Metris’ten 25 Ocak’ta çıkarıldıktan sonra, tam bir sene bizi sebebsiz yere tuttular. Dava üstüne dava açtılar... En azı 7 seneden başlıyordu; ve 45 seneye kadar da ceza talep ettiler. Biz içeride kuzu kuzu oturmuş, kasabımızı bekliyorduk. Mahkeme fasılları bugünlere kadar sürdü.

Eskişehir’deyken bin dert vardı; cezaevinin kütüphanesi de, “Bahçevanın el kitabı... Güzel yazı sanatı... Tesviyeye başlangıç... El becerisi nasıl geliştirilir... Boyacılığın incelikleri...” gibi şâheserlerle (!) teçhizatlıydı... Orası benim için dışarıda öğrendiklerimden daha öğretici ve geliştirici oldu bu hâline rağmen... Hani nakledilen bir söz var ya, Napolyon’a atfen: “Gideceğim yere kadar beni kimse durduramaz; vazifem bittikten sonra da bir küçük atom bile beni yok eder!”; Eskişehir, aynen öyle olmak gerektiğini idrak ettirdi...

***

Amerika’nın dünyaya hediyesi, “pragmatizm-faydacılık”; öz’ü boşveren, keyfiyetin istismarına dayalı bir mezheb... Fakat, doğru tarafından (“hakikate aykırı söz söylenmez”miş ya!) bu bizim de şiarımız olmalı değil mi?.. Arkadaşlarla konuşurken, “en büyük pragmatist Mütefekkir!” diyordum (ve diyorum da). Al sana bir tablo: 25 Ocak... Saat 15 veya 15:30... İçeride 20 kadar arkadaşız... Yaralılar, boğulmaktan kurtulanların böğürtüleri vesaire... Herkes dik! Fakat, “bundan sonra?”yı düşünüyorlar ve tabiî ki zâyiatsız çıkmayı da; en azından ben, yaralanmamaya çalışıyordum o ândan sonra... Etraf su ve toz eşliğinde vıcık vıcık... İçeride “temiz hava” yok, “daha az kirli hava” var ve biz de o taraflara hicretteyiz, başımızda da battaniyeler... Bomba atıldığında battaniyelerin altındayız; öyle ki bazen bomba üstümüze çektiğimiz battaniyenin tepesinde ıslık çalarak fır dönüyor, biz de alttan dürterek onu uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Bir ân... Bizi çağırdı... Gittik o tarafa... Aynı ânda da birkaç bomba atıldı. Eh tabiî, biz tam siper!.. Battaniyeleri çektik üzerimize (yanımda da iki «sarı» gönüldaş var!), alan daraltmak içinde cenin pozisyonunda uzandık. O’nun söylediği gibi yaptık yani... Fakat... Battaniyenin altındayken kafama küçük bir şaplak!.. Zât-ı Şahane!

"-Ne yapıyorsunuz; seyretsenize manzarayı!”

İyi mi!? Ama ne manzara ha!.. Gaz bombası ıslık çalarak fırıldak gibi dönüyor, her dönüşünde içindeki kirli sarı ile mor karışımı gazı dışarıya helezonvâri fışkırtıyor; burnunu kapatıp, gözlerini yumup, ağızdan nefes almaktan başka çare de yok, ne kadar fayda ederse o hâlde... Bunu sonradan anlıyoruz(m). “Başa gelen çekilirmiş!” ya; onun yaptığı da bu ve ondan “ibret, hikmet ve ders” çıkartma derdinde... En kötü durumda bile, o hâlin tahlili, tesbiti, teşhisi derdinde... “Bir ân bile” beyni bundan ayrı kalamıyor.

Latince bir deyim: “Nequequam vacui!”; “Hiç boşluk olmamalı!” Bunu hayatı dolu dolu “yaşamak” mânâsına da alabilirsin; fırsatları, menfî ve müsbet fırsatları, “oluş”un yolunda iliğine kadar istismar etmek olarak da alabilirsin; örgüleştirdiğin “fikir”de iğne ucu kadar “boşluk” olmaması olarak da alabilirsin... “Nequequam vacui; Hiç boşluk olmamalı!” Zehri bile şifaya tahvil etmenin yolunu 25 Ocak’ta, önünde fır dönen gaz bombalarını gözünü bile yummadan heykel duruşuyla seyrederek gösterdi O... En beter hâlden bile bir “fayda” tahvili; en basitinden artık “gaz bombalarına” karşı nasıl bir tutum almamız gerektiğini biliyorum, ilk bombayı atlattıktan sonra gerisi mühim değil, insan alışıyor, “daha yok mu?” diye sorası geliyor, sıhhî olarak nasıl davranacağımızı biliyoruz; ve esas mesele, bütün mesele “irade davası”... En büyük “faydacı” O!..

Zaten öyle değil mi; O’ndan öğrendik: (- Beni böyle ânlarda kurtaran âyet şuydu: “Allah kimseye dayanamayacağı yükü yüklemez!”) Öyle ya, dayanamayacaksan “ötelere”; gidiyorsun; mesele yok; eğer gitmeyeceksen de, o hâl sana bir şey yapamaz; o hâlde “faydalan”, işin sonuna kadar istismar et!... Ölümün ne zaman geleceği de bize gayb olduğuna göre... “İyilik ve hoşluk”, Müslümana uzak... İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin buyurduğu üzere, “-Mihnet ve keder, aşkın levâzımâtındandır. Katlanmak gerek!” Ne müthiş "çelişki”; dünyanın sıkıntılarına katlana katlana, dünyaya O’nun emir ve rızası doğrultusunda çekidüzen vereceksin, binbir azab ve ıstıraba katlanacaksın ve yine de dünyadan “uzak” kalacaksın!.. Yemeği yapacaksın fakat yemeyeceksin!.. Ve “rızâ-ı bârî" dedikleri de buradan fışkıracak işte... Ne müthiş “çelişki”; “insan olma sancısı” dedikleri de bu olsa gerek.... Metris’teyken O’nun söylediği bir söz vardı:

“- Hiç yaşamayacağım bir dünya için çırpınıyorum!”

***

Bir başka hatıra…

Piyasada bir sürü kitab var; ben çoğuna “orman katliamı” diye bakıyorum; dişe dokunur bir şeyler bulmak ise çok zor... “Askerlik hatıraları” gibi oluyor ama, “Metris'teyken...” diye başlayıp bir şey daha anlatalım. Daha ilk günler, ziyaretin birisinde, şehir dışından bir çalışma-etüd gibi bir şey yollamışlar O’na... Çağırdı, “Şuna bir bakın, varsa bir şey söyleyin!” dedi... “Devletimiz”le alakalı bir çalışma; idârî yapısı, diğerleriyle münasebetleri filan; tamamen külliyatdan iktibas neredeyse... Faydalandığı eserler bahsine baktım, bugün dışımızdaki çevrelerin el üstünde tuttuğu kitablar; hatta Platon’un Devlet’i bile vardı... Fakat, etüdde bir şey yok; “yeni”, “meselenin ve yazarının ruhunu” verici bir şey yok... Bunu nasıl anlatacağız O’na... “Arkadaşımız o kadar kitabı okumuş, bir cehd göstermiş fakat kayda değer bir şey yok!”, diyelim dedim. Hakikaten de öyle, o arkadaş bir “medenî cesaret” gösterip bir şeyler yazıp yollamış, hemen “Yok kardeşim olmamış!” demektense, “Gayet iyi bir çaba göstermişsin, devam et, daha da derinleştir!”, demek daha uygun ve “insanî”... Tam o sırada gelmez mi!? Hoşbeş... Ve... Bize verdiği dosyayı alıp arkasındaki kitablara baktıktan sonra, “Böyle kitablar okuyup vakit kaybetmeyin!” demez mi?!

Baran Dergisi 748.Sayı