Said Nursî Hazretleri: “İnsanların çoğu gözleriyle düşünür!”

Bırakın gözle görülemeyeni, bazılarına görüleni bile izah edip inandırmak zor. Şahit oldukları mucize ve kerametlere inanmayanların sayısı bir haylidir.

Özellikle vefatından sonra Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan övgülerin birçoğunu, birçok kimsenin “gereksiz abartı” olarak gördüğüne inanıyorum.

Şer’i hükümlerin ve inceliklerin çoğunu bilenler, bir kimseyi överken de, yererken de haddi aşmamak için azami dikkat ve rikkat içinde olurlar. Camiamızın bu konudaki dikkat ve rikkatine şahit oldukça hamdediyorum.

Selimiye Camii’nin ihtişamı gözle görülebildiği için Mimar Sinan’ın büyük bir dehâ olduğunu hemen hemen herkes tasdik eder ve bunu anlatmak, buna inandırmak zor değil. Ama Mirzabeyoğlu’nun dehâ olduğunu, kahraman olduğunu anlatmak ve göstermek Selimiye Camii’nin Mimar Sinan’ını anlatmak kadar kolay değil! Zira O’nun eseri, Selimiye Camii gibi meydan yerinde değil!

Mahalleliyi doldur bir servis aracına, doğru Edirne’ye, Selimiye Camii’nin karşısına konuşlandır, seyretsinler. Mimarlığın inceliklerinden anlamasalar bile Selimiye Camii’nden bedii bir zevk alırlar. Gözlerinin önündedir, seyrederler ve Mimar Sinan hakkındaki övgülere hak verirler.

Mirzabeyoğlu’nun külliyatını okumak bile, O’nun bir dâhî olduğunu anlamaya ve görmeye yetmeyebilir. Niyet, ruh, duyarlılık, maneviyat, kalp, akıl ve idrak, dakik ve “kıvrak” olmalı ki; hassas ve ince meseleleri kavrayabilsin. Bu yetenekten mahrum kalmış bir insanın tahammül edip O’nun eserlerini okusa bile O’nun dâhiliğini kavrayamaz, kavraması, doğru ve gerektiği kıvamda olmaz. Böyle olunca da O’nun hakkındaki övgüleri “abartılı” bulur.

Özellikle de günümüz Modern Çağın, gönülleri kör, beyinleri iğdiş ettiği bu vasatta bu zorluk daha da katmanlaşıyor, yoğunlaşıyor.

Bir de işin altyapısına ait “kültür lisanı” ve “mevzu lisanı” sorunu çıkıyor ortaya. Tıp ilminin yabancısı kalmış bir çobanın beyin ameliyatından anlamadığını söylemesi gibi. Cümlelerin ardındaki ve altındaki “mânâ” için de gerekli kalp sağlığı da yoksa anlama ve idrak etme ihtimali kalmıyor.

Mirzabeyoğlu, Üstad Necip Fazıl gibi bir dâhînin, dehâsıdır! Aynı şekilde Üstad Necip Fazıl da Salih Mirzabeyoğlu gibi bir dâhinin dehâsı! Çünkü Necip Fazıl’ı yani Büyük Doğu’yu olması gereken şekliyle Mirzabeyoğlu’ndan öğreniyoruz. Öğreniyoruz, görüyoruz, anlıyor ve idrak ediyoruz.

“Büyük Doğu’nun buna ihtiyacı mı vardı?” şeklinde bir maksatlı soruyla karşılaşmamız mukadder. Bu bir nevî (Teşbihte hata olmasın) “Kur’an ve sünnet varken mezheplere ne ihtiyaç vardı?” şeklinde bir soruya benziyor. Gövdenin toprağa gömülü bölümünün (Mücerret fikir) sistemleşmesi gerekiyordu. Yine teşbihte hata olmasın; Tarihî Materyalizm olmadan Marksizm neyse, İbda olmadan da Büyük Doğu odur! “Sokrat varken, Platon’a ne hâcet?” suali olsa olsa meselenin cahili birine ait olabilir.
Necip Fazıl’ın eseri daha çok “meydanda”dır. Çünkü muhite çok miktarda “yön levhası” dikmiştir Üstad. Mirzabeyoğlu’nun böyle bir “imkânı” yoktu: Çünkü eserin (Meselâ Selimiye Camii’nin) içine yön levhası dikemezdi.

Ömrü boyunca üçgeni, doğru çizgilerinden birini yamuk olarak öğrenmiş ve bellemiş bir kimse, önüne getirilen doğru üçgene, karşı çıkıp yanlış olduğunu iddia edeceği gibi; yanlış tartan ve ölçen âletler, her zaman yanlış sonuçlar çıkartır. Doğru esaslardan hareket etmeyen akıl yürütmeleri de yanlış sonuçlar çıkartır ve yanlış hükümlere vardırır.

Bir zavallı, hem de isminin başında “prof” yaftası olan bir zavallı, İbda’ya güya karşı çıkarken şöyle diyordu: “Büyük Doğu sarayının kapısına muhafız koymaya ne gerek var?” Yani muhafızdan kastı İbda idi. Üzerinde çok durmaya değer olmadığı için, biz de tek cümlelik bir cevap verelim: “Muhafızsız saray mı olur?”

Oysa İbda, Büyük Doğu sarayının kapısında bekleyen ve girip çıkanları denetleyen muhafız değil; bu sarayın iç dekorunu, sütunlarını, temel ve duvarlarının mahiyetini, akustik yapısını derinliğine sistemleştiren, sitemleştirirken de “ne, neden, niçin” suallerini soran ve cevaplarını veren muazzam bir terkiptir!.

İbda’yı kapıya bekçi veya muhafız olarak diken kafa, her şeyden önce Büyük Doğu’yu anlamamış veya eksik ve yanlış anlamış olduğunu ilan etmektedir.

Büyük Doğu-İbda, insanlık tarihinin fikir, kültür sanat ve medeniyet birikiminden süzülerek sistemleştirilmiş bir bütündür. Büyük Doğu külliyatının (Ve tabi ki fikriyatının) kitaplardan bir külliyat, Mimarının da şair ve şairden bir şair ve yazar olarak mahkûm edilmesini önleyen ve engelleyen İbda’dır ve İbda olmuştur.

Diğer bir ifadeyle; Büyük Doğu’ya “kan” vererek, hayatiyet kazandırmış, zamana karşı mukavemet gücü aşılamış ve onun, kuş konmaz kervan geçmez bir beldede, terk edilmiş, harap bir “fikir sarayı” hâline gelmesinin ve getirilmesinin önüne geçmiştir. Bu yüzdendir ki İbda; Büyük Doğu’nun yürüyen hâlidir. İbda’nın misyonu ve işlevi doğru anlaşılmazsa, kapıya bekçi de yaparsın, kimlik kontrol veya üst-baş arayıcı memur da! Bu yaptıklarının da birer komedi olduğunu bile anlayamazsın!



Baran Dergisi 596. Sayı