Usûl

Çizdiğimiz manzara, mutlaka bir inkılâp beklediğimizi şimşekvâri bir bedahet ölçüsüyle resmeder.

Var olma cehdini kaybetmemiş bir millet için günümüzün şartları karşısında bir inkılâp zarureti mutlaktır ve bunun aksi yokluktur.

Bu inkılâp, (statik) ve parça parça düzeltme gayretlerinin, hep aynı gidiş içinde küçük ıslâhçılık teşebbüslerinin işi değildir. (Dinamik) sıfatını en hareketli ve şiddetli mânada canlandırıcı bir doğruluş, davranış, şahlanış dâvasıdır bu...

Bütün yolları, sokakları, meydanları, kapıları bir hamlede tutacak ve eski ruhî (trafik) nizamını darmadağın edip yenisini getirecek ve yerine perçinleyecek bir doğruluş, davranış, şahlanış...

Öyleyse bu hareket, "ihtilâl - inkılâp" tâbirine lâyıktır.

Fakat sadece ruhlarda ve düşünce çevresinde bir ihtilâl - inkılâp...

Bu ihtilâl - inkılâbın âletleri, söz ve kalem...

Bu ihtilâl - inkılâbın plânı, göz ve kulak yollarından kafataslarına girmek ve beyin zarları altına zerketmek...

Bu ihtilâl - inkılâbın şartı, dâvayı, kanun hakkıyla en sıcak zeveban ve en ileri heyecan noktasına ulaştırmak...

Bu ihtilâl - inkılâbın kadrosu mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik, dayanak sınıfı da, Şehadet getiren herkes..

Bu ihtilâl - inkılâbın mekânı, bütün büyük şehir ve kasabalariyle Türkiye; zamanı da, güneşin ufka bir mızrak boyu yaklaşması ve artık son vâdeyi ihtar etmesi gibi, şu ân, ölü dakika...

Son devrenin başlarında bizim dâvamız mahküm hayatı yaşarken, hâdiseler, asıl mahkümların neler olduğunu gösterdiğine göre, şimdi durumdan faydalanmak cansız mankenlerin tuttuğu mâna siperlerini düşürmek ve Türk Anayasasının kefaleti altındaki fikir hürriyetiyle, beklediğimiz ihtilâl - inkılâbı körüklemek de bize ve sıfatlandırdığımız gençliğe düşen borç..

Ülkemizde Anayasayla müeyyideli fikir hürriyeti diye bir şey varsa ve eğer kanunlara doğru söyletiliyorsa, müspet ve menfî her iki haliyle biz vaziyetin ispatçısı olacağız ve her iki haldede şeref ve hizmetimiz büyük olacaktır.

İşte avaz avaz haykırıyoruz ki, yüz küsur yıllık yanlış inanışlar bakımından ruhlardaki takma dişleri söküp, onların madenî baskıları altında ezilen hakikî ve bünyevî dişleri belirtme ve geliştirme gayesinden ibaret dâvamız, metod olarak sâf fikirden başka vasıta ve âlet tanımıyor. Böyle olunca, fikirlerimiz ne kadar dokunaklı, yakıcı olursa olsun, kendimizi kanun namusunun kefaleti altında görüyor ve bu güven duygusundan sonra başımıza hangi inkisar ve ıstırap gelirse gelsin, onu hiçe sayacağımızı, o zaman da, belirteceğimiz misâldeki ibret payı noktasından en büyük hizmeti yerine getirmiş olacağımızı, hak ve millet huzurunda ilân ediyoruz.

Mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik ve Şehadet getiren herkes!... Senin için belirme günü, (antitez) ler cephesinin kendi kendisine tökezlediği ve yıkıldığı bu demden başkası olamaz! Fikir meydanı ve atalarının ruhu seni çağırıyor. Elinde kanun bayrağı, ruh kalesini fethet!..

Esas

Bize bütün bir cihan imparatorluğu kazandırmış olan mânevî temelimiz ve ahlâk kökümüzün çeyrek, yarım, tam ve birbuçuk asır boyunca sistemli yıpratılışı karşısında ne hale geldiğimizi bugün entariler düşmüşçesine ayanbeyan görüyor ve her felâketin yalnız o yüzden doğduğunu artık lâboratuar tecrübesi kesinliği içinde kavrıyorsak, beklediğimiz inkılâbın esası elimizde demektir. O halde ana şahsiyet ve asliyet kutbumuza en doğru anlayışla sarılmanın zaruretini teslim etmek ve ettirmek, buna göre de muazzam bir fikir (aksiyon) una yol açmak ve açtırmak... İşte beklediğimiz inkılâbın esası!.. Tek kelime: Su katılmamış ve suyu çekilmemiş tam hakikatiyle İSLÂM...

Omuzlarımız üstünde baş ve kaburga kemiklerimiz altında kalb diye taşıdığımız pıhtı torbalarını bir bıçakta kesip atacak ve bütün hayatî uzuvlarımızı, iş ve yerlerine kavuşturacak bir ideale ihtiyacımız, acele kan bekleyen ağır yaralınınkinden daha büyük müdür, değil midir? Bu ihtiyacı, inanmamaya inananlardan gayri herkes, neye inanırsa inansın, hemen doğrular.

Halbuki kan, ağır yaralının iple boğulmuş ve (kangren) olmaya bırakılmış bir uzvundadır ve tükenmek bilmez bir depo kıymetindedir. Bu ideal olanca zaman ve mekânı, olanca hedef ve istikametiyle kuşatmak ve her şeye onun öz hakikat ve saadetini bağışlamak kefaleti altında, evet, İslâmiyettir. Beklediğimiz inkılâbın esas üstü esası da, evet, İslâmiyetin gerçek anlamı...

Ruhlarımızdaki asırlık felç tesirini, kör gözleri açan İsâ Peygamberin elindeki ihyâkâr kudretle silip süpürme ve inmeliyi bir kavrayışta ayağa kaldırma dâvası ve onun bağlı olduğu esas...

Sadece maddede ve nazariyede, pazarlıklı bir istiklâl karşılığı, mânâda ve ameliyede düşürüldüğümüz esaret faciasını sona erdirme; ve rejimleri, kanunları, mefhumları, âdetleri, âletleri, zevkleri bilhassa herbirinin şifalı cevheri kendisinde ve olta yemi zehirli posası bizde, türlü formülleriyle, Batı üstünlüğü ukdesini içimizden söküp çıkarma dâvası ve esası...

Dışımızdaki emperyalistlerin, içimizdeki taklitçi ajanları vasıtasiyle, Batılılaşma bayrağı altında bizi mahküm ettikleri tam mânevî sömürge durumunu her sâhâda anlama ve onlara paydos diyebilme dâvası ve esası...

Bütün bunlara karşılık, insanoğlunun Doğuda ve Batıda, güneyde ve kuzeyde her türlü çile ve tecrübesini en ince eleklerden süzüp hakikatlerini nefsimize mal etme, öz mayamızda eritme, öz hamurumuza sindirme dâvası ve esası...

İşte bu dâvanın fikriyatı, rühiyatı, içtimaiyatı, iktisadiyâtı, bediiyâtı etrafındaki esaslar...

İşte bu dâvanın prensibi, sistemi, metodu, kadrosu, iç ölçüsü etrafındaki esaslar...

İşte bu dâvanın aşkı, vecdi, ahlâkı, heyecanı, fedakârlığı etrafındaki esaslar... İşte bu dâvanın zıt kutuplara karşı nefreti, asabiyeti, hareketi etrafındaki esaslar... Bütün bunların toplamı, dünün, daha ziyade bugünün içleri boş konserve kutularına benzer marka müslümanlarına karşılık, şimdi nasıl bir insan, gençlik ve cemiyet vâhidini çekirdekleştirmeye çalıştığımızı gösterir ki, zaten onu beklemekle, özlediğimiz inkılâbı kollamak arasında fark yoktur.

Hedef

Fikirde ana taarruz hedefimiz, belli başlı bir ruh ve zihin hâleti arzeden, gözle görünür ve elle tutulur, meydan yerine hâkim bir sınıf... Yayın, ilim, sanat, iş ve nüfuz merkezleri, ellerinde...

Bunlar, hangi meslekten olurlarsa olsunlar, un helvaları gibi hep aynı kaşıktan, aynı (damping) tezgâhından çıkma tipler... Meslekleri ve içtimâî, ferdî, iktisadî, idarî, ancak bu helvaların tabaklara dizildiği lokanta farklarını belirtir ve kendilerini ayrıca sınıflandırmaya yer bırakmaz.

Bunları en muhkem sınır çizgileri içine alacak (faktör), sadece ruhîdir. Ha gazeteci olmuşlar, ha profesür, ha milletvekili, ha iş adamı, ha memur, ha müdür; meslekî ayırım yönünden değil de, ruhî yönden birdir, birliktir bu tipler...

Bunlar, kurbağanın değişme devreleri şeklinde, Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bugüne, üç çığır içinde yetkinliklerini tamamlamış ve şimdi azmanlaşmış, sun’î ilkah mahsulü, ulvî oluş gayesi gütmez ve eser çilesi çekmez, aşksız ve madde üstü iştiyaksız, yalnız zehirlemeye memur haşereler... Bunlar, asırlık Avrupacılık ve Avrupalılık yeltenişinin havası içinde hemencecik devşirilmiş ve kolayca yontulmuş hazır elbise mankenleri..

Bir çobanda bilgisizliğin bile samimîlik, tabiîlik içinde asîl durmasına karşılık, bunlar, bilhassa mahrum oldukları şeylerin sahibi görünmeye bayılırlar. Bilgiçlik edâsı içinde koyu cahil, kötülüğe karşı tiksinti tavrı altında nâmütenahî ahlâksız... Ve akıl taslarken aptal, öldürürken korkak...

Bütün faziletleri, evlerinin, kalblerinin, ellerinin, aile kadrolarının her türlü rezalet ve şenaat yatağı olması yanında, bankalara karşı protesto namusundan ibaret; bütün bilgileri de, ister Doğu, ister Batı adına, işporta malı çıkartma kâğıdı şekillerinden ve niyet kuşlarının çektiği pusulacıklar çapında âdi tekerlemelerden...

Gayemize baş engel ve davranışımıza ana hedef teşkil eden ve bu sebeple inceden inceye bilinmesi gereken bu sınıfın, protoplâzma mevkiindeki mücerret örneğine, lâyık olduğu isim, eski bir muharrir tarafından verilmiştir: "Devrimbaz!" ... Ama biz, meseleleri, "Devrimbaz" uslübiyle teker kelimelik klişelere hapsetmek mizacında olmadığımız için, devrimbaz kartvizitinin altına, iki satırlık bir izah cümlesi daha ekliyoruz:

DEVRİMBAZ: Mânevî Batı sömürgeciliğinin iç ajanı ve Türk ruh kökünün (DDT) yle kurutucusu.

Halbuki o, kendisini, nurlu Batı! uygarlığının şanlı bayraktarı ve Türk ruhunun eski pisliklerden temizleyicisi diye takdim eder.

Görülüyor ki, her şey, "kurutucu" mefhumiyle "kurtarıcı" anlamı arasındaki farktan ve bu iki sıfatın yakışığını bulmaktan ibaret kalıyor. Ne hazin!...

Komünistler, kozmopolitler, yahudiler, dönmeler, masonlar ve daha nice nikap altındaki İslâm düşmanları, arka mevzilerden mâhut sınıfın iaşe ve cephane ikmalini yerine getirmekte, onu kukla gibi oynatmaktadır.

Vasıta

Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuriyle el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.

Ruh yetkinliğinden belli başlı bir kıvam belirten bu iç destekler, bilhassa yılgınlığı, düşüklüğü, küçüklük ukdesini, nefs güvensizliğini, mızmızlığı, hareketsizliği, dünya ve eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizliği kendi menfî kutupları saymak ve şiddetle mahküm etmek borcu altındadır.

İç desteklerin müspet unsurları şunlardır: "Nâr-ı beyzâ" halinde bir vecd ve aşk mizacı, sultânî bir nizam ve disiplin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir seciye, sabrından zerre kaptırmaz sebat bünyesi, şecaat, fedakârlık, atılganlık, derinlik, gerçeklik melekeleri; ve bunlarla bir arada, kâinattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün bir dünya muhasebesine sahiplik şiarı... Hayatı bütün dallariyle kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir (estetik - güzellik sanatı), dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir (diyalektik - metodlu düşünme ve ifadelendirme sanatı), başıboşları mıknatısların demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek bir (retorik - örgüleştirme sanatı), silâhların tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir (taktik - tâbiye sanatı). Bu kıymetler bu dâvayı güdenlerce, başlarına geçirmek zorunda oldukları vasıfların tâcından birer elmas taş...

Tek tek içimizi ve kitle halinde müdîrler kadromuzu, nefsimize yarım saat uyku ve bir dilim ekmek fazlasını bile haram edercesine, her türlü şahsîlikten uzak ve yalnız içtimaîliğe bağlı, müthiş bir (aksiyon) ruhu etrafında tamamladıktan sonra, dış vasıtalar...

Dış vasıtaların başında, bütün şubeleriyle güzel sanatlar (bilhassa edebiyat, tiyatro, sinema), yayın yolları (gazete, mecmua, kitap), telkin kürsüleri (konferans, vaaz, sohbet), kültür teşekkülleri (her köşede bir kulüp) ve İslâm sermayesine yön ve hareket verici mihraklar..

Güzel sanatlarda, kadro ifadesiyle mevcut değiliz. Zaten Tanzimattan beri güzel sanatlar, ana kaynağını kaybetmiştir. Bugün esasen mevcut olmayan ve yangın yerine dönmüş bulunan edebiyat âsasında, en aşağı örnekleriyle de olsa, solcular ve başıboşlar dolaşmakta... Biz yokuz! Büyük Doğu ideolocyasının örücüsü, bir zamanlar, şimdi küfür edebiyatını idare eden bir şahıs tarafından "tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!" diye anıldığı ve hiçbir zaman ve mekânda sanatkâr olarak inkâr edilmediği halde, gerçek çehresi belli olur olmaz, kendisine bütün sanat müesseseleri ve kayıtları (tiyatro, antoloji, okuma kitabı) kapılarını kapamış, o da 40 yıllık çilesi içinde, özlediği İslâmî duygu plânına bağlı gençlik kolunu sanatta bir türlü yetiştirememiştir. Her halde kabahat, cemiyeti bu hale getirenlerle, bu hâle gelip farkında olmayanlarda...

Güzel sanatlar sahasına, bilhassa şiir, roman tiyatro, el atmak ve buna ehliyet kazanıncaya kadar şişmanların zayıflama idmanı yapmaları gibi, kan-ter içinde çalışmak borcundayız.

Yayın vasıtaları, başta günlük gazete bulunmak üzere, kuruluşundan beri, köksüzlük ve kozmopolitlik güdümünün kuklası olarak millî ruha aykırı bir hizip elinde kalmış ve bu hizbin içinde, hiçbir zaman ve mekânda, sâf ve hakikî Anadolu çocukları yer alamamıştır. Artık gazeteciliğin koca bir işletme haline gelmesi ve ruhî kıstas yanında bir de iktisadî (faktör) belirtmesi bakımından tamamiyle İslâmî sermayeye ait olan bu suç, gaflet ve zillet derecemizin gönderlere çekilmeye lâyık belgesidir.

Eğer son 10 yıldaki, lâfta mukaddesatçı, hakikatte sözü ve fikri nâmevcut 4 - 5 gazetenin hazin tecrübesi öne atılacak olursa, deriz ki, bu da bizim ehliyetleri tâyinde, dâvayı tespitte ve ne ve nasıl olmak gerektiğini teşhiste düştüğümüz aczin ifadesinden başka bir şey olmamış ve dâva bu yüzden kalkınma yerine harcanma yoluna itilmiştir. Yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin, kendilerini baba horoz farzetmeye yeltendiği ve kendilerine tecelli imkânı bulduğu şuursuz bir vasatta başka türlü olamazdı.

Telkin kürsüleri, yönünden karşı taraf, İstanbul’un bütün ampulleri kuvvetinde bir lâmba yakıyorsa, biz bir kibrit bile çakamıyoruz. Konferanslarımız mahrem ve kaçamak, vaazlarımız köhne ve gafil, sohbetlerimiz de bezgin ve mahçuptur.

Almanların eski cep kuruazörleri gibi, her sınıfın kuvvetini toplaması, ilmî, fikrî, siyasî, iktisadî, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılması ve Anadolu’nun 10.000 nüfus üstü bütün kasabalarına dağıtılması gereken kültür teşekküllerimizden ne haber?

Gelelim İslâmî sermayeye: Müslümanlığın her türlü içtimaî tezahür hakkını kaybedip ancak fert fert gönül mahzenlerine tıkalı olmasına ve namaz saflarının bile birbirinden kesik ve kopuk fertlerin toplam kabul etmez yekün çizgisi haline getirilmiş bulunulmasına uygun olarak, unsurları arasında her türlü birlikten mahrum, gayesiz plânsız, (risk) siz, kullara karşı korkak ve Allaha karşı kaygısız, sermayenin resmî ibadetini belki de, onun ruhunu ve sarf yerini bilmez bir gizli çıkın... Bu, cihad farzına yabancı, ödlek sermayeye yön ve hareket aşılayıcı mihrakları, yine aynı sermaye bağlılarının halisleri arasında bulup onları her ân kamçılamak, beklediğimiz inkılâbın ilk maddesidir. Böyleleri de vardır.

Bütün bu iç ve dış vasıtalar harekete geçirildikten ve her şey ruh ve fikir plânını köpürtmekten ibaret bırakıldıktan sonra, bir balkona çıkıp, güneşi beklercesine neticeyi kollamaktan gayri iş kalmaz.

Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü