Önceki sayımızda da belirttiğimiz gibi, hayırseverlik duygularının Hıristiyanlığın tesiriyle oldukça yüksek olduğu Doğu Roma’da imkânı olan ahali, ihtiyaç sahiblerine ve dinî gayelere yardım ederek sevap kazanma arzularını mevcut bazı kurumlara bağış yapmak suretiyle yerine getirmekteydi. Bunun sebebi de, Doğu Roma’da ve diğer Batılı örneklerde, İslâm dünyasındaki gibi hayatın tamamını ibadet sahası gören bir dinî anlayış ve bu anlayışın vakfa yansıması neticesi ortaya çıkmış binlerce mevzuda on binlerce vakıf bulunmamaktaydı. Bu mevcut kurumların en büyüğü, hatta belli bir zaman diliminden sonra yegânesi, “Kilise” idi. Kilise, bir korporasyondan (dernek veya lonca) ziyade tüzel bir kişiliği haiz bir kurum telakki edilmekteydi. Diğer birçok kurumun aksine, emlak edinme hakkı vardı. (Burdick, The Principles of Roman Law, sh. 294)
Hıristiyanlığın alâmetifarikası, halkın önünde yapıları ve ruhban takımıyla sürekli ön planda bulunan ve tüm dini kendine indirgeyen bir kilise kurumuna sahib olmasıdır. Hıristiyanlığın, Hz. İsa (as) vasıtasıyla insanlığa gönderilen din olma vasfını yitirmeye başlaması, işte bu ruhban sınıfının ortaya çıkışı ile olmuştur. Aradan geçen 18 asra ve Batı’daki birçok kurum ve kuruluşun en azından bir miktar değişmesine rağmen Kilise kaskatı bir vakıa halinde halen karşımızda durmaktadır. Kilise’nin öyle bir egosu vardır ki, Hıristiyanlığın tüm esaslarının halden hale geçmesine, özünden koparılmasına sesini çıkarmaz, hatta bilhassa “doğrudan mücrim” olarak o fiillerin içinde bulunur, lakin iş kendine bir hak alanı ihdas edip onu savunmaya geldi mi, tozu dumana katmaktan çekinmez. İmparatorlar, krallar ve yüksek mevkilerdeki idareciler, Hıristiyanlık ve dolayısıyla Kilise tüm Batı âlemini sarıp sarmaladıktan sonra, kiliselere yönelik büyük bağışlarda bulunmuşlardır. Bunlar öyle bir noktaya varmıştır ki, eğer papayı veya patriği bir vakıf mütevellisi addedecek olursak, bunların tasarruf ettikleri mülke bugüne kadar hiç kimse sahib olmamıştır. İngiltere Kralı 8. Henri, 1540’da Papalık ile bağlarını koparıp Kilise mallarını müsadere ettiğinde, İngiltere’yi 20-30 yıl içinde o zamanın Avrupa’daki en güçlü devleti İspanya’nın önüne zıplatacak bir zenginliğe erişmişti. Fransız Devrimi sonrasında el konulan ve kamulaştırılan Kilise emlaki sayesinde Fransa, 19. Asrın ilk yarısında, bir önceki asırda iktisadî sahada çok gerisinde kaldığı İngiltere’yi yakalama şansını elde etmişti. Kısacası Kilise, mülkiyet konusunda Avrupa’nın en büyük gücü haline gelmişti. Şunu da söylemekte yarar var: Kilise, hükmî şahsiyeti haiz bir kurum olarak başkalarının bu hakka sahib olup bağış toplama işlerinde ortağı haline gelmelerini pek istememiştir.
Kilise’nin idareciler ve ahali üzerine kurduğu ve sadece kendisine yönelik bağış yapmayı teşvik eden “dinî tacizleri” semeresini vermiş, geçen sayımızda Jüstinyen’in çıkardığı kanunname vesilesiyle işaret ettiğimiz gibi, hayır işlerinin ve bağışların yöneleceği tek kurum haline getirilmiştir. Tabii burada Kilise ileri gelenlerinin, bu toplanan bağışları, yaptıkları yatırımlardan gelen akarları, kendilerine bağışlanan emlakin gelirlerini zimmetlerine geçiriyorlardı diye bir iddiada bulunmamaktayız. Ahlâksız ve yoz insanlar oldukları yönünde bir iddiamız yok. İddiamız, Kilise’nin kendi varlığını korumak adına feda etmediği ve etmeyeceği hiçbir değerin bulunmadığıdır. Yoksa Kilise, topladığı bu bağışlarla yetimhaneler, aşevleri, okullar açmış, her devrin içtimaî durumuna göre o devrin ihtiyaçlarını karşılayacak tesislerin teşekkülüne gayret etmiştir. Bu faaliyet sahaları, ihtiyaç sahiblerinin durumuna nazaran değişiklikler göstermekteydi.
Bizans’ta hayırseverlik işlerine çeki düzen veren Jüstinyen, gerçekten inançlı bir Hıristiyan’dı. Yaptırdığı büyük eseri Aya Sofya halen ayakta ve artık İslâm’ın ve İstanbul’un fethinin sembollerinden biri haline gelmiş vaziyette. Onun bakışı ile bağışların Kilise’ye yapılması en makul iyilik etme yolu idi. Bu kanaate kendi mi sahib oldu, yoksa yönlendirildi mi, bilmiyoruz ancak bildiğimiz, aksine bir ifade bulunmadığı sürece her tür bağışı Kilise kasasına gönderecek kanunî düzenlemeleri yaptırdığıdır. (Moyle, the Institutions of Justinian, 7) Jüstinyen’in düşüncesine göre, “madem İsa Mesih’in kendisi hediye almakta bir beis görmemişti ve Kilise de onun ‘evi’ idi, (personam/hükmî şahsiyet) statüsünün Kilise’ye uygun olduğu konusunda bir tereddüt olamazdı.”
Ancak, diğer taraftan, Kilise kurumunun öncüsünü yine Roma’da görmekteyiz. Kendisine mülk sahibi olma ve bağışlanmış mal ve paraları ticaret konusu yapma hakkı verilmiş bulunan pagan (collegia), Batı’da kilise kurumunun atası olarak kabul edilmektedir. (Rattigan, De Jure Personarum, sh. 215) Kilise ile aynı hususiyetleri haiz bulunan (collegia)nın belki de tek farkı, Hıristiyanlık kadar büyük bir manevî motivasyon rüzgarını arkasına alamamış olmasıydı.
Hükmî şahsiyet statüsünün, bu vasfı ve daha birçok özelliği aldığı kurumun (pagan collegia) “resmî” mirasçısı olması hasebiyle ilk teşekkül ettiği andan itibaren (de facto) bir şekilde kilise tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Jüstinyen’e gelene kadar Kilise, Doğu Roma’da hayır gayesiyle yapılmış tüm bağışların “umumî mütevellisi” haline gelmiş bulunmaktaydı. Kilise, dediğimiz gibi, eğer bir vakıf kabul edilirse, dünyanın görüp görebileceği en büyük vakıf olma yoluna girmiş durumdaydı. Jüstinyen ile birlikte bu vaziyete hukukî bir vasıf kazandırıldı. Artık, vasiyet yoluyla Kilise’ye tahsisler itiyad halini almıştı. Hayırseverler, yaptıkları tahsisli bağışlarının belli bir kiliseye verilmesini istemek gibi cüz’î bazı tahditler koymaktaydılar. Böylesi tahditlerin varid olduğu hallerde, mümkün mertebe onlara uymaya çalışılmaktaydı. Eğer bağışçı, yaptığı bağışı sadece bir “aziz”in ruhaniyetine hasretmişse, bağış ancak o azizin adını taşıyan bir kiliseye yapılabilirdi. Kilise, bu bağışçı kanalıyla kasasına giren meblağı o azizin ismini taşıyan herhangi bir kilisenin masrafları için harcayabilirdi. (Zimmerman, Roman Foundations of Civilian Tradition, sh. 493) Eğer tahsis hususen bir yer ya da isim zikredilmeden yapılmışsa, bağışın, bağışçının en yakınındaki kiliseye verilmesi veya orası için harcanması genel temayüldü. (Borkowski, Textbook on Roman Law, sh. 77)
Bundan başka, bağış ve tahsislerden kaynaklı ve gideceği yer bağışçı tarafından tesbit olunmuş durumlarda “cy-pres” metodu uygulanabilmekteydi. Bağışçının isteğini “mümkün olduğu kadar” yerine getirmek şeklinde tarif edebileceğimiz bu metod, bağışları toplayan kilisenin elini oldukça rahatlatmaktaydı. Eğer vasiyet yoluyla tahsis yapan kişinin talepleri yerine getirilebilecek gibi değilse ya da tam olarak anlaşılmamışsa, Kilise, bağışçının isteklerini yorumlayıp ona en yakın gördüklerini yapma salahiyetini haizdi. (Rattigan, age, sh. 215) Eğer bir kilise, fakir olan diğer bir komşu kiliseye nazaran daha fazla bağış toplamışsa, piskoposluk duruma müdahale edebilir ve ileride gelecek yardımlar bu ihmal edilmiş kiliseye aktarılabilirdi. Eğer bir tahsis, herhangi bir kiliseye hasredilmemiş ve genel olarak fakirlerin emrine verilmişse, Jüstinyen kanunnamesine göre, mirasçının yaşadığı bölgenin bağlı olduğu piskopos, o bölgenin fakirlerine terekeyi dağıtma hakkına sahibti. Aynı şekilde piskoposlar, umumiyetle Hıristiyan kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması için bırakılmış miras mallarının idaresi veya başka türlü vasiyet icablarının icrâı için de mütevelli tayin olunabilmekteydiler. (Rattigan, age, sh. 215)
Jüstinyen kanunnamesi, tahsis kabili bağışlardan (şahsa yönelik vakıflardan) dönebilmeyi belli şartlar altında kabul etmekteydi. Bu ancak mahkeme kanalıyla olabilmekteydi ve en mühim gerekçelerden birisi de “hiç kimsenin yaptığı bonkörlükten bir nankörün faydalanmasını seyretmeye zorlanamayacağı” idi. (Zimmerman, age, sh. 497) Vâkıf (veya bağışçı), yaptığı tahsisin suiistimale uğradığını görürse, bu vaziyeti (vindicatio-resmî isbat) şartlarını sağlamak kaydıyla mahkemeye taşıyabilirdi. Eğer suiistimali tüm delilleriyle kanıtlarsa, tahsis iptal olurdu. Bu metodun esin kaynağı, tahsis hukukunun meşruiyetini İncil’den alması gerektiği fikridir. Vâkıf ile vakıf imkânlarından faydalanan kişinin meşreben ve zihniyet olarak aynı minvalde bulunmaları gerektiği düşüncesi, zamanla bu kanunun odaklandığı temel konulardan birisi haline gelmiştir.
Ayrıca şahsa yönelik vakıflarda, bağışın yapıldığı şahsın, bağışlayan kişinin mahvına sebeb olacak olsa bile, tahsis edilmiş mallar üzerinde hak iddia etmesi de mahkemeye taşınabilecek hususlardandı. Vâkıf, tahsisi yaptığı durumla, tahsisin gerçekleşeceği o anki durum arasında kendi açısından menfi yönde bir iktisadî gelişme yaşandığını ve eğer tahsis gerçekleşirse kendisinin de ihtiyaç sahibleri arasına katılacağını mahkeme huzurunda isbatlarsa, tahsis resmen ortadan kaldırılabilmekteydi. Veya çocuksuz bir adamın, bütün malını-mülkünü kölesine vasiyet yoluyla tahsis ettikten sonra çocuk sahibi olması durumunda da mahkemeye başvurulabiliyordu. Yine aynı şekilde, şahsa yönelik tahsislerde eğer bağışçının koyduğu özel kurallar var ve bu kurallar bağıştan faydalanan kişi tarafından ihlal ediliyorsa, bağışçı mahkemeye başvurma hakkına sahibti. (Sherman, Roman Law in the Modern World, sh. 227)
Jüstinyen kanunnamesine göre, karı-koca arasında tahsis kabilinden vakıf mümkün değildi. Belli bir meblağın üzerindeki tahsisler de hükümsüzdü. Doğrudan bağışlarla tahsis kabilinden bağışlarda devlet tarafından vergi kolaylıkları tanındığından, sadece iki kişinin beyanına dayalı ve yüksek miktardaki tahsisler devlet nezdinde muteber değildi. Ancak mahkeme huzurunda bu tahsis tescil edilirse geçerli olabilmekteydi. Eğer vâkıf, kullanımda suiistimal veya nankörlük görürse, tahsisinden cayabilirdi. Bu tarz tahsis kabilinden vakıflar, tahsisten yararlanan kişi veya onun temsilcisi vâkıfın hayatına kasteder, yaralar veya başka mülklerinde ziyana yol açarsa da iptal edilebilirdi. Tabii bu iptallerin mahkeme tarafından yapılması gerekmekteydi.
Bizans hukukunda tahsis kabilinden vakıflar, her daim hukukî bir mesele olarak görülmüştür. Bunlar, bağışın alenen beyan edilmesiyle birlikte gerçekleşen işlemlerdi ve beyanın aksi bir davranışta bulunulursa, kanunî yaptırımları vardı. Mülkiyetin hukukî naklinin, beyanın hemen akabinde veya daha sonraki bir zamanda yapılabilmesi mümkündü. Tahsis, iki taraflı bir mukavele biçiminde ortaya çıkmaktaydı. Bir çeşit “vakfiye” diyebileceğimiz bu tahsis mukavelesinde bağışçının, vereceği miktarı ve bağış şartlarını bildirmesi, tahsis yapılan kişinin de bu şartları kabul ettiğini söylemesi yeterliydi. Vakfiye mukavelesinin devlet tarafından tescili şart değildi. Fakat büyük tahsislerin devlet nazarında tescili gerekmekteydi. 500 solidi (yaklaşık 250 bin lira) ve üzerindeki nakit veya gayrimenkulün tahsisinde resmi tescil zorunluydu. (Zimmerman, age, sh. 503)
Jüstinyen’in (Institutio-Müesseseler) kanunnamesinin tahsis kalbinden vakıfları manevî temeli yerinde kurumlar tasnifi içine alıp teşvik etmesi, Hıristiyan ilahiyatçıların gayet hoşuna gitmiş ve hızla Hıristiyanlaşan cemiyet tarafından artan bir coşkuyla desteklenmişti. Ancak bu kanunnamenin bir takım uyum problemlerine sebeb olduğu da açıktır. Bir kere kıstaslar, kurumsal mânâda, çok afakî idi. Aslına bakılırsa, bu kanunnameye getirilen en önemli eleştirilerden birisi, onun insanları mânen çok teşvik edici olmadığı şeklindedir. Kilise’ye yapılan tahsisler bir tarafa, şahsa yönelik tahsislerin, bağış yapan kişide ne gibi bir tesir uyandırdığı önemlidir. Bu bağışı gerçekten yardım gayesi ile mi yapmaktadır, yoksa maksadı belli bir beklenti mukabilinde servet transferi midir? Romalı hukukçular, yapılan bağıştan bağışçının dünyevî bir yarar sağlayıp sağlamadığı meselesinin bu gibi tahsislerde asıl odaklanılması gereken husus olduğunda ittifak etmişlerdir. (Zimmerman, age, sh. 504)
Doğu Roma, Müslümanlar ile temasa geçip İslâmî kurumlarla tanışmaya başladıktan sonra, vakıf yapısında da değişmeler gerçekleşmiş ve bugünküne benzeyen vakıf tesisleri kurulmaya başlanmıştır. Her ne kadar Bizans’ta İslâm öncesi devirlerde de vakıf benzeri tesislerin mülkleri “dokunulmaz” kabul edilse de, Bizanslı hukukçular İslâmî vakıf kurumuyla tanıştıktan sonra vakıflar süre olarak “ebedi” kaydıyla tescillenmeye başlanmış ve bu mülklere mânen ve hukuken mutlak dokunulmazlık hakkı tanınmıştır. Şahsa yönelik tahsislerden ve kiliselere bağışlardan başka bir vakıf türü tanımayan Bizans hukuku, İslâmî hukuk düzeniyle tanıştıktan sonra, farklı maksadlara matuf ve hükmî şahsiyeti haiz hakiki vakıfları kurmanın yolunu açmıştır. Kısacası, Müslüman hukukçuların vakıflar hususunda Bizans tecrübesinden ne kadar faydalandıkları müphem bir konu iken, ileride göreceğimiz gibi Hz. Peygamber (SAV) tarafından ana hatları belirlenmiş İslâmî vakıf hukukundan Bizanslı hukukçuların, İslâm ile tanıştıktan sonra kurdukları vakıflar göz önüne alınınca, çokça faydalandıkları aşikârdır. Elbette Müslümanlar, geçen sayımızda da ifade ettiğimiz üzere, İslâm’ın bir emri olarak doğru içtimaî pratikleri kaynağına bakmaksızın alıp uygulamakta bir beis görmezler. Çünkü “doğru” Müslümanların malı sayılır. Bizim burada aktardıklarımız, hakikatin bilinmesi adınadır; yoksa “biz hiçbir medeniyetten hiçbir şey almadık” gibi bir iddiada bulunup onu isbat etmek için değildir. İslâm medeniyetinin üstünlüğü, her zaman aklıselimi öncelemesinden gelmektedir.
Baran Dergisi 441