Çilekeş dava adamlarının önümüze serdiği ziyafet sofrası dururken bunu riskli bulup kolay Müslümanlığa sapan ve keyfine göre de bir lider bulanlar, ancak nefsini aldatanlar olacaktır ve böylelerinin yıllar geçse de bir tekâmül göstermeleri ve dava yolunda pişmeleri mevzubahis olamaz. Ancak körler-sağırlar birbirini ağırlar durumuna düşerler. İslâm diye peşine takıldıklarımıza dikkat etmek zorundayız. Şunu da belirtelim ki, nefsimize-rahatımıza uydu diye bir yola ve lidere tâbi olma, aslında kendi nefsine tapınmaktan farksızdır.


Herkes kendi yolunun hakikat olduğunu söyler. Ancak hakikat nerede? Demek istediğim şudur ki, hakikati araştırma kriterlerimiz var mı? Yoksa hoşumuza gidene ve çevremizden görüp risksiz ve kolay bulduklarımıza mı tâbi oluyoruz?


Müslümanlığı da mirasyedi gibi tüketmek değil, onu her daim yürütme gayreti içinde olmalıyız. Dertsiz Müslümanlığın asıl dert olduğu idrakinde olarak, rahatı rahatsızlıkta bilmeliyiz.
Tarihimizi de hamle-feth ruhu ve atalet-rehavet dönemi olarak okuyabiliriz. Batı bugün “demokrasi” kılıfı altında, bizim iç işlerimizle oynuyor. Halbuki bizim onlara müdahale edecek konuma gelmemiz gerekir, atalarımızın yaptığı gibi. Düşmanın üzerine gidemiyorsan düşman senin üzerine gelir. Uluslararası ilişkilerde geçerli kural budur. Barış dönemlerinde bile tetikte durmak icap eder. Zira düşmanına hiç bir zaman güvenemezsin. İç düşman (nefsimiz) için de aynı şey söz konusudur, nefs tezkiyesi ömür boyu sürecek bir büyük cihaddır.
Son sözümüz ön sözümüz olsun, tekâmül edemeyen, tereddî eder!

Makalenin tamamı için TIKLA