15 Temmuz darbe girişimi sonrasında FETÖ’nün “Ehl-i Sünnet” gibi görünmesini bahane ederek cemaatlere yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı ve ABD’nin Uluslararası Dinî Özgürlükler Raporu’nun 2016 nüshasında Sünnî yapıları hedef göstermesiyle bu saldırılar ivme kazandı. Bu saldırıların altında yatan saik nedir?
Ehl-i Sünnet omurgayı Anadolu’da kırmadan, yıkmadan bu toprakları sarsamazsın; tarihimizde kurduğumuz devletlerde de bu böyledir. Ancak FETÖ ve benzeri yapılarla operasyona kalkışırsın, bizim “zararımız” en fazla 200 şehid olur, hadi 1000 diyelim; lâkin emellerini gerçekleştiremezsin. Devlet İslâmî bir rejimle idare edilmiyor olsa da Anadolu halkında Ehl-i Sünnet itikadı yerleştiği için din üzerinden herhangi bir operasyona giriştiğinde başarısızlıkla geri dönersin. Soruda cemaatlere saldıranların, FETÖ’nün Ehl-i Sünnet görünümünü bahane ederek bu saldırılarda bulunduğu geçiyor; ama Ehl-i Sünnet âlimleri 20-30 sene öncesinden FETÖ fitnesine karşı uyarmışlar, hatta reddiye yazmışlar. Devletin dikkatsizliği, devletin dini idare eden kurum olarak tanıdığı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dikkatsizliği, aymazlığı, gafleti ne diyorsanız deyin; bunların uyanık olmaması sebebiyle Fetullah Gülen Sünnî zannedildi. Hâlbuki Fetullah’ın kitaplarında çok büyük meseleler var. Bundan yıllar önce Aksiyon isimli dergiye verdiği bir mülakatta şöyle söylüyor, aktarayım: “Efendim siz bir dua okuyorsunuz. Bu duanın Ehl-i Sünnet kaynaklarında hiç yeri yok, bu dua Şia kaynaklarından geliyor. Neden okuyorsunuz?” diye soruyorlar Fetullah Gülen’e ve o da diyor ki “Ehl-i Sünnet âlimlerin bundan haberi yoksa biz ne yapalım? Demek ki Şiî âlimler daha nasipli bu hususta.” Ben bunu “İttihaddan İhtilafa” isimli kitabımda Fetullah Gülen bahsinde yazdım, Aksiyon dergisinin hangi sayısında kaçıncı sayfada geçtiği orada belirtilmiştir. Fetullah Gülen’in Sünnî olmadığı bilinmeliydi, samimî âlimler bu konuda halkı defalarca uyardı. Bakın, Fetullah Gülen hakkında 15 Temmuz’a kadar 28 tane reddiye yazılmış, ben bunların hepsini topladım. 15 Temmuz’dan sonra yapılan reddiyelerin ise hiçbir kıymeti yoktur!
15 Temmuz değil, daha öncesi de var; 17-25 Aralık Operasyonları’nda millet FETÖ’nün ne mal olduğunu görmüştü.
Evet, haklısınız. FETÖ Ehl-i Sünnet değildi, hiçbir zaman olmadı; ancak bize FETÖ’yü Ehl-i Sünnet olarak göstermeye çalışanlar kurumlardı. Bu kurumlara Diyanet İşleri’ni de katabilirsiniz. Şimdi Diyanet ve İSAM milletin aklıyla, izanıyla dalga geçercesine 15 Temmuz’dan sonra FETÖ aleyhinde ayrı ayrı kitap yayınladılar. Bu tür şeyler halk nazarında gülünç durumlara sebep oluyor. Ama bu FETÖ belasından çektiğimiz sıkıntılar ileride başka kişiler üzerinden de başımıza gelecek… Dediğim gibi; Anadolu’da Ehl-i Sünnet itikadını yıkmadıkça bu topraklarda istediklerini yapamazlar, devlet yıkılsa dahi bu topraklardan İslâm’ı çıkaramazlar. Cumhurbaşkanına bir mektup yazmıştım ben; orada yedi büyük Türk devletine atıfta bulunarak dedim ki “Her devlet Ehl-i Sünnet’e ne zaman sırtını yaslamışsa Allah onlara izzet ve ikbâl veriyor.” Harun Reşid gibi büyük bir halife döneminde İmam-ı Azam Hazretleri’nin talebelerini kadı olarak görüyoruz. İmam Ebu Yusuf baş kadı olarak görev yapıyor, İmam Malik’in “Muvatta”sı anayasa yapılmak isteniyor. Ehl-i Sünnet’e bu hizmetlerinden ötürü Allah belki de dünya tarihinde görülmemiş bir kudreti kendisine veriyor. Hemen sonrasında gelen Me’mun Mutezile’yi benimsiyor, İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri’ne eziyet veriyor, İmam Huzaî’yi şehid ediyor vesaire Allah da Abbasîler’den o izzeti ve şerefi alıyor; yıllar sonra son Abbâsî halifesi Moğolların elinde bir çuval içinde dövülerek öldürülüyor. Gazneliler İslâm’a hizmette bulundular arkalarından Şiîler vurdu; Selahaddin Eyyubî Haçlılar’a karşı mücadele etti, Şiî devleti Fatımîler Haçlılarla birlik oldular.
Burada atlamamak gereken en önemli devlet herhalde Selçuklular…
Oraya geleceğim zaten. Sultan Alparslan ne diyor “Bizim milletimizi Cenab-ı Hakk’ın aziz kılmasının sebebi tertemiz bir itikada sahip olmamız.” Burada kastedilen Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’tir. Nizamülmülk “Siyâsetnâme”sinde ne anlatıyor: “Sultan Alparslan bazen benimle şakalaşırdı; sen Şafiî’sin keşke Hanefî olsaydın”. Maturudîlik’e ve Eş’arîlik’e öyle hizmetler etmişler ki… Nizamülmülk, “Nizâmiye Medreseleri”ni kurarak Ehl-i Sünnet itikadını Ortadoğu’da kökleştirmiştir. Aralarında esasta bir fark olmasa da Maturudîlik ve Eş’arîlik arasındaki ilişkiyi sistemleştirmiş. Sonra Batınîler’in, İsmailîler’in Selçuklu Devleti’nde etkinlikleri artmış, ne zaman ki bâtıl fırkalara birazcık da olsa müsamaha gösterildiğinde diğer devletlerin başına geldiği gibi Selçuklu da böylece yıkılış sürecine girmiş. Osmanlı da dâhil olmak üzere bizim devletlerimizi yıkan Ehl-i Sünnet itikadı dışındaki arayışlardır, sapmalardır.
Tasavvufun Türk tarihindeki yeri nedir? Türklerin cihan hakimiyeti davasında tasavvufun ne gibi katkıları olmuştur?
Müslümanların Ehli Sünnet dışında bir arayışa girmeleri tabiri caizse hep “eziklik dönemimiz”e rastlar. Modernistlerin sürekli söyledikleri şeyler nelerdir: “Müslümanlar Ehl-i Sünnet oldukları için geri kaldılar, felsefeyi dışladıkları için bilimi dışladılar, tasavvuf onları donuk bir hâle getirdi” vesaire… 1920 senesine kadar bir tane Türk sultanı göstersinler ki tasavvuf ehli olmasın. Hepsini isim isim söylesinler, isim isim sayalım biz de… Sultan Melikşah İmam Gazalî’nin kardeşi Ahmed el-Gazalî’ye bağlı, Sultan Alparslan İmam Ebu Ali Farmedî’ye intisaplı, Emir Timur bizatihi Emir Külal’ın talebesidir, Şah-ı Nakşibendî Hazretleri’ne havale ettiği biridir ve Mektûbat-ı Rabbanî’de övülen tek sultandır. Osmanlı sultanlarından bir tanesini gösterebilirler mi bir şeyhe intisaplı olmayan? Mesela Fatih Sultan Mehmed’i modernist zihniyetli olarak göstermeye çalışıyorlar, “tasavvuf karşıtıydı” diyorlar ama onun da şeyhi belli. Aşıkpaşazade’de yazıyor: İstanbul’un fethinde meydanda “Yetiş ya Şeyh Ahmed” diye nida etti diye. Oradaki Şeyh Ahmed’den kasıt da Ubeydullah Ahrar Hazretleri’dir. Bunu da Şeyh Akşemseddin Hazretleri öğütlüyor. Madem tasavvuf geri bırakıyor, bu saydığımız sultanların en gerici devlete en gerici sultan olmaları gerekirdi öyle değil mi? Tasavvuf sonradan oluşmuş bir ekol değil, belki ismi sonradan oluşmuş olabilir. Bir rivayete göre hırka anlamına gelen “suf”u giymekten, bir rivayete göre Ashab-ı Suffa’dan geldiği söylenenler arasında. Tasavvufun ismi İslâm tarihinde sonradan ortaya çıksa da aslında tasavvuf İslâmdır. Ashab-ı Kiram etrafındayken Cebrail Aleyhisselam yanına gelip de Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) “İman nedir, İslâm nedir, ihsan nedir?” diye soruyor. İman nedir itikad, İslâm nedir ilmihâl, peki ihsan? Efendimiz ne cevap veriyor: “Sen Allah’ı görmesen de O seni görüyormuş gibi ibadet etmendir.” İhsan, tam tasavvufun karşılığı. İmanda bizim imamımız var mı, İslâm’da var mı: Var. İmam Maturudî, İmam Eş’arî, İmam Azam, İmam Şafiî… Peki, ihsanda neden imam aranmıyor? İhsanda ne için bir imamın gerekliliği tartışma konusu ediliyor? Yani tasavvuf bir Yunan okulu gibi sonradan oluşma bir ekol değildir, hatta ta Resulullah Efendimiz zamanında geçen bir olay var ve Selefîler bunu tasavvufa karşı çıkarken çok kullanırlar ancak bu olayın tasavvufun isbat sadedinde kullanılması lâzım gelir: Abdullah İbni Abbas (r.a.) bir gün zikreden bir topluluğa çattı ve o topluluğa “Siz Allah Resulünün yapmadığı şeyleri mi yapıyorsunuz?” dedi. Bu rivayeti böyle alıp tasavvufun aleyhinde aktarıyorlar; hâlbuki bu rivayetin devamı var ki okuyunca o toplulukta Hazret-i Ebubekir’in (r.a.) olduğunu görüyoruz. Hazret-i Ebubekir’in sünnetin dışına çıkabileceğini hangi Müslüman düşünebilir? Selefîler de zâhiren Hz. Ebubekir’e saygı duyduklarından olsa gerek veya kendi görüşlerini kendi elleriyle çürütmek istemediklerinden olsa gerek rivayetin devamını asla söylemiyorlar. Türklerin İslâmlaşmasında da tasavvuf ehli etkili olmuştur. Karahanlılar’ın Müslüman olmasında da Abdulkerim Saltuk Buğra Han’a İslâm’ı tebliğ eden bir mutasavvıf etkili olmuştur. Bunlar hep Ahmed Yesevî Hazretleri’nden önce olmuş. Türkler tasavvufu öyle benimsedi ki tarihçi Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle “kolonizatör dervişler” vasıtasıyla İslâm’ı yaydılar. Osmanoğulları Söğüt’e gelmeden evvel bu topraklara aksiyoner dervişler geliyor; Osman Gazi, Söğüt’te Harlak Çayı etrafında çadırlar görüyor, orada bir tane dervişe soruyor “Uruz Abdal sizin burada ne işiniz var?” diyor ki “Hace Ahmed Yesevî gönderdi bizi, senin geleceğini haber vermişti, biz sana yer hazırlamak için geldik.” Ömer Lütfi Barkan’ın o kitabının baskısı yok ancak ulaşabilirseniz öneririm: Kolonizatör Türk Dervişleri. Ne mânaya geliyor kolonizatör; o dervişler orada koloni kurdular, ev yaptılar, mahalle kurdular ardından da devlet kurmak için organize oldular, medeniyeti o topraklara ulaştırdılar, devlet de bu temel üstüne inşa edildi zaten. Modernistlerin, Selefîlerin bizi itham ettiği gibi tekke köşesinde miskin miskin oturmak diye bir şey yoktu o zamanın dervişlerinde. Nakşibendî tarikatı tekke merkezli bir tarikat değil, tamamıyla cihad ve gaza anlayışını merkeze almış bir tarikat. Babürlü Devleti’nin Sultan Ebu Said zamanında devleti tam 40 sene kim yönetiyor? Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretleri, en küçük meselede dahi sultan kararı ona bırakmış. Şah-ı Nakşîbend Hazretleri’ne sefere çıkılmadan evvel akıl danışılması, Seyyid Emir Külal’ın “Orayı değil, burayı fethedin” diye emir buyurması… Osmanlı’da da aynı şey geçerli. Padişahlar, Şeyhü’l İslâmlar hep tasavvuf ehliydi. En şedid olduğu söylenen Ebussûud Efendi dahî İbnî Arabî Hazretleri üzerine risale yazmış, onu savunmuştur.
“Marûzat”ında ona İbni Arabî ve Vahdet-i Vücud bahsi hakkındaki görüşleri sorulduğunda, Yavuz Sultan Selim Han’ın emriyle kendinden önceki Şeyhü’l İslâmlardan ikisi tarafından yazılan “İbni Arabî Savunması”nda ne geçiyorsa onlara ittiba ettiğini söylüyor.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin Ehli Sünnet’e zâhiren ters olan birkaç görüşünü doğrulttuktan sonra “Her yiğit çekemez Muhyiddin’in yayını” demiştir. Bugün bazılarının dediği gibi İbni Teymiyye ile İmam-ı Rabbanî aynı safta değildi. Nurettin Yıldız isminde biri çıkmış diyor ki “İmam Rabbanî İbni Arabî’yi tekfir etmiştir” yalan! Aksine övmüştür. Hâsılı Türkler tasavvufu bir gaza ve cihad ruhu olarak benimsemişler. Balkanlarda Sarı Saltuk, Bursa’da Emir Sultan misaller çoğaltılabilir, elinde kılıç olmayan bir tane derviş yoktur. Bugün modernist zihniyetin aramızda yayılmasından ötürüdür ki tekkeler yatış yeri olarak algılanır olmuş. Medreseler savaştan kaçmak için bahaneye sığınanların limanı olmuş, vergi kaçırmak için gelenler, katiller vesaire hep tekkelere yerleşmişler ve böylece kötü bir algı oluşmuş. Hâlbuki böyle değil.
Abdülhakîm Arvasî Hazretleri Üstad Necip Fazıl’a söylüyor zaten “Hükümet, tekkeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı” diye. Mesele buradan açılmışken Nakşilîk’in Anadolu’ya girişi ve bu topraklar için ehemmiyeti nedir? Bahsettiniz fakat biraz daha açarsak faydalı olur.
Nakşî silsilesinin 4. Halkası olan Bayezid-i Bistamî Hazretleri’nin bir talebesi Ordu’nun bir ilçesinde yatıyor, kendim ziyaret edemedim. Tabiî o zaman tarikatın adı Nakşibendîyye değil, Tayfuriyye idi. Şunu aktarayım, kitaplarda bunu görmek zordur, Nakşîbendilik’in tarihçesi şudur: Hz. Ebubekir’le Bayezid-i Bistamî arasındaki döneme “Bekriyye” denir. Bayezid-i Bistamî’den Hace Abdülhalik Gücdüvanî’ye kadar olan kısma “Tayfuriyye” denir. Abdülhalik Gücdüvanî Hazretleri’nden Şah-ı Nakşîbend Hazretleri’ne kadar gelen kısma “Hacegân” derler, hocalar yolu, çünkü hocalar intisap etmiş. Şah-ı Nakşîbend Hazretleri’yle beraber yolun ismi “Nakşibendîyye” oluyor. Daha sonra Ahrariyye, Müceddidiyye, Halidilik gibi kollara ayrılıyor. Esasında Bayezid-i Bestamî Hazretleri bir talebesini Anadolu’ya göndererek bu yolu oraya intikal ettirmiş. Sistemli manâda kim getiriyor dersek Emir Sultan Hazretleri var, asıl ismi Emir Buharî’dir, Buhara’dan geliyor çünkü Murad-ı Münzevî Hazretleri var… Mevlana Halid Hazretleri’ne kadar tasavvuf bu coğrafyaya hep Türkler eliyle gelmiş, ama Mevlana Halid dönemiyle beraber Kürtler, Araplar arasında da Nakşibendîlik’in yayıldığını görüyoruz. Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri’yle beraber Nakşîlik kâmilen oturuyor Anadolu’da. Devlet gibi oluyor, hani şimdi de cemaatlerin devlette etkisinden söz ediyorlar ya… Mesela II. Abdülhamid Han’ın birçok Nakşî şeyhleriyle meşverette bulunduğu bilinen bir şey… Aklıma gelmişken; Mektûbat-ı Rabbanî de Osmanlı toplumuna Murad-ı Menzilevî Hazretleri vasıtasıyla giriyor ve Müstakimzade Efendi tarafından Osmanlı Türkçe’sine tercüme edilerek halkın da istifade etmesine vesile olunuyor.
Cumhuriyet dönemiyle beraber günümüzde yazılmış bazı tarih kitaplarında Osmanlı’nın tarikatleri tehlike olarak gördüğü propagandasıyla cemaat ve tarikatler kötüleniyor. Bunun hakikati nedir?
Bunları söyleyenler Kalenderilik’i, Hurufîlik’i, bozulmuş haliyle Bektaşîlik’i tarikat olarak görenler. Hâlbuki bunların tarikatla falan alakası yok. Bunlar tamamıyla Batınî gruplardır ve Sünnî Osmanlı’nın bunlara karşı mücadele etmesinde de bir abes yok. Mesela Kanunî Sultan Süleyman devrinde Şeyh İsmail Maşukî diye biri çıkıyor, babası büyük velilerden Aksarayî Hazretleri… Bu adam sapıtıyor ve haramların avama haram olduğu, havasta böyle kısıtlamalar olmadığını söylüyor. Sonra bu adam yargılanıp 38 tane adamıyla beraber idam ediliyor. Şeriattan kıl kadar sapan hareketleri Osmanlı tehlike olarak görmüş, sadece Osmanlı için değil bu her Müslüman için geçerli. Hak olan tarikatlere karşı bırakın mücadeleyi onları te’dib ettiğine dair bir yazı, bir söz, bir ferman var mı? Yok. Bilakis Bektaşî tekkelerine Nakşî şeyhlerini göndererek sapkınlığı önlemeye çalışıyor, mesela II. Abdülhamid Han da Tunceli’ye ve civarına Nakşî şeyhlerini göndermeyi planlamış, sırf oradaki akideyi düzeltmek için. Dönemin siyasî karmaşasından bu planında muvaffak olamıyor tabiî.
Aslında bakacak olursanız bu sapma zamanla meydana gelen bir şey, meselâ Caferîler kendilerini İmam Cafer bin Sâdık Hazretleri’ne isnad ediyor, Safevîler Şeyh Safiyüddin Hazretleri’ne isnad ediyor. Zeydilik keza…
Tabii. Mesela Nusayrîlerin haşa tanrı olarak gördükleri zat da Tabiinden biri… Osmanlı’ya İslâm Devleti nazarıyla bakamamanın sonucu Batılılar gibi sonuçlar çıkarmaktır. Örneğin Osmanlı, Urfa’da yetiştirilen ekine %5 vergi koyarken Adapazarı’nda yetiştirilen aynı ekine %10 vergi koymuş, sebebi ne? Urfa’da ekin için daha çok su harcanması, böylece vergiyi kısarak adaleti sağlıyordu Osmanlı. Şimdi bazı tarihçiler ki aralarında tarih alanında önemli zatlar da var, diyorlar ki “Bu zulümdür, adaletsizliktir!” gençlik de onları okuduğu için bu gözle bakıyorlar.
Neticede oryantalist bile bu tarihçilerden daha adil…
Oryantalistler Arapça, Osmanlıca bilen insanlardı, en azından bir şeyi uyduracaklarında veya inkâr edeceklerinde o konu hususunda derinlemesine çalışmaları gerektiğini anlamışlardı. Şimdikiler elifi görse mertek zanneden tipler… Sonra da şunu bunu inkâr ediyor, çok komik… Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri’nin “Makalat”ını kim okudu Allah aşkına, keza Sarı Saltuk’un… Sarı Saltuk’u Kızılbaşlar kendilerine şeyh ilan ettiler, bugün de sahipleniyorlar biliyorsunuz. İşte bu Sarı Saltuk kitabında yazıyor ki “Allah bana Battal Gazi gibi güç nasib etti, Rafızîlerle, dört mezhep düşmanlarıyla savaşıyorum” diyor ve nasıl savaştığını anlatıyor. Kitabın orjinali de Alevîlerin müzelerinde. Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri kitabında diyor ki “40 makamdan maksat; dört kapı, dört peygamberdir, dört büyük kitaptır, dört büyük halifedir, dört büyük mezheptir, dört büyük imamdır” diyor. Şimdi dört mezhebin dışında bir Bektaşîlık tasavvuru düşünülebilir mi? 18. yy’dan itibaren sapkın mezheplerle temiz akideyi karıştırma projeleri en azından kitap üzerinden etkisini gösterdi ve maalesef bugün tarihi kaynaklara dayanmayan tuhaf tuhaf bilgiler doğdu. II. Mahmud’a halk “Gâvur Padişah” diyordu, o dahî ferman vermiştir “Beş vakit namazını kılmayan te’dib edilecek” diye… Böyle bir ülkenin askeri de namaz kılmayan Bektaşî olacak öyle mi? Filmler çekiyorlar, Alevî gülbankları bilmem neler söyleniyor, sanki Osmanlı mehter gülbankıymış gibi… Böyle böyle tarih uyduruyorlar işte.
Peki, Vahhabiliğin Araplar arasında bu kadar yaygınlaşmasının sebebi nedir?
İbni Teymiyye 1200’lü yıllarda yaşadı ve Vahhabiliğin fikirlerinin temelini o zamandan attı. Ancak İbni Teymiyye’nin zamanında Ehli Sünnet âlimleri o kadar güçlüydü ki, daha hayattayken fikirleri çürütüldü. İmam Zehebî Hazretleri onun en büyük talebesidir, onun dahi İbni Teymiyye’yi reddeden kitabı var. Onun için ne zaman Ehli Sünnet destekli siyasî bir kuvvete sahip olmuşuz, o zaman batıl mezhepler, akideye ters fikirler hemen bastırılmış; bu 12. yy’dan 18.yy’a kadar böyle olmuş. Muhammed bin Abdülvehhab Necid’de zuhur edince her gittiği medreseden sapkın fikirleri sebebiyle kovuldu, sonra sapkın Suud ailesine yamandı ve orada bir siyasî güç oluşturdu, çöl bedevilerine has sertliğe de sahip olduğundan Osmanlı’ya kafa tutabildi ve isyan çıkardı. Tabiî ki başarısız oldular, 17 büyük liderlerinin İstanbul’da başı vuruldu. Bundan sonra Osmanlı’nın iyice güç kaybetmesiyle Cemalettin Efganî, Abduh, Reşit Rıza gibi modernist kafalar ortaya çıkıp İbni Teymiyye’nin görüşlerini revize ederek bid’atlarını yaydılar. Bunlar da geri kalmışlığın İslâm’dan kaynaklandığını iddia eden hastalıklı kafalar. Hâlbuki sorun, geri kalmışlık, kâfire müsamaha gösterildiğinde başladı. Ne zaman ki Batı menşeili yönetim, kanunlar –Tanzimattan itibaren- yürürlüğe girdi, o zaman hızla İslâmiyet’ten ve terakkiden uzaklaşıldı. Bu Efgani dediğimiz adam Mısır’a gidiyor kendini Mısırlı olarak tanıtıyor, İran’a gidiyor Fars milliyetçiliği yapıyor, Türkiye’ye geliyor Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi insanlara Türk milliyetçiliğini aşılıyor; bir nevi ajan olduğu için İslâm dünyasını dolaşıp duruyor. Bütün bunlar aleni olduğu halde Hayrettin Karaman çıkmış diyor ki “Cemallettin Efgani ve Abduh, parçalanmış İslâm dünyasını birleştirmeye çabaladılar.” Hâlbuki bu tür adamlar yüzünden İslâm dünyası bin bir parçaya bölündü!
Günümüzde hadis inkârcılığının, akılcılığın ve selefiliğin memleketimizde de yaygınlaşmaya başladığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir ve bunun önü nasıl alınır?
Cumhuriyet kurulduktan sonra din sahipsiz kaldı. Kemalistler baktılar ki Ehl-i Sünnet âlimleri bir şeyler yapıyor, o zaman dediler ki “biz dini kontrol eden bir kurum kuralım” bu kurum belli zaten. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğu günden beridir çizgisinden bir lahza sapmış değildir. Nedir o çizgi: Türkiye’yi Mutezilî yapmak. Halkta da Mutezile’nin bir karşılığı olmadığı için ne yapıyor; Maturudîlik görüşlerini savunma adına Mutezilî görüşleri yaymak. Örneklerine geleceğiz. Türkiye’de Kitabü’t Tevhid’i basan da Bekir Topaloğlu, ünlü mezhepsizlerden. Bakın bunu tüm samimiyetimle söylüyorum, bir insan bir ay boyunca dini dolu dolu yaşasın, Allah ona öyle bir sıcaklık veriyor ki etrafındaki insanların dahî onu dinleyesi geliyor. Şimdi Diyanet’in yayınlarına, hutbelerine vesaire bakıyorsun kuru kuru söylemler, halkın ilgilenmediği şeyler… Bir Mevlid Kandili programlarına bakın, bir de kutlu doğum programlarına… Bu kuruluğun sebebi ne; kendileri dahî söylediklerine inanmıyor, yaşamıyorlar da ondan. Diyanet İşleri’nde üst düzey bir görevli olan Sönmez Kutlu diye bir adam çıkıp da diyor ki “İmam Maturudî laiktir.” Bu apaçık alçaklık ve şerefsizliktir! İmam Maturudî Hazretleri’nin Kitabü’t Tevhid’inde İmam-ı Azam’ın Fıkhü’l Ekber’ini şerhetmiş, başka bir şey yapmamış ki. Bakın İmam Maturudî hakkında çalışma yapanlara: Eski Diyanet Reislerinden Mehmet Görmez, Ali Bardakoğlu, Sönmez Kutlu, Bekir Topaloğlu vesaire bakın bunlara hepsi “akılcılık akılcılık” diye diye kafayı yemişler. İmam Maturudî Hazretleri böyle bir şey demiyor, dediği şu: “Akıl, sünnete ve vahye tâbi bir araçtır.” Onu da avama söylemiyor zaten. Diyanet’in bir misyonu da cumhuriyetin siyaseten kısmen başarılı olduğu Türk-Kürt ayrışmasını Maturudî-Eş’arî çatışmasına dönüştürerek Kürtlerle aramızdaki temel bağ olan din bağını da koparmak! Diyanet sakat da olsa sürekli Maturudî söyleminde bulunuyor, sanki Eş’arîlik diye bir itikadî mezheb yok sanırsın. Maturudîlik’i Mutezileye yaklaştırma sevdasındalar, Eş’arîlik’i de Selefiliğe yamama derdindeler. Bakın çok önemli bu; hilafet bayrağı düştüğü yerden kalkar, o sebeple Cenab-ı Allah bu milletten gücü kudreti alsa da akideyi almadı, bu sebeple İslâmî kanunlarla yönetilen bir devletimiz olmasa da halkımız Ehli Sünnet itikadı üzere dipdiri kaldı.
Bunda da Mevlana Halid Hazretleri’nin Nakşîlik’i Anadolu’ya gergef gibi işlemesinin büyük tesiri var. Mevlana Halid Hazretleri ile birlikte Nakşîliğin Doğu ve Güneydoğu’da yerleşmesi de bunla alâkalı sanıyoruz.
Elbette. Bakın Nakşîlik’in diğer tarikatlarda olmayan bir özelliği var: Sünnet vurgusu. O sebeple dıştan bakıldığında bir tarikat değil bu, bir medrese. Anadolu’ya da tarikatını yayarken sünnet vurgusuyla yayıyor. Diğer tarikatlarda –tarikatlar manen onlardan münezzeh olsa da- sapıklar çıkabiliyor, ismini kullanarak türlü bid’atler yayılabiliyor. Ama Nakşîlik’te medreseden icazet alınması şart olduğu için bir adam çıkıp da sapık fikirlerini yaymaya kalksa kimse ona itibar etmez. Şimdi az önceki konuya tekrar değinmek istiyorum; diyanetin yapmaya çalıştığı siyaseten “üst akıl” dediklerinin yaptıklarının dinen hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Şimdi Kürt ve Türkler arasında iç savaş çıkarmaya çalışıyorlar ama millet bu oyuna gelmiyor, çünkü iki taraf da birbirine din kardeşi gözüyle bakıyor. Türkler “Şia bir Türkle kardeş değilim” diyor ama “Ehli Sünnet bir Kürtle kardeşim” diyor. Karşı tarafta da aynı şekilde… Şimdi aradaki din bağını da koparırsan ülkeyi çok rahat bir şekilde bölersin. Türkiye Cumhuriyeti sanki dini yaşayan bir devlet mi, değil tabiî ki, ama kör topal da olsa bir devletimiz var. En kötü nizam, nizamsızlıktan iyidir. Suriye örneği karşımızda; halkının yüzde doksanı belki daha fazlası Sünnî olan bir devletti. Şimdi bu denge bozuldu Şia’ya doğru kaydı; zamansız hareketlerin nelere sebebiyet verdiğini görmüş olduk… Ülkemizde de Kürtçülük yapanlar var, Eş’arîlik adı altında yapıyorlar bunu da… Bugün bazı çok önemli Eş’arî isimler “Maturudî’ye kız verilmez” diyorlar bunu kulaklarımla duydum. Veya medreselerini Maturudîlerden ayırmak isteyenler var. Bunlar sapık olmadıkları için isimlerini vermek istemiyorum, uyarılması, ikaz edilmesi gereken insanlar çünkü. Sapkın fikirlerin yayılmasının önü nasıl alınır demiştiniz, bu ancak siyasî erkle olur. Âlimler reddiye yazar, emirler kelle alır. Dedik ya, Osmanlı’da Şeyh Maşuk’u âlimler yargıladı, devlet eliyle infaz edildi. Dolayısıyla bir yaptırımı olmalı bu tür kalkışmaların, bugün Diyanet İşleri, Türkiye’de İslâm’ı temsil ettiğini iddia ediyorsa bunlara karşı gereken önlemi almalı; ama gel gör ki sapkın fikirleri kendisi yayıyor. Ben bugün yazıyorum bir reddiye, sabah olmadan yeni bir sapık çıkıyor; bunun sonu gelmez ki, bir yaptırım olması lazım! Halk sevmese ne olur devlet getiriyor; Ali Bardakoğlu’nu halktan kim tanıyordu ve seviyordu? Görev süresi boyunca ne Mehdi bıraktı, ne Mesih, ne de hadis…
Peki, bahsettiğiniz hassasiyetleri taşıyan bir devlet nasıl teşekkül ettirilecek?
Halk devleti zorlayacak; bazen sistemleri zorlamak gerekiyor. Çok basit bir misal, sosyal medyada hemen bir “tag” açıyorlar ve yetkilileri bir şeyler yapması için zorluyorlar değil mi? Bunun gibi, misaller çoğaltılabilir. Din dersinin kitaplarında 5. Hak mezhep olarak Caferîlik geçiyor ve halk buna ses çıkarmıyor, Mustafa İslamoğlu diyor ki “Hacamat sünnetse yetim olmak da sünnet, annenizi öldürün”. Bunu dedikten sonra İslâmoğlu’nun Akabe Vakfı’nı böyle sallamamız icap ederdi! Halkta iş var mı ki devlette iş olsun? Dolayısıyla dinimize saldırı söz konusu olduğunda devleti müdahale için zorlayacağız, öyle olacak ki devlet müdahale etmediği zaman bizim olaya dâhil olacağımızı bilecek ve işinden kaçamayacak. Nasıl ki devletin hukukî boşluklarından, siyasî güçsüzlüklerinden ötürü mafya ortaya çıkıyorsa, bunun müsbet yönünden misal verirsek neden dine yapılan saldırıların hukukî yaptırımı olmayınca halk arasından bu saldırılara tepki veren bir yapı ortaya çıkmasın ki? Ben çocuğumu okula vereceğim, yarın öbür gün gelip de bana “Baba namaz böyle kılınmaz, Mutezile’de şöyle kılınır” diyecek, böyle bir şey var mı? Diyanet İşleri’ne bağlı kişiler tarafından idare edilen ve yazar kadrosu da Diyanet elemanlarından oluşan bir site var “dinihaberler.com” olması lazım; burada Ehl-i Sünnet’e, bu yolun büyüklerine ağza alınmayacak küfürler… Tam bir kaos sebebi, Müslümanların aklı başında olsa ortada böyle bir site mi kalır?
Herhalde bizde, Ehli Sünnet bağlılarında, tarikat ehlinde bir eksiklik var ki bugün bitkin bir vaziyetteyiz.
Kesinlikle. Bakın bugün tarikat ehli olanlar dahi işi zahire dökmüşler, şeyhlerini yarıştırıyorlar; böyle bir şey olamaz. Şeyh efendiler görevlerini yapıyorlar, hiçbirini televizyona çıkıp konuşurken, bir yayın organına demeç verirken vesaire gördünüz mü? Biz hepimiz ihvanız. “İhvan” ne manaya geliyor biliyor musunuz? Kardeş derler, ama nasıl kardeş? Aynı anadan doğanlara, kan bağı olanlara ihvan denir. Cenab-ı Hakk bizi böyle vasıflandırmış. Bugün adam çıkıp kendini öne çıkarıyor ve diğer tarikatları, cemaatleri dışlıyor; hâlbuki haberi yok o anda tarikattan düşmüş, şeyh efendi onu postalamış farkında değil. Hâlâ “ben şucuyum, bucuyum” diye gezip duruyor… Kâfire bakıyorsun emir gelince hemen organize olarak dine imana saldırabiliyor, biz neden olamayalım?
Müslümanlar, iktidarda Müslümanlar var diye rehavete düştüler, hâlbuki devleti yönetenlerin etrafında hep itikadî problemleri olan insanlar var…
En tepeye kadar ulaşmış Batınîler… Mezhepsizlerin çalışmaları üzerine doktora tezleri yazanlar, bunlar devletin en üst kademelerinden en altına kadar kadrolaşmışlar… Bu insanlar sebebiyle gençler de Deizm’e doğru sürükleniyor.
Son olarak eklemek istediğiniz?
Ehl-i Sünnet gençler itikadının gereklerini bilecek, etrafına bildirecek. Sapıkları tanıyacak ki mücadele edebilsin. 15 Temmuz’da sokaklara döküldüğü gibi, dine, imana saldırı geldiğinde bunu protesto etmek için de gerekirse sokaklara çıkacak! Aslında devletin elinde kılıç olsa ve bu sapıkları temizlese halk da rahata kavuşacak ama nerede…
Çok teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.
Rica ederim, ben teşekkür ederim.
 
Baran Dergisi 563. Sayı