Bundan asırlarca evvel, İstanbul'un fethinden evvel, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan evvel, piyadeleri ve süvarileriyle hac yolunda bir kervan... Çölde insan kanını kurutma kâğıdı gibi emen güneşin altında bir insan şöyle haykırıyor:

- Yedi kere hac sevabını bir içim suya kim satın alır?

Biri, tulumbadan bir içim su veriyor. Yedi kere piyade hac sevabını bir içim suyla değiştiren büyük velî de, suyu, oracıkta, dili ve sipsivri dişleri meydanda, karnı inip çıkan bir köpeğe içiriyor ve bir Hadîs okuyor:

“- Ciğeri yanan bir mahlûka su vermekte büyük sevap vardır.”

Amma, işin sır noktası şudur ki, büyük velî, ciğeri yanan mahlûka su içirmek sevabına da istekli değil; onun üstünde, bir Hadîse saygısını göstermeğe memur... Bunun için de, üzerindeki bütün sevapları, kâbil olsa, hemen devretmeğe hazır...

Bu nükteyi yine kendisi çerçeveliyor:

- Bu Hadîs emrini yerine getirmek için yedi hac sevabını bırakıyorum!

İşte iman metodolojisinin en ince ve derin hikmet merkezi!... Vasıtanın getirdiği nimetten fazla, vasıtaya hürmet... İmzanın bağışladığı servetten ziyade, imzaya itibar... Bu noktada vasıta, gâye oluyor; ve kazanç zevki, yerini vazifeye terkediyor.

Hadîs... Allah Sevgilisinin, ebediyet fanusu mukaddes gözlerini kırpışlarından, derinliğine doğru ferdi, genişliğine doğru da cemiyetiyle bütün kâinatı nizamlayan en kısa kelimelerine kadar, kendilerine bağlı her şey... Onun büyüğü, küçüğü yoktur. En küçüğü, içinde ormanlar taşıyan tohum kadar küçük, en büyüğü de kâinata kâinat katıcı çapta büyüktür.

Fakat!... Fakat bir Hadîs vardır ki, Saadet Devrinden sonraki bütün çığırların zaman ve mekân ölçüsünü getirmek, İslâm'ın yeryüzüne hâk ve nakşındaki mâna ve madde plânını vermek, İslâm'ın topyekûn aksiyon ve sosyal zeminini hedeflendirmek bakımından, kendi sonsuzluğunu bir yana bırakalım, fakat bizim sınırlı idrakimize göre, büyüklerin büyüğü, üstünlerin üstünüdür.

İstanbul'un, Konstantinopolis'in fethini vazifelendiren, müjdeleyen ve bu fethi gerçekleştirecek başbuğ ve askeri “ne güzel başbuğ!” ve “ne güzel asker!” diye anlatan muazzam Hadîs...

Allah Resûlünün, hangi dil ve soydan olursa olsun, bütün İslâm birlik ve topluluklarına ana cadde işareti veren bu emirlerini yerine getirmek şerefi, başlıca İslâm aksiyonu halinde, bundan beşyüz şu kadar yıl evvel, Türk topluluğuna; ve onun başbuğu Fatih Sultan Mehmed Han'a nasip oldu.

Öyle bir emirdir ki, bu, Fatih'e gelinceye kadar, Resuller Serverinin, Hicaz ve Suriye'den kalkıp İstanbul'a kadar gelen ve gerçek şehitler sıfatiyle kanlı elbiseleri içinde İstanbul surlarının dibine gömülen muazzez Sahabilerinden başlayarak, kaç defa tecrübe edilmiş, fakat başarılamamıştı. Bedir gazası tohumunun, Batıyı canevinden toslama yolunda, ağacını vermek ve yemişini dermek gibi bir hârikayı, bundan beşyüz şu kadar yıl evvelki Türk topluluğu ve onun genç başbuğu yerine getirdi.

Bütün yolların kendisine çıktığı Roma'nın Şark bölümü Bizansiyum, gerçekte Doğu ve Batı düğümünün merkezi binbir yol ağzı; onun fatihi, Sultan Mehmed de, Türk cemiyetini, dünü, evvelki günü, bugünü ve yarınıyla saran binbir mânanın kavşak noktasıdır. Fatih'ten yola çıkıp nereye varamayız ki?...

İlk mâna, büyük mâna, kurtarıcı mâna: Fatih'i anlamak için, uçurum dibinden dağ başına bakarak ve uçurumu göremeyerek değil, dağ başından uçuruma göz atarak ve her an yüksekliğin şartını içimizde gizli tutarak hükme varmak lâzımdır. Biz çent zamandan beri, tarihî mefahirimizle pohpohlanırken palasparelere bürünmüş dilencinin, boynuna ölü bir plâka asıp şehzâdelik iddia etmesi gibi, ne kendi öz gerçeğini, şu andaki gerçeğini, ne de kaybettiği büyük hakikati, mâzideki maktul hakikatı görebilen, gözlere mil çekici ve ruha zift doldurucu bir hâlet, bir piskoz içindeyiz. Fatih'i görebilmek için, başımızı abdal abdal havaya kaldırıp, nur saçarak dünyayı devreden füzeye bakmamalıyız; bir an o füzenin içinden dünyaya ve kendimize bakmalıyız! O zaman Fatih'i, dünyayı ve hâlimizi görür ve bugün, 29 Mayıs 1968 Cumartesi, sabahtan beri, ahmak gazete manşetleri, vapur düdükleri ve ziller, davullar, dümbeleklerle uça uça kutladığımız günün, şimdiki Bizans artıklarından ziyade, bize utanç ve gözyaşı telkin ettiğini takdir ediriz. Ve ancak o zaman büyük bir Türk şâirinin:

Her gûşesinde dehrin nâm-ı beka-nisârın,

Şâyestedir denilse, âlem senin mezarın...

Diye anlattığı büyük başbuğun ordusunda dümen neferi olabilmek fazilet ve liyakatine ereriz.

.............................. Oldukça sen cebinsây,

Hâlâ gelir zeminden Tekbir-i zâr ü zârın.

(Sen başını yere koydukça aldığın tekbirler hâlâ toprağın içinde fıkırdıyor!)

Dediği secdedeki büyük baş, kendi gâye ve aksiyonunun hisse senedi adına, bugün neye mâlik bulunduğumuzu bize sorsa, gösterebileceğimiz bir şey var mıdır?

Fatih!... Batı dünyasını, kendi içine karşı bir tez, dışına karşı da bir (anti tez) halinde şahlandıran Rönesans hareketine ve yeni çağa eş kurucu muazzam aksiyoniyle Fatih... Aklın madde ve eşya üzerindeki Kur'anla sabit fetih ve teshir hakkını, Batılı mühendislere top döktürerek âbideleştiren, gerçek İslâmî ruhiyle Fatih... Bir gece içinde donanmasını, bir sepet su çiçeği gibi Haliç'e döken, engel tanımaz hareket şevkiyle Fatih... Bir öfke deminde kolunu kestirdiği Macar mühendisin, hakkını şeriatte araması üzerine, karşılık olarak kendi kolunun kesilmesi hükmünü basan ulvî mahkemesi ve adaletiyle Fatih... Taarruz gününü soran vezire “bu sırrı külâhımın duyacağını bilsem, başımdan çıkarır, atardım!” cevabı içinde, olanca devlet, nizam, tedbir ve sır karakterini heykelleştirici iş dehâsiyle Fatih... Doğu dillerinden üç, Batı dillerinden de ikisine bildik çıkan, arayıcı, tarayıcı kültürüyle Fatih... İtalyalı ressamın fırçasına, insan yüzünde asâlet armasının vecdini aşılayan, içi fikir ve humma dolu gözleri, hafif kıvrık burnu, hikmet çizgisi incecik dudakları, hasılı derinliğine ferd ruhunun en zarif nakışlarını pırıldatıcı simasiyle Fatih...

İmdi: Bu Fatih, yani Fatih, biricik Fatih Türk tarihinin gerçek Fatih'i, İslâm'ın nurunu o zamanki Türk topluluğunun billûr fenerinde ışıldatma ve bu nuru, bütün saffet, asliyet ve hakikatiyle zıd dünyaya, kapkaranlık Batıya taşıma hamlesinin, insan ve başbuğ şeklinde en büyük idealizm örneğidir; ve bu gâye, bu mâna dışında, ne Fatih, ne fetih, ne idealizm, ne inanç, hiçbir şey mevcut değildir. Bu, dünya çapındaki gerçeği, ulvî hakikatlerin sadece yaldız kısmını görebilen bir şâirimiz bile ne derinden sezmiş ve “İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel” isimli şiirine ne dipsiz bir mâna yerleştirmişti:

Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına

Gülbang-i âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün

Feth-i mübini zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün

Gelmiş bu şehsüvar-ı cihangîr aşkına

Düşsün çelengi Rûm'un eğilsün ser-i Frenk

Vur Türk'ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son savletinle vur ki, açılsın bu sûrlar

Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına

Bâzı gafillerin, batıya ilk pencereyi açtığını söyledikleri, böylece ilk defa Batıdan ışık alma teşebbüsüne giriştiğini anlatmak istedikleri Fatih, hakikatte, Batıya kendi ışığını, İslâmın ışığını, Türk fenerinden İslâmın ışığını götüren; ve bütün insanlığa aydınlık dağıtmak ve yol göstermek için onu dünyanın en hâkim ve nezaretli noktasına, Kostantinopolis'e dikmiş olan dâva adamı ve şahsiyet timsalidir. Nitekim bu dâva ve şahsiyet yolu, kendisinden sonra bir iki batın, yeni deyimle bir iki kuşak daha devam etmiş, arada Yavuz gibi, kendi çapında, belki kendisinden üstün bir örneğe rastlamış, Kanunî devrindeyse, cemiyet hâlinde zirve noktasına varıp, kabuklaşan vecd özü ve kömürleşen aşk ateşiyle beraber, basamak basamak iniş başlamıştır.

Nereye kadar? Beşyüz oniki senenin üzerinden füze hızıyla uçunuz! Bugüne kadar! O irtifa, o yükseklik, çıkılmaz bir derece miydi, bilmem; fakat bu inhitat, bu sukut, inilmez bir kuyu gibidir.

Dejenere Bizans ülkesinin İmparatorluk Sarayına girdiği zaman, humma dolu gözleriyle etrafındaki perişanlığa ve zamanın inkılâbına bakıp:

Rûm nöbet mizanend der târim-î Efrâsiyap

Perdedârî miküned der kasr-ı Kayser ankebut (İmparatorun divanhânesinde nöbet borusunu şimdi baykuş çalıyor; ve Kayser'in sarayında perdedarlık vazifesini örümcek görüyor.)

Hikmetini mırıldanan koca Fatih, acaba beşyüz onbir yıl sonrasını da mı görmüştü?

Uzun konuşmayalım; ve işi, bütün siyasî ve içtimaî plânını köpürten, yalama olmuş kuru lâf maskaralığından koruyalım:

Bugün, “hangi hakla, boşlukta mekân işgal etmenin hangi hakkıyla elinde tutuyorsun?” diye sorsalar cevabı pek zor olan güzelim İstanbul'un, Peygamber müjdesine ermiş şanlı Fatih'ini düşünmek, anlamak ve dile getirmek, ancak dâvayı müsbet ve menfî kutupları bir arada ortaya koymakla kabildir ki, o da ne dereceye kadar mümkündür, ne sorun, ne anlatayım! Eğer bugün, hâlâ bu yeri elde bulundurmanın yüzü suyu hürmetine değirmenimize taşıma su dökülüyorsa, bu da Fatih'in, en aşağı dörtyüz yıldan beri her an batırıla batırıla hâlâ yok edilememiş İslâmî ruhuna bağlı eserden, o eserin artığından geliyor.

Fatih'in mübârek ruhuna selâm olsun ki, bizi Papaz Makaryos'un Sokrates'e benzediğinden daha az kendisine benzeten cereyanlar içinde yepyeni bir nesil, gerçek benzeyişin ne demek olduğunu anlamak ve bu çilekeş anlayışa bağlı kudsî ıstırabı yüklenmek yolundadır.

En büyük müjdenin, gerçekleştiriciliğin bestesini okuyarak gelmeye başlayan bir yeni nesil, nâmütenahi yeni ve ileri bir Türk nesli müjdesiyle selâm olsun!...

Necip Fazıl Kısakürek, Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 153-158.