür. Şems ile Mevlâna yine uzlete çekilmişler ve maddi alemden çıkıp mana alemini temaşa etmişlerdir. Mevlâna’nın evlâtlığı Kimyâ Hatun’la evlenen Şems yine halkın öfke ve dedikodusuna maruz kalmış ve bu sefer dönmemek üzere sırra kadem basmıştır. Mevlâna, Divan-ı Kebir’ini de bu dönemde yazmıştır.

Mevlâna’nın sema yapışı her ne kadar Şems’in terki diyar edişine yorulmuş olsa da semanın yeri tasavvuf aleminde farklı olarak yorumlanmaktadır. Sema, Mevlana’nın sekir halinde yapmış olduğu bir meşktir. Mevlâna mana aleminde tüm eşyanın dönerek Allah’ı zikrettiğini görür ve onlar dönerken ben neden durayım diyerek o da dönmeye başlar. O dönemlerde Allah aşkıyla dönen Mevlâna’nın seması, günümüzde manasından koparılmış, hakikati öteye atılmış ve sekülerlerin elinde oyuncak edilmiştir. Halbuki, Mevlâna’nın semasına değil de ilim, hikmet ve şiirlerine göz atmış olsalar ya içinde bulunmuş oldukları dünyalıklardan vazgeçecekler yahut tamamen Mevlâna’dan uzaklaşacaklar.

Mevlânâ, 17 Aralık 1273 tarihinde vefat etti. Cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlana’nın Eserleri

Dîvân-ı Kebîr, Mesnevi, Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i Seb’a, Mektûbât.

Mevlana’ya Yapılanlar

Günümüzde sema şov malzemesine dönüştürülmüştür. Hatta bu şovlar sapkınlığa kadar varmış, Uzakdoğu’nun sapkın mistik görüşleriyle birbirine karıştırılmış ve pagan bir anlayışa teşne edilmiştir. Sadece Türkiye’de değil Batı dünyasında da Mevlâna bu tarz sakat bir anlayışla gösterilmiş, Mevlâna’yı Mevlâna dışında her şeye benzetmişlerdir.

Mevlâna Rezaleti

Ayaklar altına alınan ve istismar malzemesi olarak kullanılan semaya dair “Mevlâna Rezaleti” başlığıyla Üstad Necip Fazıl, şunları söylemektedir:

“Ne korkunç bir başlık değil mi?.. Birdenbire insana gelen his şu: Mevlâna’yı korumak için mi, batırmak için mi kullanılıyor bu başlık?..

Bakın niçin?..

Mevlâna gibi, İslam’ın iç dünyasına ait ilâhî ışıkları feza çapı gönül fanusunda ışıldatan bir velî etrafında yaptıkları törenler ve gösterdikleri alâka, hele yarı resmî devlet ifadesi olarak o büyük zatı anlamak ve anlatmak bakımından gerçek manaya o kadar uzaktır ki, «rezalet» kelimesinden başka hiçbir türlü belirtilemez.

Biricik vasfı İslâm, biricik hakikati tasavvuf ve biricik gayesi ilâhî visal olan koca velîyi, döndüre dolaştıra nihayet turist terliğine benzettiler. Şişli dönme muhitleri, Zekeriya sofraları veya ispritizma masaları mutekitlerinin hakikat ve güzellik ölçüsü çemberi içine almaya yeltendiler Mevlâna’yı...

Yukarıdaki vasıflar dururken Mevlâna’nın ne Türklüğü ne şairliği ne düşünürlüğü hayal edilebilir.

«Ben Kur’an’ın kölesiyim; ben Ahmet-i Muhtar'ın yolunda O'nun ayak toprağıyım!» diyen bir ermişi, bağlı olduğu aşk ve iman kutuplarından ayırıp rejimin ve günün keyfine göre şekil ve manalara büründürmek, Kur’an’ın kölesi ve O'nun ayak toprağı olmayı kabul etmeyenlerin manevi cinayetleri arasında en sefil olanıdır.

Allah ve Resulüne bağlı olmayanların Mevlâna’ya bağlılık iddia etmeye ve onun mübarek adını mini etekten «Gelin Gecesi» tuvaletine, turist kokona tecessüsünden favorili züppeler cümbüşüne kadar istismar vesilesi kılmaya hakkı yoktur.

Kim bu şekilde oynamalar, zıplamalar, hırlamalar, dümbelek çalmaların dinde ve Mevlâna’da olmadığını biliyor ve «Ben Kur’an’ın kölesiyim» diyorsa o buyursun Mevlâna törenine!..” (Mirzabeyoğlu, Kavgam II, s. 230-231)

Mirzabeyoğlu’ndan Mevlâna bahsi

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eserinde Mevlâna hakkında bazı tesbitlerde bulunuyor:

“Üstadım’ın, merkezde elbette Şeyhi Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine bağlı nisbet şuuru ile kaleme aldığı öz veli hikâyelerinin asıllarından nakli eseri “Veliler Ordusundan 333”, şeyhin bir olduğunu ve ayrılığın müridlerin gözlerinde bulunduğunu, kul plânında Allah Resûlü’nde tecelli eden VAHÎD sırrının onlar nezdinde BÂTIN yönüyle temsilini de göstermektedir. Bu cümleden olarak, bende bir YEVMİYE mevzuu “aşk her şeyi örter!” hikmetinin, AŞK ve VECD hüviyetiyle bariz MEVLÂNA Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nden bugün etrafında çok saçmalanan bahsi: Biri Mevlâna’yı incitmek istedi ve ona isnad edilen bir sözü gerçekten sarfedip etmemiş olduğunu sordu — “Siz 73 mezheble beraberim demişsiniz doğru mu?”… Doğru olduğu cevabını alınca ekledi — “Vay, sizde ne akıl bulunabilir, ne idrak, ne irfan, ne hakikat, ne hikmet!”… Mevlâna gülümsedi — “Bak, bu iddianda da seninle beraberim!”…

BİR NOT: Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Mevlevî yolunun perişanlığa âletiyle ilgili olarak, “Mevlevî’nin gururu olmasaydı!” demiştir. Mevlâna Hazretleri, her şeyin bâtına bakan bir aşk tabı içinde etmiş olduğu sözlerinin bugünkü ahmakça yorumlarının tersine, küfre rıza bir yana, “velilik bir mecburiyettir!” hikmetinde tavizsiz bir mağrurdur. Nitekim, güzel ses duyduğu zaman kendisine Cennet kapıları açılıyormuş gibi geldiğini söylediği bir mecliste, kendisine de öyle geldiğini söyleyen yolun gafiline, “senin duyduğun Cennet kapılarının kapanışıdır!” deyivermiştir. AŞK, güzelliktir, ama doğrunun olmadığı yerde yanlışa âlet olabilir; bir de, eğrisi doğrusu bir yana, aşkın istilâ edici cezbesini herhangi bir mevzudan bile tanıyamamışken, “aşk” tekerlemesiyle Mevlâna Hazretleri’nin sözlerini şuna buna tatbik etmek ve musiki keyfini güyâ tarik niyetine sunmak? “Her ne olursan ol gel, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da gel; ümitsizlik dergâhı değil bizim dergâhımız?”… Velilerden zuhur eden bu sözler, küfre rıza şeklinde değil, “küfrün hakikatinin olmayışı ve mahiyet niteliği”, hakikatinin bu oluşuyla ilgili TEVHİD sırrına gark olmuş bir cezbe hâlinde söylenendir. Toprak seviyeli bir şuurla söylense, nefsimizin her kötülüğüne meşruiyet veren bir küfür ifâde eder. Burada küfre rıza değil, Allah’ın hikmetini görmek var. Nasıl ki, VAHİD ve VAHÎD sırrı olarak, “Topyekün varlık Allah Resûlü’nün yüzüsuyu hürmetine yaratıldı; kâfir, istemese de onun kadrosu” diyoruz… Ruh kasdıyla, “Akıl bâtınî şeriattır, Şeriat zâhiri akıl”… Ölçü Şeriattir; ona aykırı hiçbir şey kabul edilemez… Veli sözü: “Fıkıh medresesinin kanunları olduğu gibi, aşk medresesinin de kanunları olduğunu bil!”…”

Sahteler

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İslama Muhatap Anlayış” isimli eserinde Mevlâna Hazretlerine yapılan saygısızlık şu şekilde ele alınmıştı:

Mevlana Hazretlerini nihayet bir turist terliği veya Hacı Bekir lokumu halinde yabancılara şapırdatacak yerli mamul hâline getirdiler. Artık o büyük veli, içine kapanık derin müminler müstesna, içeride vizon kürklü sosyete hanımlarının dışarıda da elindeki saplı gözlükle garip şeyleri seyretmeye bayılan Amerikan kokonalarının mevzuu...

Koca Mevlâna bu hâle mi getirilecektin? Mevlevî âyinlerindeki ney çığlıklariyle, deveranla, eteklerin handiyse altından çıplak bacak çıkacağı hissini veren dalgalanışiyle bir defile zevkine mi alet edilecektin?

Sen bu sefil zevkten münezzehsin; ve Mevleviliğin ilk tatbikatında bunların olmadığı muhakkak. Mevlâna Hazretleri, Allah ve Resûl aşkı ve onlara bağlı olarak şeriat riayetiyle yanan bir veli bilinmek; ve Allah, Resûl ve şeriat aşkına yabancı olanların da onu sevmeye ve benimsenmeye hakları olmadığını kabul etmek lâzımdır. Yoksa bugünkü benimseniş şekliyle Mevlâna, bir "laik", bir "ate", bir maddeci, bir komünist tarafından da yüceltilebilir ve bu yüceltiş, o münezzeh Veli'yi yerin dibine indirmek olur.

Vakıâ Mevlevilik, Nakşilikte olduğu gibi, emanet kevserini tek damlasına kıymadan avuçtan avuca aktaran bir inzibat çizgisi üzerinde yürüyememiş, arada bir sürü “Bidât-uydurma yenilik” oyunlarına gelmiş ve Üçüncü Selim Devrinde son sesini ve şiirini Dede'ler ve Şeyh Galip'lerde bularak sönüp gitmiştir. İşte bu hâl de nihayet Mevlâna’nın bu şekilde istismarına kadar varmakta..

20. Milâdi ve 14. Hicri asrın büyük kutbu Es-seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri söyle buyurur:

-“Bektaşinin küfrü ve Mevlevînin gururu olmasaydı!”

Allah, aşkında münezzeh olan Bektaşiliğin bu mânada hortlatılmasından bizi korusun!.. Onu da yapabilirler.. Bedestende ahmak turistlere sahte tarihi esya imå eden kaipazanlarla elele, politika düzenbazları ve İslâm tahrifçiler bunu da yapabilirler.” (Mirzabeyoğlu İslama Muhatap Anlayış, s. 53-54)

Not:

-Mevlana Hazretleri’nin biyografisinde Diyanet İslam Ansiklopedisi’nden faydalanılmıştır.