Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen NATO zirvesinden beri IŞID ile ne şekilde mücadele edileceği tartışılıyor.  Karadan bırakın bir örgütle, mahalle çetesiyle bile mücadele edecek takati, motivasyonu ve coşkusu olmayan Batı, bölgede kendisiyle işbirliği içindeki unsurları kullanarak IŞID ile mücadele etmeyi planlıyor. Bu planın anahtar konumundaki ülkeyse Türkiye…

NATO ülkeleri, kendi ülkelerinden yola çıkıp Irak ve Suriye’de IŞID’a katılan vatandaşlarının yarın öbür gün geri döndüklerinde kendi ülkelerini hedef alan eylemler gerçekleştirmelerinden yana son derece tedirginler. Bu tedirginlikten yola çıkarak da IŞID adlı organizasyonun bir ân evvel sona erdirilmesi için ellerinde bulunan tüm imkânları seferber etmiş vaziyetteler. Peki, NATO’nun, Batılı ülkelerin uykularını kaçıran bu IŞID neyin nesi?

Önce Irak Şam İslâm Devleti, şimdilerdeyse yalnız İslâm Devleti olarak anılan organizasyon, Ebû Musab Zerkavî tarafından zamanında El Kaide içinde bulunan grublardan biri olarak kuruldu. Zerkavî’nin ve Usame Bin Laden'in şehit edilmesi ve hızla yayılan Arab Baharıyla beraber El Kaide’den ayrılan organizasyon, hem bölgede hem de Batı’da son derece örgütlü bir şekilde faaliyet gösteriyor. Organizasyonun başında Ebû Bekir Bağdadî bulunuyor.

Irak’ın Amerika tarafından işgal edilmesi ve Saddam Hüseyin’in şehit edilmesinin ardından Irak’ta kurulan Amerikan yanlısı Şiî iktidar, İran’ın Akdeniz’e açılacağı Suriye koridoru olmak konusunda son derece gayretli davrandı. Maksad, İran’dan başlayıp, Suriye’nin Akdeniz sahiline kadar uzanacak bir Şiî hattı inşa etmekti. Açık konuşmakta yarar var; eğer ki bu işi insan gibi yapsalardı, daha doğrusu bu işi yaparken Sünnîlerin hak ve hukukunu gözetselerdi bu planda muvaffak da olabilirlerdi. Bunun yerine sapkın mezheplerinin tabiatına yöneldiler ve Sünnî millete karşı olmadık işlere giriştiler. Her Cuma günü namazdan çıkan insanların üzerine ateş açılması, keyfî tutuklamalar, hukuksuz yargı kararları, demokrasi palavrası altında Sünnî vekillere uygulanan kota ve yine Sünnî bölgelere karşı uygulanan gayr-ı resmî ekonomik ambargo ile beraber bardak taştı.

Zaten Amerikan işgalinin izlerini henüz silememiş topraklar, 21. Yüzyılın en enteresan organizasyonlarından birinin doğumuna vesile oldu.

Medya gündemine ilk olarak Suriye’deki çatışmalarda kullandığı yüksek dozlu şiddet lisanıyla gelen IŞID, birkaç saat içinde Musul’u düşürerek zirve yaptı. Senelerce para ve insan kaynağını gömdükleri Irak’ın düşeceği endişesine kapılan Batı’nın olaya müdahil olmasından sonra işin rengi daha bir değişti. Batı tarafından IŞID’a karşı çeşitli operasyonlar ve hava saldırıları gerçekleştirildi. Bu hâmlenin IŞID’ın ateşini söndürmesi beklenirken, ellerindeki Batılı rehinelerin infaz görüntüleri medyaya düşmeye başladı. Amerikan Başkanı Obama’ya ALS hastalığına karşı kafasından aşağı buz dökenler gibi ellerindeki Amerikalı rehinenin kafasını keserek meydan okuyan militan sonra isteklerini sıraladı ve ellerindeki bir diğer rehineyi işaret etti. İstekleri gerçekleşmeyince de sıradan devam etti ve bu bize gösterdi ki; Batı âlemi, NATO gibi devasa askerî organizasyonlara sahib de olsa, tarihinin en çaresiz döneminin içindedir. Geçtiğimiz sayılarda da ele aldığımız üzere gerçekleştirilen son NATO toplantısı âdeta NATO’nun bitişinin deklarasyonu şeklinde gerçekleşmiştir.  

Şehit olmak için savaşan ve ölümden korkmayan bir teşekküle karşı, sahaya inip savaşmak her baba yiğidin harcı değildir. SSCB’nin yıkılmasının ardından diyalektik karşılığını kaybetmiş ve hiçbir ideali olmayan NATO organizasyonunun IŞID’a karşı toprağa ayak basacak takati de mecali de yoktur. Yöneticileri de bunu çok iyi biliyor olacaklar ki, seneler boyunca üçüncü, dördüncü sınıf dünya ülkesi diye aşağıladıkları ülkelerden meded umar vaziyetteler. Hattâ senelerce kendilerinin terör listelerinde bulunan örgütlerle bile sahada IŞID’a karşı savaşmaları konusunda pazarlık edecek kadar da küçüldüler.

Türkiye’ye doğru gelirken göz ardı etmememiz gereken çeşitli hususlar var. Bunlardan birincisi NATO ittifakına destek vermeyeceğini açıklayan Suriye’li muhalif hareketler ki, bunların birkaç senedir IŞID ile de savaşıyor olmalarına rağmen Batı’nın ittifak teklifine yanaşmıyor olmaları, işlerin medyadan okunandan çok daha farklı olduğunu ihtar ediyor.

Türkiye’nin durumu çok enteresan… İran’ın Akdeniz’e doğru bir Şiî koridoru açıyor olmasından rahatsız olan Türkiye ile özellikle bu projede yer almış olan Malikî iktidarının arası son derece açıktı. Bu tutumundan ötürü eleştirilerin hedefinde olan Türkiye, son Musul saldırısıyla beraber pozisyonunun haklılığını ortaya koyduğu gibi, Malikî’nin Efendileri tarafından kovulmasıyla beraber de Irak ve Suriye politikaları konusundaki haklılığını perçinlemiş oldu. Aynı zamanda Esad’a karşı takındığı tavizsiz tutum da Suriye’deki otorite boşluğunda IŞID’ın palazlanmasıyla beraber Türkiye’nin elini iyiden iyiye güçlendirdi. Esen bir rüzgâr ile politik planda neredeyse bütün işler tersine döndü. İflas etti zannedilen dış politika böylelikle kazanan olduğunu ortaya koydu.

NATO toplantısı sırasında IŞID’a karşı olan ittifaka yalnızca “insanî yardım” ve “insanî yardım için lojistik destek” vermek noktasında katılabileceğini söyleyen Türkiye’nin bu şahsiyetli tutumu son derece ezber bozucu oldu.

Son olarak hafta sonunda Amerikan ve İngiliz istihbarat teşkilatlarının yapamadığını Türkiye tereyağından kıl çeker gibi yaptı ve IŞID’ın elinde bulunan 49 konsolosluk çalışanını geri aldı. Geçtiğimiz haftalarda IŞID’ın elindeki rehinelere yönelik olarak operasyon gerçekleştiren CIA’in yaşadığı hezimet hâlâ hatırımızda. Burada geri alınan rehinelerle alâkalı da bir parantez açmakta yarar var.

Türkiye, içinde bulunduğumuz zaman diliminde herkesin göz ardı ettiği, tedbirlerine yöneldiği noktada insanî olana yatırım yaptı. İnsanî ilişkilerini geliştirdi ve bu topraklarda hâlen geçerli olan “hatır” üzerinden ilişkiler kurdu. Haşimî’nin Türkiye’de olması, Arab aşiretleriyle kurulan sıcak münasebetler ile dünya devlerinin(!) gerçekleştiremediğini Türkiye yapmasını bildi. Demek ki bize gösterilmek istenenler yerine bizim topraklarımızda işler hâlâ insanî ilişkiler ekseninde yürüyor ve gelecek için de umut veriyor.

Devam edecek olursak; Türkiye IŞID’ın elindeki rehineleri geri aldı ancak bu durum yeni bir tartışmanın doğmasının vesilesi oldu... Galler’de gerçekleşen NATO toplantısında yalnızca insanî destek noktasında ittifaka destek verebileceğini açıklayan ve bunun gerekçesi olarak da rehineler argümanını kullanan Türkiye, 49 vatandaşını geri aldıktan sonra bir nebze de olsa sıkıntıya düşmüş görünüyor.

Konjonktüre bakıldığında Türkiye’nin Batı adına bölgede mayın eşekliği vazifesi yapmasını dört gözle bekleyenler var. Bunun için kapalı kapılar ardında Fetullah Gülen’in iadesinden başlayarak pek çok hususun da pazarlık vesilesi edildiğini tahmin etmek güç değil.

Eski Türkiye’nin Batı’nın mayın eşekliğini üstlendiği ve bunun Batı için belki de bir alışkanlık hâline gelmiş olması muhtemel. Ne var ki “Yeni Türkiye”yle beraber artık bu milletin gidip de Batı adına aynı işi yapmayacağı da aşikâr…

Ne bu millet nezdinde ayağa düşmüş Fetullah Gülen’in iadesi, ne ekonomik teklifler ne de başka hiçbir şey, milletimizin bin yıllık lekesiz tarihine leke sürmenin bedeli olamaz! Artık iktidar koltuğunda oturanlar ne yaparlar, nasıl yaparlar bilinmez ancak, 49 rehinenin kurtarılmasında bir kez daha görüldüğü gibi, politikanın yeniden insanî olana irca edildiği şu günlerde bütün bu münasebetleri tepetaklak edecek hiçbir istikametten Türkiye’nin hiçbir çıkarı olamaz.

Bundan sonrasında her ne olursa olsun Türkiye’nin iç ve dış politikada ezber bozmaya devam etmesi ve bu milletin artık Batı’nın mayın eşeği olmayacağını en yüksek perdeden haykırılması gerekmektedir.

Türkiye’nin Batı adına İslâm topraklarında tetikçilik yapması demek, Abdülhamid Hân’dan beri ince ince işlenen Büyük Doğu’nun temellerini dinamitlemek demektir. Bırakın yapmayı, böyle bir işe teşebbüs bile hiç kimsenin ummayacağı kadar büyük maliyetlere gebedir!

O yüzden Sayın Cumhurbaşkanı'nın Amerika'da kullandığı “İŞİD'e karşı hem lojistik hem de askerî destek vermeye hazırız” ifadesini, siyasi bir manevra ve zaman kazanma hamlesi olarak görüyoruz. Eğer destek verme durumunda olursa da bunun olabilecek en asgari seviyede gerçekleşeceğini tahmin ediyoruz. Aksi durum, telafisi imkansız neticeler doğuracaktır. 

Baran Dergisi 402. Sayısı