Bir lokantada çalışan ve ara sıra tesadüf ettiğimizde ayaküstü lafladığımız Sefa’ya geçenlerde “görüyor musun bak! Şu kadar teknolojik gelişme, bu kadar icatlar ve sayısız spot lambaları içinde ‘nur bitti, mucize yok!’ demek istiyorlar” dediğimde “peki, tüm bunların kendisi de bir mucize değil mi?” deyiverdi… “Bana göre” kelimesinin darlığı içinde söylemek isterim ki, Sefa’nın bu bakış açısını Avrupalı sıradan bir profesörde bulmanın kâbil olacağını zannetmem; bu da, bu topraklara mahsus bir ferasetin şavkından mülhem… Sefa’nın söylediği tersinden de düzünden de doğruydu!.. Düzünden doğru; çünkü “Batı adamının bunca keşfine ve oyuncağına rağmen” insanın bizatihi kendisini hâlâ yaratamaması(!) ve bütün bu cümbüşe sebeb icatları da yaratıcının yarattığının yaratmasına(!) bakılırsa bunun adı sadece mucize olabilir! Yani, yine toprak üstü, ulvî, ruhî bir sebebe bağlı… Tersinden de doğru; çünkü yine “bunca keşif ve oyuncak”a rağmen insanlık ancak bu kadar ayağa düşürülebilir ve ilâhî düsturlardan koptukça sefil âlemle iç içeliğin zirvesine ancak ve ancak bu kadar çıkılabilir ki, bu da, mucizelere inanmamanın insanlığı ne hâle düşürdüğünün tersinden mucizesi…
***
Şâh-ı Nakşibendi Hazretleri’ne (kaddesallahü sirrahu) niçin az kerâmet ettiği suâl edilince “bizim ayakta duruşumuzdan büyük keramet mi olur!” buyurmuşlar; biliyorsunuz inancımıza, yolumuza göre her zamanın-devrin bir büyüğü vardır ve işler bu büyük Velîlerin tasarrufunda cereyan eder… İmam-ı Gazalî Hazretleri de “velâyet”in akıl tavrının ötesinde olduğunu buyuruyor… Daha başka söze ne hâcet; yahut bütün hâcetler-gereklilikler bu sözde…

“...Bir gün Mevlânâ Nizameddin huzurundaydık. Mevlânâ’ya (Mevlâna Sadeddin Kaşgarî) bağlı ulemadan bir zat, ilim tahsil yolunda birinden bahsetti ve Mevlânâ hakkında çok kötü şeyler söylediğini iddia etti. Adamın kötülüğü üzerinde o kadar ısrarla durdu ki, Mevlânâ Hazretleri teessüre düştüler. Tam o anda, ilim tahsili yolundaki fesatçı adam uzaktan görünüverdi. İddia sahibi, onu parmağiyle gösterip ‘İşte o habîs budur!’ dedi. O kişi Mevlânâ Hazretlerinin önünden öyle edepsiz bir tavırla geçti ki, Mevlânâ Hazretleri bir ara gazaba geldi ve eline bir çöp alıp duvara bir kabir şekli çizdi. O habîs hemen yere düşüp kendinden geçmiş gibi uzandı. Yanına gidenler, adamın ölmüş olduğunu gördüler.” (1)
***
I. Murad Han zamanında (1326-1389) Bulgaristan topraklarını zapt etmişiz... Buraların zaptı Haçlıların muharip kuvveti olan Bulgarları etkisiz hâle getirmiş ve bu hâl Niğbolu ve Kosova zaferlerinin yolunu açmıştır... Vidin, Dobruca beylikleri ile Tırnova Krallığı’nın Osmanlılara karşı çıkması üzerine 1393’te Tırnova 1396’da Niğbolu Zaferlerinden sonra Vidin ve 1400’de Dobruca zapt olunarak Bulgar Krallığı tamamen ortadan kaldırılmıştır…

500 senenin üzerinde hâkimiyetimiz altında kalan bölge gerek maksatlı göç ve gerekse sürgünler sebebiyle Türkleşmiş, yani Müslümanlaşmıştır…  Üstad’ın “Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür” ifâdesi ne kuşatıcı bir tanımlama; İlber Ortaylı Hoca, haklarında Türk mü değil mi diye tartışmalar hâlâ bulunan bu bölgedeki Pomakların Slav kökenli olduğunu ve tuhaf bir biçimde Türkler bölgeye gelmeden Müslüman olduklarını söyler… Demek ki Avrupa’daki Türk-Müslüman kanaati pek doğru…

Dinî ve ticarî açıdan serbest bırakılan Bulgarların tarihlerindeki en rahat dönemleri diğer birçok millet gibi Osmanlı hâkimiyeti altındaki devirler oldu; Bizanslıların yüzlerce Bulgar’ın gözüne mil çekip kör etmeye varan davranışlarını hatırlatsak yeridir… 1700’lü yılların ortasında Osmanlı’nın aşk ve vecdini kaybetmesinin belki de zirvesiydi. Bu hengâme arasında bölgede Bulgar çeteleri türedi. Bu çeteler her fırsatta düşman unsurlarla işbirliği yaparak kurulu düzeni sarsmaya çalışıyordu. (Bugünkü Bulgar Mafyası’nın kökenleri bu çetelere dayanır.) Üstüne üstlük daha sonra dirayetsizlik ve hıyanette master seviyesine ulaşacak Mithat Paşa Tuna vilayetlerinin başına geniş yetkilerle atandı. Mithat Paşa’nın Hıristiyanlara yaranmak için ay yıldızlı hilâlli bayrağa bir de haç eklemesi hem Osmanlı’nın nasıl bir basiretsizlik içine düştüğünü gösteriyor ve hem de bölgenin gelecekte nasıl bir akıbete sürükleneceğinden haber veriyordu… 1828-29 Osmanlı Rus Harbi sonrası Ruslar Panslavist politikaları icabı Bulgarlar ile yakın ilişki kurmuşlardı. Bulgarların bağımsızlık fikri bu sıralar filizlenmiş ve 1876’da olgunlaşarak isyana dönüşmüştür. Nitekim II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin ısrarla karşı çıkmasına mukâbil İngiliz ajanı Mithat Paşa ve şürekâsının dahliyle girilen 1877-78’deki “93 Harbi” ile birlikte Osmanlı bölgedeki kısmî hâkimiyetini de yitirmiş ve İmparatorluk mahkûmiyetlerden mahkûmiyet beğenecek bir pozisyona sokulmuştur…

Bu harbin bir neticesi olarak Ayastefanos Antlaşması ve bunun da neticelerinden birisi olarak bölgede bir Bulgar Prensliği kurulur… Rusya, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı etrafındaki planları Balkanlar üzerinden örülürken diğer yandan da yine aynı devletlerin dahliyle “Ermeni Meselesi” hortlatılarak II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin yangını durdurma çabalarında ellerini bağlama yolu tutulmuştur… Alâka çekicidir ki II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin İttihat ve Terakki çetesinin eli ve İngiliz dahli ile hal’inin ardından sadece iki ay sonra bize ait Balkanlardaki topraklarımız birer birer işgal edilmiştir. Muzaffer Başkaya bu vaziyeti ve o zamanın Babıâli Hükümeti’nin acziyetini şöyle ifade eder: “Anayasal düzene geçişten sadece iki ay sonra Bosna Hersek, Avusturya Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilmiş, Bulgar Prensliği de, 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Babıâli bu iki olay karşısında sadece protesto, boykot ve Girit ile ilgili gösteriler düzenlemekten başka bir şey yapamamıştır.” (2)

İngiliz ve Rus kışkırtıcılığından mülhem Bulgar liderleri tekrar Türk-Müslüman düşmanı olmuşlar ve bu tavırlarını Osmanlı tebaası olmayı bıraktıklarından beridir her dönemde sürdürmüşlerdir. Türkiye’de Cumhuriyet kurulana dek devam eden bölgedeki istikrarsızlık bu toprakların tamamen elimizden çıkmalarının yanı sıra her fırsatta Türklerin-Müslümanların azab gördüğü bir sahneye dönüşmüş, Cumhuriyetin ilanı ile beraber yeni yöneticilerin bırakalım dışarıdaki Türkleri-Müslümanları içeridekileri kesip biçmeye davranmalarından ötürü sınır dışında kalan ve birden gurbetçi statüsüne düşenler bulundukları devletlerin insafına terk edilmiştir... Bugün orta yaş ve üzerinde bulunanlar yakın tarihlerdeki “Belene Kampı”nı hatırlarlar zannediyorum. Keyfî uygulamalarla kampa kapatılan Türkler, Türkçe konuşmak, sünnetli olmak, geleneklerini sürdürmekle (İslâm olmakla) suçlanıyorlardı. Belene Ölüm Kampı Bulgaristan Türklerine Türkiye’ye göçmeleri için baskı olarak kullanılıyor, göçmek istemeyen veya göçemeyenler kampa kapatılıyordu. Türklere uygulanan insan hakları ihlâlleri arasında dövme, tecavüz, psikolojik baskı gibi işkence çeşitleri uygulanıyor, Bulgarca isimleri kabul etmeyen Türkler de bu kampa tıkılıyordu...
***
Türkiye’de Cumhuriyetin ilan edildiğinde Bulgaristan’da III. Boris hüküm sürüyordu. 1894’te Boris I. Ferdinand ile Bourbon Hanedanı’nın Parma kolundan olan Maria Lousia’nın oğluydu... Anne ve babası Katolik olmasına mukâbil küçük Boris siyasî sebeplerden ötürü Ortodoks olarak yetiştirildi. Boris Sofya Askerî Okulu’ndan mezun olur ve Balkan Savaşları’nda görev alır... Birinci Dünya Savaşı başladığında Makedonya’da Bulgar Ordusu Genelkurmay İrtibat Subayı’dır ve 1916’da Albaylık rütbesine terfi eder... 1918 yılına gelindiğinde general olan III. Boris, babası I. Ferdinand’ın tahtan çekilmesi üzerine Bulgaristan Kralı olur...

1930 senesinde İtalyan prensesi Giovanna ile evlenen III. Boris, kendisine iyi bir müttefik seçerek Avrupa’da yer etmeye çalışır. Bir yandan Almanya diğer yandan Yugoslavya ile yakınlık kurarken eş zamanlı olarak da Bulgar hükümetini avuçlarına alır. Askeriye üzerindeki hâkimiyetini kullanarak 1934’te Bulgar hükümetini iyice saran Boris, 1938’de tamamen örtülü bir askerî diktatörlük kurar... III. Boris 1943 senesinde hiçbir sağlık problemi olmamasına mukabil aniden ölüverir...

III. Boris’in hüküm sürdüğü yıllar, orada bulunan Türkler için tabiri câizse cehennemvâri bir şekilde geçmiştir. Hususiyetle 1923 ve 1938 seneleri arasında (ki hatırlatalım bu memleketimizdeki cumhuriyet yönetimi altındaki diktatörlük yıllarıdır) Kuzey ve Güney Bulgaristan’da faaliyet gösteren Rodna Zaştita-Yurt Koruması ve Trakya Komitesi isimli iki silahlı örgüt vardır ve maksatları düzenli olarak saldırdıkları Türkleri göçe zorlamaktır. Bu iki örgüt III. Boris devrinde öyle şiddetli bir şekilde Türklere-Müslümanlara saldırmıştır ki 1923 ile 1933 arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye 101.507 kişi yerini yurdunu bırakarak göç etmek zorunda kalmıştır... Sırf şu hâdise dahî gösteriyor ki III. Boris’in Türk düşmanlığı pek azılıdır... Onun azılı bir Türk düşmanı olmasının bir delili de şudur ki, 1943’teki ölümünden sonraki yıllar boyunca Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç yavaşlamış ve hatta durmuştur. 1945 ile 1949 arasında Bulgaristan’dan yapılan göçlerin bütün hepsinin kesildiği dönemdir. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki III. Boris’in ani ölümü Türklerin-Müslümanların aşırı şekilde rahatlamasına sebeb olmuştur.
***
Bulgar Kralı III. Boris’in nasıl öldüğü hâlâ bir muammadır. Kimileri kalp yetmezliği sebebiyle “kalp krizi” derken bazıları ölmeden evvelki Almanya ziyaretinde Hitler tarafından zehirlendiğini söyler. Diğer bir teoriye göre ABD ve Birleşik Krallık ile ittifak çabasına girdiği için Sovyetler tarafından zehirlenmiştir…  Ha bir de Türkiye’deki gazetelerde o devirlerde (1943) çıkan bazı haberlere göre merdivenden düşerek ölmüş ki, diğer teorilere göre daha zayıf sayılan ve muhtemelen Bulgar Saray eşrafının sonradan üzerini örttükleri bir “sebeb”… Öyle ya! Koca Bulgar Kralı bu; merdivenden ancak boyacı Kosta efendi gibileri düşer!.. Zaten, nâdirin amansız düşmanı umumî görüş meseleyi çözmüş ve o sıralar kabahatinin de çok olmasından mülhem hâdiseyi Hitler’in üzerine yıkıvermişler… Fakat meselenin tamamen Hitler’e yıkılması esasında daha sonraları; çünkü o sıralarda böyle bir şâyia vuku bulsa da Cumhuriyet Gazetesi’nin 29 Ağustos 1943 tarihli nüshasında “Boris’in suikasde uğradığına veya Hitler’in karargâhından hasta geldiğine dâir haberler yalanlanıyor” denilerek Bulgar umumî efkârındaki görüşler Sofya kaynaklı olarak aktarılıyor…  Kim bilir, belki de Bolşeviklerin bir dahli vardır; Boris’e pek çok kez suikast düzenlemişler fakat başarılı olamamışlardı. Bunlardan en mühimi 14 Nisan 1925’te gerçekleşmiş ve Bulgaristan Kralı Boris, Bolşeviklerin arabasına yaptıkları silahlı saldırıdan kurtulmayı başarmıştı. Birkaç gün sonra bir suikast girişimi daha olmuş fakat Bulgar Kralı bundan da kurtulmuş… Tuhaf gözükse de, Bulgar Kralı III. Boris’in ölüm sebebi hâlen vuzuha kavuşturulmuş değildir... Ölüm bir sebebe mebni olduğuna ve inancımıza göre “ecel”e tekâbül ettiğine göre bu Türk (Müslüman) düşmanı Kral’ın muammalarla örülü ölüm sebebi gerçekte acaba neydi?
***
Lâdikli Hacı Ahmed Ağa (1888-1969) aslen Buhara’lı olup Konya’nın Lâdik kasabasında dünyaya gelmiştir. Ümmî velîlerdendir ve kendisine “üveysî” de derler... Küçük yaşlardan beri çiftçilik ve çobanlık etmiştir. Gençliği Osmanlı’nın son demlerine tesadüf ettiğinden ömrünün uzun bir bölümü (26 sene) savaşarak geçmiş ve görmediği cephe, savaşmadığı belde neredeyse kalmamıştır. Çatalca, Makedonya, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan savaşlarının hepsine katılmış ve umumî Balkan Harbi’ne de iştirak etmiştir. Birinci Cihan Harbi’nde cephede olan Ahmed Ağa, Çanakkale savaşlarına da katılmıştır. Ağabeyinin birisini Çanakkale’de, diğerini de Kırkgaziler’de şehid vermiş ve burada ikinci defa yaralanmıştır. İngilizlere karşı Hicaz savunmasında Arabistan çöllerinde savaşmış, Kanal Harekatı’nda üçüncü defa yaralanmış... Velî zatlardan olan Hacı Ahmed Ağa, manevî yükselişine sebeb olanın en son aldığı bu üçüncü yara olduğunu söyler ve bu hâdiseyi şöyle anlatır:

“Filistin’in Gazze şehri civarında İngilizlerle harp ederken, mensup olduğum birlik pusuya düşürülmüş ve birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranmıştı. Askerlerin çoğu şehid düşmüş, bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de yaralananlar arasında idim. Yanımdaki arkadaşlar tek tek vuruldular, üzerime düşerek şahadet şerbetini içtiler, ben bayılmıştım. Şehid ve yaralı arkadaşlarımın arasında, sızlayan yaralarımdan kanlar akarken, o çöl sıcağında kavrulan kumlar üzerinde ciğerlerim susuzluktan yanıyordu. Yakın civarımızda kuş uçmuyordu. Bütün ümitlerin tükendiği bir andı. Artık, gönlümce Mevlâ’ya yönelmiş, şehid olarak kendisine kavuşma anını bekliyordum. ...

...Beyaz ata binmiş nurani bir zat yaklaştı ve bana:
-“Esselâmü aleyküm! Ahmed Ağa, yaralandın mı? Kalk yanıma gel!” dedi.
Doğrudan bana, ismimi söyleyerek selâm verince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım ve:
-Kalkamıyorum, yaralıyım! Dedim.
Kendisi atından indi ve benim yanıma geldi. Üzerime düşüp kalmış olan şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekip kaldırdı. Susuzluktan yanıyordum.
-“Ahmed! Sana su vereyim mi?” dedi ve bana, atının terkisinden su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma, taze hayat bahşeden, o aşk ve şifa suyunu kana kana içtim. Beni tutarak, mübarek ellerini sızlayan yaralarımın üzerinde gezdirirken, acılarım diniyor ve taze hayat buluyordum.
Çölde içtiğim o su, beni başka bir âleme götürdü. Bana ne oldu ise; içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu. İşte benim yanıma gelen, bana yardım edip beni çölden kurtaran o zat var ya, işte o bana çok şeyler öğretti. Bu beyitleri de ben O’ndan öğrendim. Beni çok yerlere ve şehirlere vazifeli olarak götürdü.” (3)

Lâdikli Hacı Ahmed Ağa’nın bahsettiği zat Hazreti Hızır’dır... Hazreti Hızır ile kırk yıl görüşmüştür; kendisinden bahsederken “hocam” diye bahsedermiş...

Lâdikli Hacı Ahmed Ağa’nın kerametleri pek çoktur... Bilhassa Üstad Necip Fazıl’ın vakti zamanında “şöhretini uzaktan duyduğum, fakat şahsiyle, eserini ve tesirini Burdur Kasabası’nda gördüğüm Tahir Büyükkörükçü, öteden beri vasıflarını hayalimde yaşattığım üstün din adamının hâlis örneği… Öyle ki, insan, döküm işiyle elde edilebilen bir varlık olsaydı, Tahir Hoca’yı kumda açılmış bir kalıp gibi, model diye gösterebilirdim. Bütün din adamları, madenlerini o kalıpta dondurup Tahir Hoca şeklinde meydana çıksın…” (4) diyerek misâl gösterdiği merhum Tahir Büyükkörükçü hocaefendi Hacı Ahmed Ağa ile sık sık görüşmüştür ve vefatından sonra bu görüşmeleri vaazlarında anlatarak onun ermişliğine dâir hâllerden bahsetmiştir.

Lâdikli Hacı Ahmed Ağa çeşitli sohbetlerinde katıldığı Kırklar’ın toplantılarından bahsetmesinden yola çıkarak onun meşhur “Kırklar”dan olduğunu söyleyebiliriz. Allâhü âlem... Allah şefaatine mazhar kılsın. Amin...
***
Bir süredir Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’ın pek etraflıca tenkid ettiği Emile Boutroux’nun “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında” isimli eserinden notlar çıkartıyordum. Henri Bergson’un da hocası olan Boutroux’nun çağının ve kendinden önceki gelenekten gelen felsefecilerin aksine, Allah fikrinde ısrar etmesi ve hepsi alanında meşhur filozoflara mukâbil pek tutarlı görüşler sergilemesine şaşırmış ve hayranlık duymuştum. Bunun yanında, Boutroux’yu fevkalâde bir biçimde kavramış, kavramakla kalmayarak eserini kendi irfanımıza has bir biçimde tercüme etmiş Süleyman Hayri Bolay Hoca’ya da ayrıca hürmet duymaya başladım. Zira kendisi Boutroux’nun felsefesini sırf tenkid etmekle kalmıyor, aynı zamanda memleketimizdeki birçok felsefecinin, doğrusu kopistlerin “Allahsızlık ekolü” gibi bir etiket yapıştırarak din düşmanlığı yaptıkları sahaya hikemiyât penceresinden hepsini kilitleyici cevaplar veriyordu... Tüm bunlarla beraber tabiri caizse “sıradan” bir aile yahut ortamda yetişmediğine kanaat getirdiğim Süleyman Hayri Bolayır’ın hususî hayatı hakkında bir araştırma fikrine kapıldığım hâlde bir malumat edinme gayretine de girmemiştim. Günlük telaşeler ve vazifeli olduğumuz işlerin yoğunluğu içerisinde bir gün hatırıma merhum Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın “yâ, yâ, yâ!..” diye iç çekişi hatırıma geldi ki onun bu türlü serzenişleri pek hoşuma giderdi. Vaazlarını dinleyenler onun bu iç çekişlerini bilir ve hatırlarlar. Bu vesileyle bir vaazını dinlerken kendi hocası Hacı İsa Ruhi Bolay’dan bahsetti. Hacı İsa Efendi Süleyman Hayri Bolay’ların aile büyüklerinden imiş, dikkat etmemiştim. Süleyman Hayri Bolay’ın babasının amcası Hacı İsa Efendi’nin babası imiş... Aslında ilk başta aramaya niyet ettiğimi -akademik hayatı ayrı fasıl ve diğer felsefecilerin de geçtiği bir kulvar zaten- böylelikle buluvermiş oldum ve Boutroux gibi büyük bir kafayı hikemiyata mebni bir usulle niçin ele alabildiğini anladım; bana lazım olan da buydu! Yani, Süleyman Hoca’yı besleyen asıl kaynakların Ehli Sünnet Ve’l-Cemaat Yolu’ndan gidenler olması... Nitekim muhterem babası Mustafa Bolay birçok cephede savaşmış bir gaziydi. Aynı zamanda Said-i Nursî Hazretleri ile Ruslara esir düşmüş, kampta beraber kalmışlar. Erbilli Esad Efendi’ye intisabı varmış... Ehli hâlden birçok kimse ile de neredeyse teklifsiz görüşüyor olması da cabası... Mustafa Bolay’ın görüştükleri arasında Lâdikli Hacı Ahmed Ağa da vardır... Tüm bunları araştırırken Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Dr. Vahit Göktaş ve Dr. Sevim Yılmaz’ın “Tasavvuf, İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi” için hazırladıkları ve konuşulanlara bakılırsa Süleyman Hoca’nın aile şeceresinden ilmî hayatına, yönelişlerinden bazı kanaatlerine kadar birçok teferruatı barındırmasını arzu ettikleri bir söyleşiye rast geldim. İstedikleri gibi de olmuş, zevkle okunuyor... Bu söyleşide mevzu bir yerde Lâdikli Hacı Ahmed Ağa’ya gelince Süleyman Hayri Bolay şöyle bir şey söylüyor: “Şunu da babam anlatmıştı: 1946’da bir Bulgar kralı, sarayının merdivenlerinden düşüp ölmüştü. Bu hadise bizim gazetelerde de yer almıştı. Ahmed Ağa bu hâdise üzerine demiş ki: ‘O kral azgın bir Türk ve İslâm düşmanı idi, onu aldığımız emir üzerine merdivenin başından biz iteledik. Onu biz öldürdük.’ ” (5)

Bu kadar doğru ve sağlam ilişkiler ağı içerisinde pek tabiî olarak bir yalan olamayacağına göre, yolumuza göre bu türlü hâdiselerin olduğundan da haberdarlığım olduğu için bu sefer de Bulgar Kralı’nın peşine düştüm... Sherlock Holmes-vâri bir hevesle bu Bulgar Kralının kim olduğunu ve katilini(!) zannederim buldum!
***
1946’da ölen bir Bulgar Kralı yok! Fakat söz doğru kaynaktan gelince bu “hata”nın nereden kaynaklandığı hakkında kendi kendime mütalaa ettim ve Süleyman Hayri Bolay’ın irticalen konuşurken 1940’lı yılları hatırlasa da senesini birazcık karıştırarak anlattığını anladım. Çünkü o tarihte Bulgaristan’da (1946) sürgüne giden II. Simeon (Simeon Sakskoburggotski) var. II. Simeon hâlen hayattadır. Hatta Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Benzersiz Bir Hayat” isimli otobiyografik kitabının tanıtımı için yakın zamanlarda İstanbul’a geldiğinde tarihçi Profesör Dr. İlber Ortaylı onunla bir söyleşi yapmıştı... II. Simeon’un babası yazının girişinde bahsettiğimiz III. Boris... Bir önceki Kral ise III. Boris’in babası I. Ferdinand, ki Bulgaristan’ın 1918’deki askeri yenilgisini seyreden günlerde oğlu III. Boris lehine tahttan çekilmek zorunda kaldı. Doğrusu bu çekilme Birinci Dünya Harbi’nde Bulgaristan’ın Almanya, Avusturya-Macaristan yanında yer almasının bir cezası olarak İtilaf Devletleri’nin, onların da başını çeken İngilizlerin baskısı ile olmuştu. Nasıl Osmanlı Haçlıların muharip kuvveti Bulgarları yenerek Avrupa’yı ciddi bir şekilde tehdit etmişse aynı gayenin tam zıddıyla İngiliz hesaplarının birçoğu Balkanlar ve hususiyetle yine Bulgarlar üzerinde olmuştu... I. Ferdinand 1948 yılında sürgün edildiği Coburg’da alelade bir şekilde öldü, oraya gömüldü... III. Boris’e gelirsek; III. Boris, ölüm hikâyesi etrafındaki sis perdesi, diktatörlüğü, devrindeki Türk düşmanlığının ayyuka çıkması ve bu zulümlerden ötürü 100 bin’i aşkın Türk’ün göç etmek zorunda kalması, ölümü etrafındaki mevzulara hâlen bir açıklık getirilememiş olması gibi hâdiseleri Mustafa Bolay’ın Lâdikli Hacı Ahmed Ağa’dan naklettiğiyle bitiştirirsek zannediyorum netice kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kırklar’dan Lâdikli Hacı Ahmed Ağa Bulgar Kralı Boris’i sarayının merdivenlerinden itmiş ve bu Türk-Müslüman düşmanı kralın işini bitirmiştir. Başka bir yerde bu türlü bir kayıt düşülmüş müdür bilemiyorum fakat, bu yazıyla bir nebze olsun bu ölüm sebebini delillendirdiğimizi zannediyorum.
Lâdikli Hacı Ahmed Ağa’nın sözleriyle hâdiseyi tekraren not düşmek istiyorum: “O kral azgın bir Türk ve İslâm düşmanı idi, onu aldığımız emir üzerine merdivenin başından biz iteledik. Onu biz öldürdük!”

Allah büyüklerin himmetinden ve şefaatinden mahrum eylemesin. Amin...

Kaynaklar:
1-Necip Fazıl Kısakürek, Velîler Ordusundan 333, “Halkadan Pırıltılar”, Büyük Doğu Yayınları, Sayfa 340.
2-Muzaffer Başkaya, İngiliz Basınına Göre Bulgaristan’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan
Çekilişi ve Selanik Antlaşması
3-http://konyaninalimvehocalari.konyacami.com/ladikli-haci-ahmet-aga/
4-Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve, Yeni İstanbul Gazetesi, 19 Mart 1965.
5-Tasavvuf/İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 9 [2008], sayı: 22, ss. 393-42


Baran Dergisi 521. Sayı