Bundan üç asır evvel, Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu üzerinde ve çevresinde “Mutlak Hâkim”in hükmüyle hüküm sürerken, girdiğimiz şiddetli bir fırtınaya hazırlıksız yakalandık. Bunun neticesinde savrulduk ve harab olmuş gemimiz/devletimiz, hükümsüz bir şekilde Anadolu’da karaya oturdu.
Kaptansız ve mürettebatsız kalan, üstüne üstlük bir de kuyrukçuların işgaline uğrayan gemi, aradan geçen üç asra yakın zaman zarfında her geçen gün çürüdü. Kırık bir dümen, paslanmış makineler, şaşmış bir pusula ve tüm bu köhnemişliğe mukabil zamana inatla direnen sağlam bir omurgadan başka bir şey kalmadı elimizde.

15 Temmuz darbe girişiminde bulunanların konseylerine taktığı isimden de hatırlanacağı gibi “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi millî(!) dış politika olarak benimsendi; dışarıya zararsız görünmenin adı dış politika oldu. İçeride ise milletin ensesinde boza pişirildi. Batı’nın izin verdiği ölçüde ve istedikleri şekilde, o da gemimiz onlara lazım olduğu için, ufak tefek tadilatlara izin verildi. Açıkçası biz de güvenli bir limanda olmanın verdiği emniyet hissi içinde, senelerce dönüp geminin yüzüne bile bakmadık. Ta ki Ak Parti hükümeti gelip onu yüzdürmeye kalkana kadar. Yüzdürmeye kalkınca gördük ki, gemi, her tarafından su alıyor ve batması işten bile değil. O yüzden davamız büyük: Hem bir yandan gemiyi bu tehlikeli sularda yüzdüreceğiz, hem de öte yandan “ana omurgasına” dokunmadan, içerden ve dışardan gelen bütün engellemelere rağmen, gemimizi baştan aşağı elden geçireceğiz.
***
Anadolu’nun, modern(!) dünyanın sıradaki hedefi olması dolayısıyla, Ak Parti iktidarına kadar benimsenen tavşan pisliğinden maada ne kokan, ne bulaşan politikadan vazgeçildi. Bu sefer de “neyin, neden ve niçin” yapılacağı hakkındaki ölçütsüzlüğümüz, karşımızda aşılmaz bir mani gibi beliriverdi. Dengelerin, oyun kurallarının düşman tarafından belirlendiği ve bizim de onların şablonları üzerinden düşünmeye zorlandığımız ve hattâ şuursuz bir şekilde kendimizi zorladığımız, fırsatları da zaafları da bünyesinde barındıran bir dönemdeyiz.
 
***
“Sıfır Sorun” politikası çerçevesinde en sağlıklı münasebetlerin kurulduğu ülkelerden biri Suriye’ydi. Arab Baharı dalgasının Suriye kıyılarını dövmeye başladığı ilk günlerde, Suriye’de iktidarda bulunan Beşar Esed ile henüz ipler atılmamıştı, çatışmalar durdurulmaya uğraşılıyordu. Kısa bir süre sonra Suriye’de milletle iktidar arasında arabuluculuk rolünden vazgeçildi ve Türkiye, rejim karşıtlarının hamiliğine soyundu. Dışarıdan taşınan kâfi miktarda silah Türkiye üzerinden geçirilerek rejim karşıtlarına tevdi edildi. Rejim karşıtı protestolar böylelikle bir iç savaşa dönüştü. Akabinde Suriye’de alan hâkimiyeti elde eden IŞİD tarafından Ayn-el Arab’da sıkıştırılan PYD’lilere yardım etmesi için Kuzey Irak’taki peşmergelerin Türkiye topraklarından geçmesine müsaade edildi. Bu arada bir Rus savaş uçağı düşürüldü ve Türkiye’nin Suriye üzerindeki hareketi tamamen kısıtlandı. Ardından Türkiye Rusya ile masaya oturarak yeniden anlaştı ve bu seferde güney sınırında kurulması planlanan PYD koridoruna karşı Fırat Kalkanı operasyonunu gerçekleştirdi. Eş zamanlı olarak Rusya ve İran destekli rejimin Haleb’i düşürmesi ve PYD’nin Menbiç’i rejime bırakması neticesinde bu operasyonda hedefine ulaşamadan akim kaldı. Ardından milletlerarası platformda PYD’ye karşı destek arayışına girildi; fakat kimin kapısı çalındıysa ret cevabı alınarak geri dönüldü. (Biz bu satırları kaleme alırken Erdoğan-Trump görüşmesi henüz gerçekleşmemişti; fakat muhtemeldir ki “ kibar” bir ret cevabı da Amerika’dan alınarak geri dönülecektir.)

Şimdi, aklı başında birisi çıksın ve Türkiye’nin Suriye özelindeki dış politikada her biri diğerini çelen bu adımlarının, ne anlama geldiğini bize izah etsin. Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye politikasının hangi gayeye matuf bir şekilde belirlendiğini bize de söylesin.

Sanılmasın ki yalnız Suriye politikası özelinde böylesi bir kargaşa var. Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasının tamamında aynı manzarayı izlemek mümkün. Bunun adı “mihraksız” siyasettir.
***
Türkiye’deki siyasî iktidar 2002’den beri hemen herkesle iş tutmayı denedi... Dışarıda Avrupa, Amerika, Rusya, Suriye, Mısır ve hattâ Çin... İçeride Ilımanlar, Kemalistler, Liberaller, Milliyetçiler, Kürtçüler ve mamacı tatlı su İslâmcıları... Uzun müddet boyunca, havalar güllük gülistanlık iken kimse dönüp de geminin yüzüne bile bakmadı. Buna mukabil son 5-6 yıldır hava kapattı ve siyaset meteorolojisinden zerre hissesi olan herkesin kestirebileceği gibi, Birinci Dünya Savaşı fırtınaysa, biz bugün tufana girmek üzereyiz.
***
Yabancı ve içimizdeki yabancılaşmış adamlardan bir fayda olmadığı ve olmayacağı artık tecrübe ile sabit olduğuna göre, şimdi gelelim hakiki gündemimize.
Anadolu’da karaya oturmuş geminin sağlam kalan tek ve hayatî parçası, omurgasıdır demiştik. Bu omurga, Ehl-i sünnet Vel’Cemaat’tir. Bu sebeble Türkiye’nin de gemi omurgasını meydana getiren Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat’e sarılması ve bu akideye göre siyaset mihrakını ortaya koyması hayatî önemi haiz. Çünkü “neyin, neden ve niçin” yapılacağı tayin eden, yani aksiyonu hem başlatan ve hem de neticesinde toplayarak verimlendirecek olan mihrak bu... Günümüz meselelerine dair fıkhî hükümler bakımından öyle zannedildiği gibi bir eksiğimiz de yok bu arada.

Bununla beraber bir diğer mesele ise bu geminin “nasıl” yapılacağı. İlk sorunun cevabını bulduğumuz Kurtuluş Yolu/Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat’e bakan anlayış da burada devreye giriyor. O omurgaya yeni ve misilsiz bir gemi sureti giydirecek, makinesini işler kılacak, pusulasını kalibre edecek ve hem gemiyi hem de mürettebat ile yolcuları sevk ve idare edecek kaptanın haiz olması gereken keyfiyeti ortaya koyacak,“güneş yenilenmez, göz yenilenir” hakikati gereğince, yenilenmiş anlayış; kısaca ifâde edecek olursak da İslâm’a Muhatab Anlayış bahsi...

İslâm’a Muhatab Anlayış’ı örgüleştirerek, yalnız bizim değil, çağımızın fert ve toplum meselelerine de çözüm getiren, bununla beraber omurgaya giydirilecek olan gemi suretini ve ruhunu da Başyücelik Devleti adı altında modelleyerek ortaya koyan Büyük Doğu-İbda...

Bu, kendinden zuhur ilkesinin ta kendisidir; gideceği doğru güzergahı kendi bulup onu tesviye eden bir ordu gibi…  Ya da gittikçe keşfeden ve keşfettikçe giden bir gemi, gitmeye ama o esnada kendi düzenini de bir modele göre kurmaya memur bir devlet gibi.
***
Toparlayacak olursak… Üst akıl, kendisini de yok edeceğini öngördüğü büyük savaşı topraklarından uzak tutmaya kararlı olduğundan ve bu savaşta müstakbel rakip olarak Müslümanları gördüğünden, son yirmi yıldır İslam âlemi ateşe verildi. Artık o kadar açıktan düşmanlık edilmeye başlandı ki, şeytanî planı görmemek için ya ahmak olunması lazım ya da hain...

Sıranın Anadolu’ya geldiği anlaşılınca, Ak Parti iktidarına kadar benimsenen ne kokan ne bulaşan dış politikadan vazgeçildi. Bunun için de geminin denizlere açılması gerekti; fakat dediğimiz gibi, aradan geçen zaman zarfında geminin yüzecek hali kalmamıştı. Yepyeni bir modele göre, bütün “gavur” saldırılarını püskürtüp, bir de üzerine hepsine teslim bayrağı çektirecek bir modele göre gemimizin/devletimizin yeniden inşâı lazım: O modelin adı BD-İbda Başyücelik Devleti’dir. Bu kayalıklı, her an her şeyin olabileceği denizlerde, iç yüzde, şuurlu ya da şuursuz her tür engellemeye rağmen gemimizi yapmak ve aynı anda da dış yüzde güzergâhımızı bulup sağ salim yol almak, hadiseler karşısında tavır takınmak mesuliyetindeyiz. Gitmekle bulmak, bulmakla gitmek bir ve aynı; birbirinden ayrı değil. Kişinin adımı, yolu isbat edendir; kısacası yürüyen ile gidilen yol, yol ile yolcu aynı.

Evet, bugün içinde bulunduğumuz şartlar, bize, bir yandan gemiyi inşa ederken, bir yandan da yüzdürmek gibi müşkül bir misyon biçiyor. Hem vasıta ve hem de gaye olan sistem bahsi... İslâm dairesi içinde olmak -İslâm harici yollardan inkılâb çıkamayacağı için- ve İslâm’a Muhatab Anlayışı kuşanmış bulunmak kaydıyla, ihtilalci ile inkılabçı da aynı… İhtilal, İslam’a Muhatab Anlayışta, iş içinde eğitim de demek olduğundan, ihtilal gerçekleştiğinde inkılâb da olmuş demektir. Devirmekten ibaret kalmayan hareket anlamındadır bu. Bugün ve geçmişte yaşanmış adi ihtilalleri inkılabtan ayıran ve bu yönüyle ihtilale anlam katacak husus, ülkeye yeni bir idare ruhu, cemiyete ahlâkî bir kemâlât getirmesidir; ancak bunun için o ruh ve ahlâkın cisimleştiği İslâm’a Muhatab Anlayışı benimsemek ve ona göre iş görmek lazımdır. Bulunduğu yer önemli değildir; mesela bugün devlet kadrosu içinden olup ihtilal-inkılapçı ruhu taşıyan birisi olabileceği gibi, lafta ihtilalci gözüküp de en adi kumaştan Batıcılığın esiri hainler de bulunabilir.

BD-İbda, her unsuru yerli yerinde ve birbiriyle tezatsız iş gören uzuvlardan müteşekkil bir beden gibi işleyecek Başyücelik Devleti’ni hedeflemektedir. Şu an içinde bulunduğumuz ve bunu -inşallah- atlattığımızda da peşi sıra gelmesi mukadder daha büyük badireleri henüz olmadan engellemek için, uygun teçhizatımızın ve ona uygun silahımızın olması lazım. Bu silah işte Başyücelik Devleti ile onun ruh iklimini kuracak BD-İbda Fikriyatıdır. Bunu kendi nefsanî gayelerimiz adına değil, bütün Âlem-i İslâm’ın önünde başkaca bir çıkış yolu göremediğimiz için söylüyoruz. Silah yapmak, bomba üretmek, yollar ve köprüler yapmak, uzaya çıkmak ya da aklınıza ne gelirse icad etmek, üretmek; bunlar eğer bir mihrak inanç ve ona uygun tertib olunmuş bir anlayışa istinad etmezse, çok da anlamlı olmayacaktır.
***
Maddî ve manevî bakımdan düşmanın bütün namluları üstümüze çevrili ve tek gayeleri bizi ve bizimle beraber İslâm’ı yeryüzünden silerek, kurmuş oldukları süflî düzeni dünya çapında hakim kılmak iken Büyük Doğu-İbda hem bu teşebbüsün engeli ve hem de yerine ikâme edilecek olan nizama gebe.
***
Kaptanlık iddiasında olan ya böyle bir kaptan olacak ve dolayısıyla böyle bir gemisi olacak. Yahut gemi böyle olacak ki, kendisine layık bir kaptan bulacak.
***
Gemi modeli-Başyücelik Devleti demişken, dergimizin 537. sayısında yayımlanmış Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı Ölüm Odası B-Yedi’nin, 362. bölümünde, İttisaf başlığı altında geçen “kaptan” kelimesiyle alâkalı bir ebced tevafukunu da yeri gelmişken hatırlayalım:
- “Şatranc-ı Urefa’nın 46. Kabı, İTTİSAF- Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak. (Süryanice, Şami- Vasıflandırmak: 351: Kur’ân... Süryanice, Diloyto-Vasıf: 466: Üstad... Nüüti- Gemi Kaptanı: 1466: Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu... Süryanice, Monoyuto-Vasıf: 524: Derviş Muhammed Semerkandi-442 mührü, en küçük ebcedle): 572: TA’SİB- İhata edip kaplamak, içine almak. (Malik-ül Mülk: 212: Pîr)... KUSTO: 572: TEAKKUB-Her nesnenin âkıbetine nazar etmek. Sonuna bakmak... Süryanice, MENKUL FRUS-Mutlaka: 572: TUKOS- Süryanice, “Sistem”.
***
Son olarak bu topraklardaki inanmayan yahut gizli inançsıza da değinecek olursak; ya bu gemiye layık olacaklar, ya da taptıkları putlarla beraber boğulup gidecekler.

Baran Dergisi 540. Sayı