Bütün insanî iş ve verim şubelerinin ruha bağlı bir zaruretin derecelerini temsil etmesi, ihtiyaçların mücerret ruh ve fikir ihtiyacının doğurduğu bir zaruret olması, insanın bildiren olmasa bilemeyeceği, insan faaliyetlerinin ahlâkî karakter belirtmesi, en iptidaî toplumların bile bir kültür ve medeniyet vahidi teşkil etmesi, dilsiz hiçbir kültür olmaması, insanın kendisini, çevresini, topluluğunu dille tanıması ve eserlerini dile borçlu olması, evet, bütün bu hakikatler, insanlık tarihi boyunca gelmiş bütün medeniyetlerin, “Peygamberler Tarihi”nin salkım-saçak görünüşlerini temsil etmesini açıklar... Hatırlatalım:
 
Ruh gibi zamanın da ölçülüp –biçilebilir, gösterilebilir, dokunup –ellenebilir bir keyfiyet olmadığı gözönünde tutulursa, tâbiat plânı karşısında ifadesiz olan insan, onsuz “oluş”un olmadığını bildiği zamanı da yalnız şuurda mevcut  bir hakikat ve tabiat plânının (madde –mekân) zıddı olarak tanıyor ki, şuurun “görüntü”ler boyunca zamanı tezahürlerinden anlıyor olması, neticede, âlemde gerçekleşmelerle ortaya çıkan her kültür, insan ve insandaki tâbiat görünüşünün, bilinmez “yekpare ân –küllî ruh”un temsilcisi olmasıdır; her kültür ve giderek her insanın farklılığı, bu gerçekleşmenin göstericisi olarak insanı kader sırrının önüne getirir.
 
Bu mesele, bundan sonra üzerinde duracağımız hususlarda daima gözönünde bulundurulmalıdır; ruh ve zamanı dikkate almaksızın bu çerçevede söylenecek her şey yavanlık alâmeti...
 
Varlığı düşünceden veya düşünceyi varlıktan çıkarma görüşleri, bunun yanında varlık ve düşünceyi birbirinden aynı veya varlığı düşünce ve düşünceyi varlık görmeler... “Üst dil – üst mânâ” alânında nis.bete vurulmak üzere, her birinin oturulan yere göre bir hakikati ifade edişini gördüğümüz bu ele alışlar, tâbiî olarak dil –düşünce alâkası içinde dil bahsine de sirayet eder ki, bu çerçevede dil varlık münasebeti, varlık –düşünce münasebetleri gibi karşılaştırmalara mevzu olur... Dili en geniş mânâsıyla “ifade” ve “tecelli” şeklinde mânânın belirişi diye alırsak, malûm mânâdaki dille birlikte bütün belirişleri bir sıfatı da “Kelîm – konuşan” olan Allah’ın tecellisi olarak görürü... “Bilen-bilinen-bilgi” münasebetini birleyen sır çerçevesinde hemen ölçüyü hatırlıyoruz:
_ “Halkın dili, Hakkın dilidir.”
Dilin fikir demek oluşu, diyalektik kavramı niyeti, nesne ve kelime münasebeti gibi ayrı ayrı ele alınabilir bahislerine girmeden, hepsine tatbik dilebilir bir plânda kısaca temas ettiğimiz hakikatlerinden sonra, onun “tarihî –zamanî”, zaman dışı ve zaman üstü mânâlarına dikkati çekme durumundayız... Ve hatırlatma:
_ “Her şeyden önce kelâm vardı!”
 
Ruh ve zaman münasebeti içinde kıvrıldığımız dil bahsinin hikemiyat sahasının mühim bir meselesini teşkil edişi malûm... Üzerinde bulunduğumuz bahsin davet ettiği inceliklere eğilmeden önce, FERDİN HAKİKATİ mevzuunun üzerinde durarak, TOPLUM ve TARİH davasına ilgisini işaretleyelim:
Hakikati kendi dışımızda bir seyirmiş gibi gören ve nizam ihtiyacını gösteren “Norm şuuru”nun hatasıyla yanlışa düşenleri muhtelif eserlerimizde gösterdik... Yerinde, mevzuların birbirlerini değişik yönlerden işaretleyerek billurlaşması için, işin hakikatinden, kendimizden düşünmeye başladık; “zaman”ı, “şuur”u, “hayatın hakikati”ni... Böylece, insanı anlamak yerine,”mücerret –havada” ve bir anlayışa göre “inşa” ve”tadil” eden “metafizik” ve “materyalist” görüşlerin bu niteliğini görmüş olduk. Buna nisbetle, insan oluşunu maddeye bağlayanla, zamanüstünü zaman içindeki insandan tecrit eden görüşlere karşılık, zaman içinde “zamanüstü”nün ruhî tekâmülle yaşanır bir keyfiyet olduğunu anlayanların da, sadece “aklın” neye memur olduğunun tesbitçisi olarak kalışlarına işaret ettik; çünkü bunun hakikatini gösteren “Mutlak Fikir” lâzım... Bunlar için kıymet ölçümüz, Büyük Doğu Mimarı’nın çerçevelediği tesbittir:
_ “Ruhçuluğun ufuk çizgisi Allahçılıktır; her Allahçı, kendi kendisine ve en mükemmel ruhçudur; fakat her ruhçu mutlaka Allahçı değil... Ama Allaha ERİŞEMEYEN ruhçu, bir zaviye teşkil eden iki hattın çapraz gidişini kabul ettikten sonra. Birleşme noktasını inkâr eden tezatlı insana benzer ve hiçbir kıymet belirtmez.”
 
“Mümkünler âlemi”nde Mutlak Ölçülerden pay alma mânâsına “hikmet planındaki” düşünce ile, bu âlemde sabit bir mihver arayan “fikir” veya “metod”vazedici ve dinin antitezi felsefeler arasındaki fark da buradan anlaşılsın... Bu farkı anlamayanlar, ya “insan düşüncesinin ürünü olan bilgi ve metodta mutlaktan bahsetmek, hayatın her ân yeni bir tecelli ile varolması hakikatine terstir; MUTLAK FİKİR olmadan da, bulunanın doğru olup olmadığını anlamak mümkün değildir.” Meselesini anlamadan, dini beşerî düşünceler sıralaması gibi değerlendirmekte –ki, ölçü olmadan sıralama da olmaz-, veya düşüncenin bizzat insan memuriyeti olduğunu anlamadan, kulaktan dolma tekerlemelerle güya felsefeyi mahkûm ederken, İslâmî tefekküre sırt çevirmektedir; birbirinin zıddı ve her ikisi de bizim zıddımız, iki çeşit ahmaklık... Böyle bir girişten sonra, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin işaretlediği “küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!” hikmetine uyarak, zıtlarımızın doğruları nasıl yanlışta kullandığını da mevzuumuz çerçevesinde bir kere daha göreceğiz:
 
İnsanın âlemde “oluş” ile kendini idrakı ve gördüğü şeyin “ben” olmadığının şuuruyla “nefs –kendilik” olması hakikati, insan keyfiyetinin toplum, tarihî ve psikolojik zorunluluklarca belirlenmesi demek değildir; tam tersi, insanın değişmeler boyunca değişmez kalan “ben” yönü, kendini idrak ettirici çevre hakikatini kader sırrı olarak kendine bağlayıcıdır... Hiç kimse hangi zamanda ve hangi çevrede doğacağının tayin edicisi değil.
Fert hakikatinde toplu “tarih malûmu –gesti” ile “toplum malûmu –gesti” bahsine geçmeden önce, zıtlarımızın en kuvvetli olduğu noktalardan girerek, toplum hakikatinin nereye bağlanması gerektiğinin ölçüsünü verelim:
 
Toplum, her biri “insan keyfiyeti”nin temsilcisi fertlerin demeti olarak, bunların karşılıklı etkileşimiyle (ruhu işaretleyen münasebet) belirlenen ve zaman-mekân birliğinde cisim ve şeyleriyle görülen müşahhas bir varlık olmanın yanında,  -ki, bu müşahhaslık fert şuurundandır-, bunların yok olmasıyla kaybolmayan, “sübjektif –enfüsî” mânâsıyla bunların “münasebet” ve “tesirleri”, arkadan gelenlere devredilen dinamik “yapı”, “örnek”, “şekil” ve geçmişi halihazırda barındıran “süreç”tir. Fert, kendisine BİLDİREN çevre olmadan düşünemeyeceği ve bilginin bilene var olması gerçeğiyle KENDİNİ BULUR; sosyal mekânda “zamanî –tarihî” yapıya dahil olarak, hayvandan ayrı ve şuurlu varlığa mahsus “zamanî varlık” oluşunun şuuruna erer; herkesin zamanı ayrı... Evet, zaman:
 
_ “Bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma kabiliyeti olan, ahlâkî bir varlık olarak kavrama imkânına sahiptir...Zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. Hayat, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır. Hayatımızın sıkıştırıldığı çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. İnsan vicdanı da zamanla ifadeye geçer ve yalnız onunla varolur.”
 
İnsan keyfiyetinin “oluş”ta gerçekleşmelerle ortaya çıkan bir imkân ifade etmesinden, -çünkü herşey gerçekleşmeden önce mümkün ola özelliğiyle vardır-, ve insanlardaki diğer varlıklardan farklı müşterek “keyfiyet –ruh”un akılla anlaşılamayacağından –çünkü kesintisiz hayatın temsilcisi ruhtur.- hareketle de, kuşatıcı “insan keyfiyeti”nin hakikati ancak ferdî oluşlarda aranabilir... Tek tek fertlerde tecelli eden “insan keyfiyeti”, oluştan önce... Hayatın hakikatinin BİR olan “keyfiyet”te ve bu keyfiyetin ferdî oluşlarda aranması.
Buna göre,... İçtimaî süreç içine katılan ve “bilginin bilene var olması” özelliğiyle kendini bulan fert, ruhun eşya ve hadiseyi sadece aksettiren pasif bir ayna olmayışından hareketle ve dış dünyanın uyaranlarına karşı “ben” şuurunu gösterici tepkisiyle, derinliğine fert ve genişliğine toplum halinde “insan keyfiyeti”nin temsilcisidir.
 
Bedeniyle ve aklıyla zamanın içinde mahpusken ruhuyla zamanüstü iştiyak taşıyan fert, -ki, bu iştiyak vahşinin böbreğinin olduğunu bilmemesi gibi, bazılarında şuur halinde değildir-, bu keyfiyeti ve hayatın hakikatini ancak ferdî oluşta arayabileceğine göre, BÜTÜN İNSANLIK TARİHİ İÇİNDEKİ DERİNLİĞİNE VE GENİŞLİĞİNE İNSAN OLUŞLARI, “tek fertte” tecelli eden hakikatin ve ZAMANIN GAYESİNİN temsilcileri olarak, TEK FERDİN kadrosudurlar. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı, GAYE İNSAN – UFUK PEYGAMBER olarak Allah’ın Sevgilisidir;
 
Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati... Allah’ın “Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!2 buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki “varlık” ve “oluş”, “sebep” ve “netice”, “baş” ve “son”, “süreklilik” ve “süreksizlik” ve bütün bunları toplayan “ân –hâl”in de içinde olduğu tek “ân –hâl”in “”sırra ilişik”liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin cevabı burada; yoksa ölçü yok... Topyekün insanlığın Allah’a giden yoldaki kemâl ufku O... İşte bütün işlerin “neye göre”si, “nasıl”ı, “ölçü ne”sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok... Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç, herşeyin ölçüsü... Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resulünün bildirdiği... Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resulünün gösterdiği... İyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resulünün öğrettiği!...
İnsan davranışları, hayvandaki içgüdü sınırından ayrı olarak, şuur içindedir ve ahlâkî keyfiyet belirtir. Gerçekleşmelerimiz boyunca oluşan ahlâk, “kime ve neye göre?” sorularının cevabını O’na nisbetle bulur. Hemen belirtelim; son tecritte insanın kendi varlığına inanmasından başka hiçbir tutamak yok!
 
Ya inanmak niçin ve hakikati ne? Allah için ve yolu da Resulünün bildirdiği ve gösterdiği...İmânın hakikati bu iken, Allaha imân etmeyen de tersine imân sahibi... “Ben insana inanıyorum!” gibi, neticenin nereye vardığını anlamadan sümüklü çocuk ağzıyla bitmez tükenmez tekerlemeler düzenleyenler, hiç olmazsa bu çerçevede hallerinin izahçısı olabilseler, onlara hakikatlerinin hakikatini göstermek kolay iş... Büyük Doğu Mimarı:
 
_ “İnanmanın esası, içyüzü, hakikati, Allah’a inanmak... Gerisi, hakiki inanmanın gölgeleri ve gölgelerin gölgeleri... İnanmak, O’na inanmak için yaratıldı... Allah, inanmayı, insanla kendi arasında bir açık kapı diye bırakmasaydı, münkir, sabahleyin aynada kıravatını bağlarken, gördüğü şeklin kendisi olduğuna bile inanmazdı... İnanmanın ruhu, özü, cevheri, Allaha inanmak...”
 
Kafir de memur olduğu iş üzerinde bedahet hissiyle iş görüyor. AYRI KAYNAKLARDAN GELEN FİKİR AKIMLARININ AYNI HAKİKATLERİ PAYLAŞABİLMELERİNİN BAŞKA İZAHI YOK!.. Eğer, “herşey Allahtan’dır, O değil” sırrını seziyorsak ve her şeyin Sevgilisi için varolduğunu gözönünde tutarsak, bütün insanların tek tek oluşunda gerçekleşen hakikatlerin müsbetleriyle “hakikatin hakikati olarak O’na nisbetle ve O’nda”, her şeyin zıddıyla varolması hakikatiyle menfiliklerin de O’na nisbetle varolduğunu anlarız.
 
Fert, toplum ve tarih ilgisini böylece çerçeveledikten sonra, İslâm hikemiyatının Hazret-i Ali’ye ait büyük ölçülendirmesi ışığında, bahsimizi zenginleştirebiliriz... Hikmet şu:
_ “Eşyayı uygun olduğu yere koymak, akıllılıktır!”
 
Hakikatleri yerli yerine serdetmek, yani “zıt kutuplar arası muvazene” diyalektiği, kendisine nisbet belirtilmesi gereken Mutlak Fikir olmadan mümkün değildir ve “herkesin hakikati kendine” gerçeği önünde insan sayısınca mihraksızlık doğar... Nefsimizin bir hakikatinin oluşunu kabul tavrı içinde, elbette bedahet olan ferdiyetimizin ikrarı, yani “mutlak tevhid mümkün değildir!” hikmeti, varoluş ferden yaşanan bir hakikat de olsa, bizi “mihraksız tümevarım zafiyeti” olarak formüle ettiğimiz günümüzün moda akımlarına uygunluğa itmez... Nasıl ki:
_ “Allah’a yol, insan sayısıncadır!”
 
Ama Resûlünün ve kendi devirlerinde Resullerin gösterdiği yoldan!..
Besbelli ki, yakın zamana kadar ruhçuluğa sırıtan ve toplum adına ferdî oluş hakikatine sırt çeviren zümrelerin, bugün de adeta başıbozuk ve cinsî duygu ağırlıklı bir “zorunluluğu red” tavrı önünde toplum hakikatini izah niyetindeyiz!...
 
Evet... İnsan, insan –âlem –Allah hakkındaki bilgisi ve inancını, bir cemaatin bilgi ve inancı hâline getirebilmek için her şeyden önce, “başkası” hakkında bilgi ve inanca sahip olmalıdır. Dil ve işaretler anlaşmaya yetmez; bu sembollerin insanların ruh yuvalarında mevcut ortak bir mânâ dünyası meydana getirmesi lâzımdır. Eğer düşündüklerimizi ve inandıklarımızı başkalarına bildirecek böyle bir ortak dünyaya sahip değilsek, yani BAŞKA İNSANLARIN ŞUURU İLE DOĞRUDAN DOĞRUYA TEMASA GELEMİYORSAK, ortak bir düşünce ve inanç kurmamız imkânsız olur.
Sonsuz Varlık hakkındaki inancımızı ve bilgimizi bildirebilmenin şartı, “başkası” hakkında inanç ve bilgiye sahip olmaktır. İnsanı ve insanîyi kavrama gücünde değilsek, İlâhî olana inansak ve onu düşünsek bile, başkasına bildiremeyiz. Bu da gösteriyor ki, İNSANÎ OLANA AÇIK VE AŞKIN BİR VARLIK OLMAK ÜZERE “başkası” İLE BAĞ KURMADAN İBARET AHLÂK, dinî inancın ve düşüncenin şartıdır. İnsan insana açık değilse ve kişiler arası bir bağ yoksa, dinî inanç ve düşünce, ferdî şuurlara hapsedilmiş kalır ve bildirilemez; tebliğ edilemez... Yalnız bu tebliğ ediliş bile, “başkası”nın “ben”e aşkın varlık olarak açık olduğunu gösterir.
Fert ve topluluk “malûm –geist”ine ait bu incelik bize, hikemiyyat sahasının en önemli sırlarından birini göstermektedir... Bu yüzden üzerinde durmalıyız :
 
Tarih, insanlar arasında ve gözümüzün önünde olup biten hadiselerdir; bu hadiseleri meydana getiren ve taşıyan da, ışığın sinema perdesinde görünüşe çıkması gibi “Küllî Ruh –Küllî Malûm” alanıdır... Görünüşe çıkanı ölçü alarak, fertlerin toplamından ibaret topluluklar ahlâkının iç’e dönük yönü halinde buna “toplum malûmu” diyebiliriz... Bu alan ortak bir yapıdır; inançlar, değerlendirmeler, temayüller, hükümler, peşin kanaatler, bilgi ve hatalar, hayat ve ifade formları gibi kollara ayrılmış bir bütündür ki, bu da dış yüz görünüşüdür. Bu bütünlük, “oluş” halinde bulunan, gelişen; servetler, hedefler, fikirler ve idealler için çarpışılan ve tarih adımları ile ilerleyen bir varlık alanıdır; öyle ki, insanları, bilgi ve şahsiyetin ayırdığı yerde bile birleştirir.
 
Fert tarafından taşınan, ona bağlı ve onun ifadesi “geist –malûm” ise, doğrudan doğruya verilişinde, bir kimsenin inançları, birisine veya bir hadiseye karşı tavır takınması, istemesi, çeşitli hisleri duyması vs. görünür... Bunların hepsi yalnız ferde bağlı olarak ortaya çıktığı veya bir iç davranış olarak ona bağlı kaldığı sürece vardır... Aynı şey, bilmek, anlamak, değerlendirmek, değerden düşürmek, coşkunluk göstermek, reddetmek hakkında da geçerlidir; “malûm –geist”in bu görünüş varlık tarzları, onları doğrudan doğruya taşıyan kişiye bağlıdır.
 
“Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?” sorusu, “toplum malûmu” hakikatini “Ferdin Hakikati –Hakikat-i Ferdiyye”de toplar ki, bu fert Allah Resûlüdür... Bu ölçü içinde de, mevzuunda hakikati ve şahsiyeti topluluğa şâmil bir mânâ ifade eden “remz şahsiyet” hususiyeti görünür... Bu meseleleri “Allah’ın eli topluluk üzerindedir.” Ölçüsü ile görmek ve “topluluk hakikati”nin hakikatinin de o ölçüde bulunduğunu bilmek gerek.
 
Bundan sonra tarihi kronolojik bir yapıda ferdi aşan aşkın bir realite olarak ona nisbetle KUŞATAN diye alırsak; “objektif –afakî” malûm veya cemiyet malûmu, yine insanlar tarafından taşınsa da, bir birlik ve bütünlüktür ve tarihi taşıyan bu “geist –malûm”dur... “Cemiyet –topluluk” malûmu teklerin ölümüne rağmen sürerken, kuşaktan kuşağa değişirler; bu da tarihî bir değişmedir.
 
Ruhî, sosyolojik ve tarihî inceliklere temas eden bu parantezden sonra, hem “remz şahsiyet”, hem Büyük Doğu –İbda misyonu ve hakikatini, “teorik dil alanı”, “teorik dil” ve “tecrit dili” bahislerini çerçevelemiş oluyoruz... Dil öğretiyor olmamızdan kaynaklanan bir zaruret halinde yeri geldikçe tekrardan kaçınmama ve bunu şuurlu olarak yapma usulümüze uygun olarak:
 
Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam... Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikâmetlendiren, İslâmı eşya ve hadiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam... Bunun sembol şahsı Büyük Doğu Mimarıdır!
 
İnsanların anlaşabilmesi, “bildirilebilme” ile mümkün... Bu ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani “ben” ile “başkası” arasında ortaklık imkânı demektir... Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisân olmaz... Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak bir “mânâ” dünyası meydana getiren sembollerdir... Ve şu dava:
 
_ “Dil, yerinde hâl ifadesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde “düşünce sistemi”, yerinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. mânâlarda kullanıldığı gibi, “diyalektik” mânâsında da kullanılır...”
İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil Büyük Doğu!...
 
1975’ten başlayarak toplumun genel fikir çerçevesine BÜYÜK DOĞU’yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor; İslâm İnkilâbı burada... Bunu böylece vasıflandırış nisbeti de, Büyük Doğu’nun muradı ve “niçin” buudu halinde İBDA’da... BÜYÜK DOĞU –İBDA, bir aynıyetin iki kanadı halinde şudur:
 
Eşya ve hadiseler karşısında, ruhun tavrına “nasıl”denir... “Nasıl” davası. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı, akıl “niçin”lerle yaklaşır ve fikir meydana gelir... Silsile hâlinde; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir... Büyük Doğu –İbda çekirdeği hususiyetinin açılışlarındaki umumiyet ifadesinin teorik dil alanı mânâsıyla, bu umumiyet içinde hususiyeti billurlaşan şahsiyet ve mevzuların fikir –fiil –sanat edalarının temin ettiği “has ve hususi” teorik dil alanında görülen sembollerin raksını, bu çerçevede de “teorik dil alanı” bahsinin genel ve özel mânâsının ortak sembollerden ortak sembollere varış zeminini işaretleyişini anlıyor musunuz?
Dil olmadan “fert –şahsiyet”, “zamanîlik –tarih”, sürü yerine “toplum” gibi, insanı hayvandan ayırıcı hiçbir oluş’tan bahsedilemez... “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı... İlk dil, ilk emirle vardı; ilk insan, ilk Peygamberdi” tezimiz, işi başından itibaren, her oluşu kendine bağlayıcı bir şekilde gösterir. Bu ikazdan sonra, Amerikalı bir dil Profesörü olan John Searle’nin karşısında bir konuşturucu olarak göreceğimiz kişinin, mevzuun ehemmiyetini çerçeveleyen ifadelerini verelim ki, devâ koklayan fikir çehremizin isabeti de bu vesile ile görülmüş olsun:
 
_ “Bertrand Russel bir keresinde, 1920’lere kadar, -ki, o sırada kırk yaşlarındaydı ve kendisini gerçekten ön plâna çıkaran felsefi çalışmaların hemen hepsini ortaya koymuştu.-, dile şeffaf bir vakıa olarak baktığını, özel olarak dikkat etmeden kullanılabilecek bir aracı olarak gördüğünü söylemişti. Aynı tavrın, yalnız diğer filozoflar için değil, romancı, şair, oyun yazarı gibi şahıslar için de geçerli olduğunu sanıyorum. Şimdi bir veri olarak aldığımız dilin kullanılışı mevzuundaki şuurluluk, aslında bu yüzyılda gelişti ve çağımızın belirgin fikrî özelliklerinden biri oldu. Bu gelişme, sadece kelimelerle sathî bir ilgilenme mânâsına gelmiyor, temel mevzulardaki inançları da kapsıyor. Meselâ, dilin sağladığı mücerret düşünce gücünün, doğrudan içinde bulunmadığımız gerçekliğin bütün yönlerini kavramlaştırmada ve onunla başa çıkmada, çevremizle ilişki kurmamızda en önemli sebep olduğuna inanılmağa başlandı. Pek çok kişi, bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğin bu olduğuna inanır. Bundan dolayı, birçoğuna göre dilin öğrenilmesi ile biz kendimiz oluruz. Bu inançların biri bile doğru ise, insanlık açısından da, fert açısından da , dil, son zamanlara kadar düşünemeyeceğimiz nisbette temel bir unsur oluyor demektir. Filozofların dil mevzuu üzerine böylesine güçlü ve istekli bir biçimde eğilmelerinin sebebi, kanaatimce budur.”
 

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu - Hikemiyat, s.273-286