Aslında bu hafta Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday” filmi üzerine yazacaktım. Pazartesi günü filme gitme fırsatı buldum. Anadolu yakasında iki yerde gösterimde film; biri Capitol’de, diğeri Akasya’da…

Saatleri de 19.00 civarı. Capitol’e yetişebilirim diye düşündüm. İstanbul trafiğinde tam da iş çıkış saatinde Capitol’e vaktinde ulaşmanın imkânsız olduğunu hesaba katmamışım.

15 dakika gecikerek ulaştım sinemaya. Fakat bilet satan görevliler ilk on dakikadan sonra filme bilet satışının kapandığını söylediler ve kapıda kalakaldım.

Elbette yöneticilerine iletilmek üzere şikâyetlerimi bildirerek, olay mahallini terk ettim.

Nitekim uzun zamandır sinemaya gitmiyorum. Gidecek nitelikte bir film bulamıyorum. Hollywood sineması bile artık heyecan verici (!) şeyler yapamıyor.

Bu durum genel olarak, sinemanın “yeni bir dil ve ruh aradığı” şeklinde yorumlanıyor.

Bu “yeni dil ve yeni ruh”un nasıl olacağına dair iyi bir örnek Semih Kaplanoğlu.

Tüm bunları şunun için yazıyorum: Geçtiğimiz yıllarda aynı yönetmenin “Bal” filmini izlemek için de salon bulamamıştım yakın çevremde. Niçin böyle oluyor?

Çünkü dağıtımcı şirketler ve sinemalar kâr amacı güdüyor. Peşin kabul: Bir film festival filmiyse fazla izleyicisi olmaz.

Oysa benim gittiğim Capitol’deki sinemada salon “full” dolmuştu ve benim ayırttığım tek kişilik yer kalmıştı. Demek ki tek seans koyup izleyiciyi kapıdan göndermenin başka bir amacı olmalı.

Sinema salonları bazen daha çok hasılat yapacak filmleri, daha az yapacak filmlere tercih ederler. Peki, bakalım Buğday’ın gösterime girdiği 24 Kasım’da gösterime girmiş filmler nelermiş? “Kardeşim Benim 2”, “Ayı Paddington 2”, “Mucize”, “Morg”…

Peki, bunlardan hangisi “çok büyük hasılat” yapacaktır?

Devam filmi olan ikinci sınıf bir romantik komedi ile aslında çocukların pek de sevmediği ikinci sınıf bir animasyon mu?

Maalesef evet.

Bu durumda sinema salonları “Buğday” yerine “mısır cipsi” filmlere öncelik verecektir.

Belki de ideolojik bir tercihtir bu: Çünkü Meltem Cumbul’un Adana film festivalinde çıkardığı çıngar, öyle tek başına karar alıp davranışa geçmiş bir hadise gibi değil.

Peki, Semih Kaplanoğlu’nun anlattığına göre, Meltem Cumbul olayından sonra, sanat camiasından pek kimsenin arayıp destek olmadığı bir dönemde, yönetmeni arayıp dertleşen Cumhurbaşkanı, “filmin galasını Külliyede yapalım, Külliye zaten bu gibi faaliyetler için inşa edildi” dedikten sonra, acaba o devletin kültür bakanı, yerel yönetimlerin kültür müdürleri ve etkili yetkili bürokratlar ne yapar?

Normal şartlarda filmi izlemek isteyen bilhassa Anadolu şehirlerinde filmin gösterimini sağlamaz mı?

O yerel yönetimlerin bin bir tantanayla açtığı, reklam ajanslarına milyarlar dökerek reklamlarını yaptırdığı kültür merkezleri sinek avlarken, kültür müdürleri acaba bu filmi biz satın alıp gösterime sokalım diyemez mi?
Bunu bir görev bilmez mi?

Ne yazık ki filmin vizyondaki ikinci haftası ve İstanbul’da bile sınırlı sayıda gösterime girdi; Anadolu’da ise gösterimi yok. Konya’da, Malatya’da, Bolu’da, ne bileyim Niğde’de yok. Herkes homurdanıyor, ama kimse adım atmıyor.
Çünkü Reza Zarrab’ın filmi oynatılırken, “Müslümanlar nasıl film yapar”ın şimdiye kadar en ciddi, en derin ve en nitelikli cevabını veren Semih Kaplanoğlu’nun filmini hangi bürokrat takar?

Bence filmin en “talihsiz” zamanlaması bu oldu: Reza Zarrab olayı gibi “parayı”, “gücü”, “kapitalizmi” temsil eden bir durum filminin karşısında insanın maneviyatını, bunun karşısındaki güçsüzlüğünü, acizliğini ve “kendini” anlatan bir filmin nasıl bir şansı olabilir ki?

Herkesin bu konuda inisiyatif alması, bu filmin girmediği Anadolu şehrinin kalmaması gerekiyor.

Çünkü biz istesek de “Buğday”ı izleyemiyoruz sayın yetkililer. 

Baran Dergisi 569. Sayı