Salih Mirzabeyoğlu (1950-2018), İslâm’a Muhatap Anlayış Davası’nı yaşatan ve yaşayan mimarı. Fikirde, sanatta, edebiyat ve diğer ilim şubelerinde her şeyi yerli yerine oturtma gayretinde olan hakikat avcısı, inkılâb savaşçısı. Zarafet ve asalet sembolü. Tecrid ve terkipte olağanüstü bir istidat. Bütün bunlar O’nu anlatmaya yeterli değil. Kaldı ki, O’nu anlamak ve anlatmaya gayret etmek işin ehline mahsus. Bizimkisi dış yüzden gördüklerimiz ve sözüm ona anladıklarımız...

Mirzabeyoğlu “Ben Kimim?” sorusuna “‘ölüm nedir?’ diye sormakla birdir...” diyerek başlar ve ekler: “‘Ben’... Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadi-seler dizisinden ibaret!..

‘Ben kimim?’ ve ‘ölüm nedir?’ sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi... Hayat ve ölüm... Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul... Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!..”

(S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 1: Ufuk ile Hafiye, s.18-19)

Ölüm kaçınılmaz bir hakikat. Bütün insanlığın oturup tefekkür ettiği, anlamaya çalış-tığı malum meçhul. Sır idraki ve şiir idraki. Her ikisinde de birbirine bitişik mânâ, zevken idrake mahsus.

Mirzabeyoğlu’nun diyalektik anlayışında bu sır idraki ve şiirin özel bir yeri vardır. Hayatı birtakım “dır” ve “tır”larla sınırlamak istemez. Hatta benzer bir kaydı eşya ve hadiselerin yorumlanmasına da düşer. “Ölüm nedir?” sorusu da bu mânâda bir SIR İDRAKİ mevzuudur Mirzabeyoğlu için. Nitekim “Tilki Günlüğü” adlı eserinde anlattığı üzere daha hayatının ilk yıllarında ölümle tanışmıştır. İşin aslını Mirzabeyoğlu’nun kendi eserinden takip edelim:

“Doğum yerim Erzincan... Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada... Ben, son ânda mezardan dönen insanım!..

Birbuçuk-iki yaşımda imişim... Müthiş bir ishale yakalanıyorum... Başkalarının naza-rında ölüyorum...

Tıbbın veya halkın o günkü anlayışına göre, bugüne göre tam ters bir usul uygulanıyor ve ishali kesmek için sıvı hiçbir şey verilmiyor... O yaşta da zaten gıdanın ehemmiyetli cinsi bu soydan... Neticede eriyip bitiyorum... Öldü veya son demlerini yaşıyor diye, benim mezar yerim hazırlanıyor... Gelenler arasında, Alâattin Paşalar sülâlesinden Nevzat amca da var... Bir ara bakıyor ki, ben bebeğin dudağında belli belirsiz bir kı-pırtı... ‘Bu daha yaşıyor!’ diyor ve ekliyor:

– ‘Ekmek getirin, bari ölecekse tok ölsün!’

İhtimâl fırdalardan başlayan gıda alışım, kısa sürede gözümü açmamı sağlıyor ve tam yarım ekmek yiyorum… İshâlden değil de, açlıktan ölecekmişim!..

Yaşıyorum... Ruhumun şifasını, mânâda yedikçe acıkan bir açlık yolunda arayarak... ‘İşan’ buyurdukları ‘Onların’ ölmeden önce ölme sırrına can koymuş ve gerçek hayatın bu soydan ölüm olduğuna inanmış olarak!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.116-118)

Doğumu ve nesebi

9 Mayıs'ı 10 Mayıs'a bağlayan gece saat 00:22'de dünyaya geldi. Gün; Salı-Çarşamba... Saat: 00.22. Mekân; Erzincan. Salih İzzet isminin konuluşu 24 Mayıs 1950’de. Çocukluğundan beri kendisine yabancı gelen soyadı; Erdiş... “İzzet” ismi için “ne kadar güzel” der, ancak “Salih” isminin yeri bambaşka. Öyle ki hem asıl ismi hem de Üstad Necip Fazıl’ın kendisine liyâkat nişanı gibi biçtiği ismi; Salih...

Mirzabeyoğlu, Erdiş soyadına niçin yabancı durduğunu şöyle izah eder: “İsmim, Salih İzzet... Soya-dım, eğreti soyadım: Erdiş... İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim... Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka... Soysuz ve kelime-nin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu... Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur... Olur da, şu so-yadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelen-ler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..

Erdiş... Ne kadar yavan... Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?... Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım... Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un... Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..

İzzet, ne kadar güzel isim... Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 3: Ufuk ile Hafiye, s.333)

Babasının adı, Muhammed Şerif... Said-i Nursî Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezanın ardından kulağına bu ismin seslenilişi. İş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nüfus memuru bu ismin verilemeyeceğini söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor.

Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle Muhammed Şerif Bey; “muhatabını mevzuunda boğan çarpıcı buluş zekâsı, cedel tarzı ve yumruk tavrı. İlk gençliğimde ve karşılıklı duruşta, çocukluğumdan gelen bir birikimle adalelerimi patlatacak kadar şişiren... Ya öl, ya şu yüksekliğe zıpla ki, yaşa dercesine!”

“‘Kafakâğıdı’nda: “Muammer Şerif... Künyesi ‘Salih Bin Muhammed’ olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Şerif.” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.26)

Aylık Dergisi Salih Mirzabeyoğlu Özel Sayısı, Ağustos, 2018, s. 6-7.