Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.

Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde mârifetleri yolunda erişmemiz ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet vâhidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir vasıtayla üzerimize çullandırır.

Şu yüzden ki, biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hattâ bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır.

Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona "Ben benim, sen de sen!.." diyebilmemiz lâzımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir: "Ben benin, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri kopya etmek metodiyle aslâ varılamayacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!.."

Tanzimattan beri bütün inkılâp anlayışımız, Avrupalının kâh Masonluk ve sınır dışı (plâsman) arayan büyük sermayecilik ve kâh doğrudan doğruya emperyalizma ve silâhla tazyik şeklinde karşımıza çıkardığı, bu, kendimizi inkâr ve tahrip tuzağına bir parça daha yerleşmekten ve o tuzakta dünyanın en yavan ve sahte saadet ve kurtuluş edebiyatlarını gevelemekten başka bir şey olmamıştır.

Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışarda tek yardım almadan bir sanayi kurmaya muvaffak olur ve iptidaî toprak mahsullerimiz karşılığında cıvata ve somunlarına kadar dışardan getirttiğimiz âletlerin kaynağını, fikir plânından döküm potasına kadar benimsemek kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı, kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna engel olmaya zorlayacaktır. Zira dâva yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde bir de büyük Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...

Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri, neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.

İşte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur

Bütün bu incelikleri sezen ve ona engel olmak için cihanda bir eşi görülmemiş bir siyasî dehâ gösteren İkinci Abdülhamid, sadece bu milliyetçi cephesi yüzündendir ki, Garp Masonluğunun, kapitalizmasının ve emperyalizmasının kurbanı olmuş ve her biri Mason localarından icazetli şahıslar eliyle devlet reisliği makamından indirilmiştir. Tarih, bir gün serbest kalıp da onun bu mahrem çehresini tesbit ettiği an ikinci Abdülhamid, Osmanlı hanedanının devlet reisleri arasında en büyüğü diye anılacaktır.

Tanzimat bir Mason inkılâbı olmuş, Meşrutiyeti doğrudan doğruya Masonlar idare etmiş, ve Birinci Cihan Harbinden sonra artık büsbütün tasfiyesi takarrür eden Türk’ün istiklâlini tasdik ederken, Avrupalı, meydana gelecek yeni rejim bakımından bizim tarihî köklerimizle aramızı açacak bütün tedbirleri almayı ve bize kabul ettirmeyi ihmal etmemiştir. Böylece ve bütün bu arada, ismine inkılâp denilen tuzağa düşme hareketleriyle hakiki inkılâp imkân ve istidadı büsbütün güme gitmiştir.

Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 78-80