Hürriyetler ve bunun sınırı meselesi, çokça konuşulan-tartışılan ve herkesi yakından ilgilendiren bir mevzu. İnsan sosyal ve siyasî bir varlık ve varlığını hürriyetler alanında ifade ediyor. Tabii hemen bu ifadeyi, kamu hürriyetinin düzenlenmesi, ayrımı ve korunması mevzuu izliyor. Mufassal bir mevzu olan hürriyetin davet ettiği bir çok alan var. Biz, iki bölüme ayırdığımız bu çalışmada birinci bölümde gaye-vasıta ve “mutlak” mevzuu ile hürriyetin çeşitleri, korunması, kamu hürriyeti vesaire mevzularını inceleyeceğiz.

Gaye-Vasıta ve “Mutlak” Mevzuu
Öncelikle “hürriyet gaye midir, vasıta mıdır?” meselesini irdeleyelim. Nasıl yaşamalı, nasıl davranmalı?.. Hiçbir gayesi olmadığını iddia eden bile “gayesizlik gayesi” olarak bir gaye belirttiğine göre, hürriyet gaye değil, vasıtadır. Hürriyet vasıta olduğuna göre, gaye olan hak ve hakikate erilince dönüp tekrar hürriyetten bahsetmek, başıboşluktan başka bir netice vermez ve durum mücerred olarak da hürriyetin aleyhinedir. Âşık mâşukunu bulduktan sonra hürriyeti ne etsin?
Hürriyet bir vasıta olduğu ve bir toplum içinde yaşadığımıza göre hürriyetin sınırları ve hakikati nedir? Varoluş ferden yaşanan bir hakikat olduğuna göre herkesin hürriyeti kendine. Hakikat yolunda da öyle, keyfilik yolunda da öyle! Hürriyet herkese göre değişen bir mana taşıyor. Ferdî hayat ise ruhî hayatta. Hayatın hakikati ruhî hayatta olduğuna göre kendi hürriyetimizi izleyeceğimiz “hakikatin hakikati kimde?” suali kaçınılmaz olarak karşımıza çıkar. Kendi hakikatimizi de izlediğimiz ve tâbi olacağımız ölçüler manzumesi, ahlâkî ölçüler zarureti. İnsan olma ve müşterek yaşamanın gereği!..
Her şeyden önce hepimizin hayatında “Mutlak” olarak alınan bir fikir oluyor, bir kabul oluyor. Mutlak olarak kabulü şart olan bir fikrin/tasavvurun ahlâkîleşmesi, ancak hürriyet zemininde mümkün olabilir. Hürriyetin olmadığı yerde ahlâk değil, içgüdü, aksiyon değil otomasyon hâkimdir. Bu anlamda insanın en temel hususiyeti hürriyet mefhumunda tezahür ediyor. Diğer taraftan hürriyet, bilgilenme ile paralel olarak sorumluluk ve zorunluluk halini alıyor. Aslında hürriyet-bilgi-zorunluluk  üçlüsü, tabii seyri içinde mutlak ve peşin bir fikrin gerekliliği bahsinin önüne getiriyor bizleri. Her ferdin bir iç tecrübe olarak yaşadığı, kendi içinden ve içine yansıdığı kadarıyla dışından gelen bir zorunluluklar sarmalıyla kuşatıldığı çok açık bir hakikattir. İnancının mahiyeti ne olursa olsun, bu zorunluluklar içinde ferd, istikametini bulabilmek için bir mutlaka muhtaçtır; mutlak, akıl için bir sabit, bir çıpa vazifesi görür. Bazen bu mutlak çok suflî (mesela çocuklarının istikbali) olabilirken, bazen de en ulvî yani Allah olabilir. Ancak, her insanda mevcut bulunan ve şuur seviyesine nazaran az ya da çok görünür olan bu mutlaklardan doğru olmayanları, kendisinin ve kâinatın varlığını izahta yetersiz kalacaklarından, sürekli başka mutlaklara inkılap etmekte, daima dönüşmektedirler. Haddizatında mutlak olduğu iddia edilenlerin bu daimi dönüşümü bile beşerî varlığın devamı için değişmez ve dönüşmez bir gerçek mutlakın zorunluluğunu ihtar etmektedir. İşte hürriyet, insanın bu mutlakı bulma çabasının mekânı veya vasıtası olmak durumundadır. Kısacası insanda hürriyet, ruhî sezgi ve aklî muhakeme ile mutlak doğruyu bulup ona yapışmanın, tüm hayata tatbik etmenin aracı olmaktan başka bir şey değildir. Onun için İbda Fikriyatı’nın temel ilkelerinden birisi olarak “hürriyet, hakikate esarettir.” denmiştir. Bu, aslında her ferdin bir iç tecrübe halinde yaşadığı, ama şuuruna çoğunlukla varamadığı bir gerçektir.
Müslüman olarak bir tek bizim “Mutlak”ımız konuşuyor; Allah’ın kitabı ve Allah Resûlü’nün tatbikatı… Müslüman olarak bir tek biz varoluşumuzu izah edebiliyoruz. Geri kalan tüm inanış ve görüşler –buna Müslümanlık iddiasındaki (reformistler, şiiler, vs.) sapık kollar da dahildir- var oluşu ve onun beşerdeki tecellilerini (inanç, hürriyet, ahlâk, akıl, ruhîlik, vs.) izahtan uzaktırlar. Hürriyet alanımız “hakikate esaret” olarak gerçekliğini buluyor. Ferdî hürriyetimizi “Mutlak Hakikat”te izleyebildiğimiz kadar hür oluyoruz…
Hürriyetler alanını belirleyen dünya görüşüdür. Zıt dünya görüşlerinin çatışması ise kaçınılmazdır; birbirlerine iradelerini dayatmaları son derece tabiidir. Mühim olan kimin kime yer göstereceğidir. Herkes kendi hürriyet görüşünün diğerine yer gösteren olmasını ister. “Mutlak” mevzuundan sonra tartışılacak husus, hangi rejim ve modelin hürriyetler alanını en iyi düzenlediği ve en iyi netice aldığıdır. Öyle ki dışındakiler bile ona gıpta etsin!

Hürriyetler ve Rejimler
Aynı temelden gelmelerine rağmen faşist, komünist ve kapitalist rejimler hürriyetler alanını farklı doldurmuşlardır, tabiî ki İslâmî rejim kendi anlayışınca farklı doldurmuştur. Faşist rejimler ferdin hakkını devlet adına iptal ederken, komünist rejimler ise ferdin hakkını tek parti veya proleterya adına iptal eder. Kapitalist rejimlerde ferd hürriyeti adı altında zengin ferdlerin sultasına yol açılmaktadır. İslâmî rejimde ise ne ferd sultası, ne toplum diktası vardır; cemiyet sermayedarlığı geçerlidir.
Oligarşiyi ve zenginler yönetimini eleştiren Platon şöyle bir benzetme yapar: “Bu bir gemide dümene kaptanın değil de, en zengin olanın geçmesinden farksızdır; işin ehli de olsa, yoksul dümene geçemeyecektir. Böyle bir gemi yürümez, tıpkı devlet gemisinin de yürümeyeceği gibi.” İşi ehline vermek söz konusu olduğu yerde hürriyetten dem vurulmaz. Doktorun karşısında hastanın, hocanın karşısında talebenin, komutanın karşısında askerin hürriyetinden bahsedilemeyeceği gibi…
Eşit oy hakkını Sokrat eleştirir, kura yoluyla yönetici seçmeyi de. Platon ve Aristo da demokrasiyi eleştirir. Platon, “eşit olmayanlarda eşitlik, eşitsizliğe yol açar” der. Aristo, özel eğitimli bir yönetici sınıfı (aristokrasi) önerir…
Demokrasiden kastedilen ne? Demokrasi bazen bir metod, bazen bir rejim adı olarak kullanılabiliyor. “Demokratik rejimler”den kastedilen kapitalist sistem oluyor. Demokrasinin putlaştırılması ise hepten yanlış; tılsımlı bir kavrama dönüşüp herkesin kendine göre yonttuğu bir “şey” halini alıyor. Bol keseden özgürlük alanı vadediyor fakat bunun gerçekliği yok. Esasen demokrasi bir rejimden ziyade bir metod ve gayeye giden bir yol olarak görülebilir. Demokrasinin “en iyinin ortaya çıkmasına dair vasat” olması açısından gaye ve vasıta rolü… Hürriyet bir vasıta ve demokrasi, ideal için bir gaye… İkisi iç içe…
Demokrasinin de çeşitleri olduğunu belirtelim: Temsilî, doğrudan (halk), liberal ve elit demokrasiler gibi…
Eşitlik mevzuu... Faşizm devleti, komünizm ise tek partiyi putlaştırır ve herkesi tek tip yaparken, kapitalizm ise herkese eşit oy adı altında en büyük eşitsizliklere ve gelir uçurumlarına yol açar. İslâm ise bilenle bilmeyeni, çalışanla çalışmayanı eşit tutmayıp, ehliyet ve erdemi ön plana alırken, sosyal dayanışma ile de gelir uçurumlarına kesinlikle müsaade etmez. Keza mülkiyet hakkında İslâm’ın görüşü hem emeğe, hem topluma en uygun olanıdır. Sermayede ve mülkiyette tedbircilik ilkesi, sermayenin urlaşmasına mâni olur.
İslâm’ın “dinde zorlama yoktur” ölçüsü ve diğer dinlere gösterdiği tolerans malumdur. Batının demokrasi ihracı adına üçüncü dünya ülkelerinin dil, düşünce ve kavramlarını bozduğu, sömürgeleştirdiği de malumdur. Savaşmayanlara dokunmayan ve kişinin meskenini kutsal bilen İslâm anlayışı karşısında Batı ve ABD’nin ve en son Rusya’nın sivil katliamları da malumdur. Evrensel değerler olarak Batı normunun ve ilminin tek doğru olarak sunulması da eğitim ve öğretim hürriyeti noktasından üzerinde durulması gereken bir husus...

Hürriyetler ve Korunması
Temel hürriyetler: Kişi, mesken, güvenlik, mülkiyet, eşitlik... İç hürriyetler: Fikir, din ve vicdan (ibadet), öğretim ve öğrenim… Siyasî, sosyal ve ekonomik hürriyetler: Toplanma, dernek kurma, basın ve haberleşme, çalışma ve sözleşme.
Hürriyetlerde I. ve II. kuşak haklar ayrımı. Temel hak ve özgürlüklere I. kuşak haklar denirken, sosyal, siyasî ve ekonomik haklara II. kuşak haklar denmektedir. Ve anayasalarda bütün özgürlükler düzenlenmekte, anayasal güvenceye alınmak istenmektedir. Fakat çoğu ülkelerdeki anayasaların ülkede uygulanan rejimle alakalarının kalmadığını ve anayasaların paravan rolü gördüğünü söyleyelim. Hak ve özgürlüklere saygılı anayasalar yapılıyor ama rejim başka türlü işliyor. Amerika özgürlüklerden dem vuruyor ama kendi içinde zenciler ve Kızılderililere, dışarıda ise tüm üçüncü, özellikle de Müslüman ülkelere yaptıkları ortada... Batının ikiyüzlülüğü ve Bosna’da yaptıkları onların anayasalarında yazmıyor.
Hürriyetlerin ancak kanunla düzenlenmesi… Temel hak ve hürriyetlerin sert çekirdeği ya da dokunulmaz haklar denen ve olağanüstü hallerde de korunan haklar… Yürütme organının keyfiliğine mâni olmak için anayasaların sınırlayıcı rolünü aşarak yürütme ile çatışmaya girmesi. Bizdeki Anayasa Mahkemesinin kendi uygulamalarını da inkâr ederek 367 kararı ile meclisi bay-pas etmesi. Haddizatında bir nizam yekpareliği olmadığı zaman ne kadar tedbir alırsan al, aldığın tedbir bile soruna dönüşebilmektedir. Günümüzde 40 yamalı bohçaya dönen anayasa ve yönetim şekline nazaran bizim sistem bütünlüğündeki modelimizin kıymeti apayrıdır.
Hak bildirileri ve bazı anayasal belgeler üzerinde duralım… 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi ve 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirisi… 1215 tarihli İngiltere kralı ile aristokrasinin yargılama, vergi vs. hususunda anlaşmaları, Magna Carta sözleşmesi, bizde ise 1808 tarihli II. Mahmud’un Âyana bazı haklar tanıması, Sened-i İttifak Anlaşması. Şu hususu vurgulayalım ki, bu bildiri ve belgeleri özgürlükler hususunda milad kabul etmek Batı bakışını yansıtır. Hâlbuki Allah Resûlü’nün getirdiği insan hak ve hürriyetleri, savaş hukukuna kadar kamu hukukunu çerçevelemesi, ardından adalet timsali Hz. Ömer’in özgürlükleri kurumsallaştırması, imparatorluk halinde her din, dil, ırk ve renkten insanı içinde adaletle barındıran bir sistem kurulması… Batıdaki Engizisyonlara yabancı İslâm tarihinde Fas’tan, Endonezya’ya kadar İslâm hukukunun hâkim olduğu her dönemde mal ve can emniyeti ve inanç hürriyetinin tam sağlandığı, hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı Dar’ül-İslâm ülkeleri, “Der Saadet-Saadet Kapısı” ismini almış İstanbul gibi şehirleriyle, devlet-birey ve özgürlük münasebetinin üstün örnekleri olmuştur. Temel hak ve hürriyetler hakkında koskoca fıkıh külliyatı oluşmuştur.

İç Hürriyetler
İç hürriyetler bahsine kamu hürriyeti bahsini de ilgilendiren, fakat ihmal edilen ve en temeli olan şu nokta ile girmek istiyoruz:
Beni benden koruyacak yasa nerede? Hürriyetler öyle düzenlenmeli ki kişiyi de kendinden, nefsinin kötülüklerinden korusun, ruhun özgürlüğü yolunda ilerlemesine yol açsın! Gerçek özgürlükten bahseden bir anlayış nefsin prangalarını da kırmak istemelidir ki kişiyi korusun ve yüceltsin. Özgürlük, insanın yükselmesine vasıta olduğunca kıymetlenmektedir.
İslâm, kişiyi kendine karşı da koruyan en ileri özgürlükler alanıdır. Ruhun binek taşı olarak görülen bedeni de kesinlikle ihmal etmez. İslâm hukuku kaynaklarında hürriyet şöyle geçmektedir: “Ne kendisine ne de başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini yapmaktır.”
Kapitalist sistemlerde birbirinin gözünü çıkarırcasına acımasız hür rekabet varken İslâm’da dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma teşvik edilmiştir. Batının insan tipi, çıkarını düşünen birey olarak “homo-economicus-ekonomik birey”dir. İnsanın ahlâkî ve sosyal yönünü ön plana çıkaran İslâm’ın ideal insan tipi ise “insan-ı kâmil-örnek insan”dır; Niçe’nin arayıp bulamadığı “üst insan-üstün insan.”
İnsan, kendinden aşkın/müteâl olana yolculuğunda özgürleşir. Aşkın/müteâl olan ufuktur; ulaşılamaz. Elbette aşkın olan Allah’tır; erişilemez. Kıymetli olan O’na varma çabasıdır. Allah’ı aşkın olarak benimsemediğinde, onun yerine başka aşkın varlıklar ikame eder insan; bu bir kadına aşk da olabilir, vatan ve dost sevgisi de olabilir. Aslı gözden kaçırmamak ve nisbeti muhafaza kaydıyla hepsi insanda müsbet tesir hâsıl eden bu mütealler, eğer kendi kendilerinden ibaret kalırlarsa putlaşır, donuklaşır ve nihayetinde insanı sükût-i hayale uğratırlar. İnsanın mütealleştirdiği her şeyde aradığı, insanın nefsini de Kendi Nefesinden üfleyen Allah’tır; bilse de bilmese de. Akış hep O’nadır. İnsanı sükût-i hayale uğratmayacak tek O’dur. “Mutlak”a erişmek, tasavvuf tabiriyle “fena fillah-beka billah” makamı. Yazımızın konusu bu değil ama Allah sevgisi ve Allah’a varmak özgürlüklerin zirvesidir ve bunun usulü de Resûl vasıtasıyla Allah’a varmaktır. Demek ki özgürleşme Allah ile Resûlü’nün bildirdiği, gösterdiği, öğrettikleridir. İnsan, Mutlak’ta fani oldukça akıl bağından da kurtulur, aşkın kanatları ile bütün kısıtlamalardan âzâde olarak gerçek hürriyet alanına girer. Aklın yetmediği ileri aşamadır bu.
Dıştan gelen baskıları hemen hissediyor ve fırsat buldukça hemen protesto ediyoruz. Ya içten gelen kötülükler ne olmalı? “Hürriyet, hürriyet” deniyor ve genelde nefs hürriyeti empoze ediliyor, bu ise ruh ve vicdan hürriyetinin baskılanmasına yol açıyor. Batı tarzı sistemle ortam nefs hürriyetine açık, din ve vicdan hürriyetine kapalıdır. Hem bu ortamı teşvik edip hem de “isteyen dinini yaşasın karışan mı var” propagandası yapılıyor. Halkın nefsanî tarafları hâkim olan modernist anlayışla ve reklamlarda maden gibi işletilirken Müslümanlara da bu olumsuzlukları kemâli edeple izlemek özgürlüğü veriliyor, cemiyete aşılayıcı olmamak şartıyla ibadet hürriyeti tanınıyor. Üstad kısaca diyor: “Zulme esaretle nefse esaret aynı belâ”…
Nefse esaret yollarının kapanması teklifleri tepki ile karşılanıyor. Modern-çağdaş-muhafazakâr-laik vs. ne idüğü belirsiz kavramlarla hak ve hakikatin önüne set çekiliyor. Halkın yayılması ve istismarı kolay olan nefsanî talepleri köpürtülüyor, köpürtülüyor. Menfiliklerin adı da “hürriyetler alanı” oluyor. Aslında en büyük zulüm nefse esaret ve bunun devletçe sistemleştirilmesi ve kişinin hakiki hürriyet alanından mahrum bırakılması. Gençliğin böyle olumsuz ortamda yeşermesi, eğitimin de faydacı anlayışta olması… Bataklığın devamlı sivrisinek üretmesi kaçınılmazdır. Kötülükler bu mevzuun ihmalinden neşet etmektedir. Fikir, din ve vicdan (ibadet), öğrenim ve öğretim hürriyetleri uygun şartlarda yeşerebilir ancak.
İç özgürlük olmayınca dış özgürlüğün kıymeti yoktur. Vicdanını yitirmiş insanın dış özgürlüğünün ne kıymeti olabilir ki? İnsan kâinatı zapt ve teshire memur... Allah ona bu kadar geniş özgürlük alanı tanımış ve “İnsan benim en büyük sırrım, ben insanın en büyük sırrıyım” buyurmuş. İnsan âlemin küçük nüshasıdır. İşte her bir ferdin bu özgürlüğünü bulabileceği ve kâinatı fethe çıkacağı sistem İslâm’dadır. Erkek-kadın ilişkilerinde bile bu görülür. Üstad’ın “kadında kâinat muhasebesini hülasalandıran erkek” tesbitinde olduğu üzere kadın buna vasıta olmak kıymetinde, ulvîliğe erdirici olur. Demek ki insanın bünyesinde örtülü olan ulvî istekler açığa çıkarılırken, özgürlüklere mâni olan süflî isteklere sed çekilir. İnsanın özgürlük ve başarı alanı “kendini bilen Rabbini bildi” ölçüsünce budur. Ruh-nefs zıtlığı içindeki insanın iyiliği gerçekleştirmesi, kötülüklere karşı feth ve cihad vazifesini yerine getirmesidir.
İslâm’ın sonsuzluğa açık kâinat görüşü, ezel ve ebedi birleştiren insanda tecelli edince öyle muazzam hürriyet alanı doğar ki, gönlün yol vermesiyle akıl da sonsuzca at koşturur, maddenin de içine nüfuz edici ve ötelere varıcı derinlik vücut bulur. Üstad’ın benzetmesiyle, Frenklerin “sajes” dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmış gerçek ve derin mümindeki hürriyet başka kimsede olamaz. Varlık şuurunun bütün şubelerini idrak etmiş sahici insan örneği…
“Başkasının hürriyetinin başladığı yerde, benim hürriyetim biter!” şeklindeki içi boş hürriyetten bahsetmiyoruz. İnsanın gerçek hürriyet alanı onun oluş, erdem ve ahlâkına uygun olan yolda yürümesinden bahsediyoruz. Maymun gibi birbirinin hürriyet alanını gözleyerek yaşamaktan bahsetmiyoruz.
İşin aslının fizikî hürriyet değil, ruh hürriyeti olduğunu Üstad veciz bir şekilde ifade eder: “‘Hürüm!’ demeye zorlanan bir ferd hür olabilir mi? ‘Esirim’ diye haykırabilen bir insan sahte hürden daha hür değil midir?”

Ferd ve Toplum Hürriyetinde Denge
Bizim önerdiğimiz modelde, “herkese bol bol özgürlük ve eşitlik dağıtacağız!” kuru propagandasına yer yoktur. Ferd hürriyetini korurken toplumu da gözeten en adil, en demokrat, en ilerici model hangisi onu inceliyoruz. Her sahada olduğu gibi özgürlükler alanında da son derece açığız. İslâm’ın toplumun hakkını gözetirken ve bu açıdan bazı sınırlamalar getirirken, ferdin kendi içine doğru nihayetsiz özgürlüğüne yol açtığının tekrardan belirtelim. Ferd için esas olan da budur. Maddî hazların sınırlarına karşın sınırsız deneyimler, heyecanlar, aşk ve vecd…
Adalet eşyayı yerli yerine koymaktır. Tabiatına uygunluk. Özgürlük alanında dikkat edilecek husus. Bunun için eşyanın hakikatini ve insanın yaratılış gayesini bilmek zorundayız. Bir hayvanın bile tabiatına uygun ortamda yaşamasından bahsediyoruz, doğal ortamları korumaya çalışıyoruz. Peki insanın tabiatı nedir ve nasıl bir ortam temin edilmelidir ki, hürriyetler alanına özgürce girebilsin ve tadına vararak erebilsin-yaşayabilsin?
 “Hürriyet Üstüne” isimli meşhur eserin sahibi fakat sistem getiremeyen J. Stuart Mill, düşünce ve tartışma hürriyeti üzerinde durarak, tüm insanlık bir araya gelse bile onların tek bir kişiyi susturma hakkına sahip olmadığını savunur, “tek bir kişinin hakikat iddiası bile dinlenmeye ve özgürce ifade edilmeye değerdir” der. Faydacılık ekolünden olmasına rağmen haz anlayışına eleştiriler getirir ve demokrasileri “çoğunluk diktatoryası” diyerek ve eşit oy uygulaması açılarından eleştirir. Ama yine faydacılık ve demokrasi içinde kalır. Şu söz de ona ait: “Doyuma ulaşmış bir budaladan ise doyuma ulaşmamış bir Sokrat daha makbuldür.” J. Stuart Mill’in çelişkisi ise genelde Batı’nın kendinden olmayanlara karşı sakat bakışını yansıtan şu ifadededir: “Medenî olmayanları medenileştirmek için istibdat meşrudur.” Liberal bir noktadan başlayıp neredeyse totaliter bir devlet düzenine ulaşan Rousseau’da da çelişkiler görülür. Haddizatında en özgürlükçüler bile yeri geldikçe müdahaleci olmaktadır. Bu “yeri geldikçe”nin tayini önemlidir. Mutlak hürriyeti kimse savunamaz ama, “sınırlamanın yeri neresidir, sınırları kim ve neden çizmektedir, meşruiyeti nedir?” soruları tezatsız bir bütün içinde açıklanmalıdır. Yine Mutlak Fikrin gerekliliği bahsine geliyoruz…
Bizim modelimizde ferd ve toplum arasındaki denge, birinin hakkını öbürüne yedirmeden, toplumun ifsadının ferdlerin ifsadına yol açtığını da bilerek ve ona göre düzenlemeler yaparak ferdlerin ahlâkî gelişimini önceler. İçeride vicdanlara yönelirken dışarıda kötülükler kelepçelenir.
Bütün sistemler elekten geçirilsin! İslâm’ın derinliğine insana ve genişliğine topluma verdiği özgürlük anlayışına ulaşılamadığı, ferd hakkına saygılı toplum nizamına emsal olunamadığı görülecektir. Başyücelik Devlet modelimiz, bu anlayış temelinde yükselerek çağımızın ihtiyaçlarına cevap veren bir sistemdir. İBDA’nın kelime manalarında da görüldüğü üzere, sorulan sorulara verilen güzel cevaptır.

Hürriyet ve Otorite
Bütün mesele hürriyet ile otorite arasında dengededir. Ferdin hakkını gözeten cemiyet nizamı tesis etmededir. Üstad’ın zıtları ahenk içinde birleştirdiği kavramlar olarak “nizamlı hürriyet” ile “hür disiplin” ifadeleri maksadımızı açıklar. Bir eli demokratik nizamda ve bir eli otoriter düzende olmaya Fransa’dan De Gaulle misal verilebilir. Kıvam sanatkârlığı. Bizim modelimizde Yüceler Kurultayı’nın seçtiği Başyüce öyle bir mihrak şahsiyettir ki, şekillere de hakkını verendir, şekil üstü hak ve hakikat temsilcisidir. Gerektiğinde zıtları birleştirip yeni bir terkibe kavuşturma özelliği olandır.
Faşizm, demokrasi ve sosyalizm hürriyet ile otorite arasındaki denge sorununu çözebilmişler mi? Faşizmin insanın en küçük hürriyetini inkâr eden kör diktatörlüğü malûm. Sosyalizmin ise partinin istediği tek tip anlayış ile hürriyeti sınırlandırdığı ve insan tabiatına aykırılığı malûm. Demokrasi ise, hürriyeti yok etme hürriyetini tanımadığı anda kendi iddiasını yitirmektedir ve sistemini korumak için hileli yollara başvurmaktadır. İslâmî rejim ise, insanın ruh hürriyetini açan nefs hürriyetini kısan tavrına karşı, ferdin ve toplumun hakkını en iyi veren kıvam sırrına hâvidir. Mutlak özgürlükten bahsedilemeyeceği, sınırlamasız sosyal düzen olamayacağı ve esasında demokrasilerin de buna başvurduklarını göz önüne aldığımızda, esas meselenin özgürlük sınırlarının neye istinaden çizileceğidir. Kuru kuruya ve göz boyama kabilinden insan hak ve özgürlükleri demeyi bir kenara bırakıp, bu hak ve özgürlüklerin de kendine nisbetle hakiki ölçülerine kavuşacağı, kâr değil fazilet merkezli yeni bir dünya düzenini konuşmanın vakti gelmiştir.

Baran Dergisi 475. Sayı