Doğumu 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a bağlandığı saatler. Gün; Salı-Çarşamba... Saat: 00.22. Mekân; Erzincan. Salih İzzet isminin konuluşu 24 Mayıs 1950’de. Çocukluğundan beri kendisine yabancı gelen soyadı; Erdiş... “İzzet” ismi için “ne kadar güzel” der, ancak “Salih” isminin yeri bambaşka. Öyle ki hem asıl ismi hem de Üstad Necip Fazıl’ın kendisine liyâkat nişanı gibi biçtiği ismi; Salih...

Mirzabeyoğlu, Erdiş soyadına niçin yabancı durduğunu şöyle izah eder: “İsmim, Salih İzzet... Soyadım, eğreti soyadım: Erdiş... İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim... Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka... Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu... Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur... Olur da, şu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..

Erdiş... Ne kadar yavan... Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?... Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım... Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un... Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..

İzzet, ne kadar güzel isim... Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 3: Ufuk ile Hafiye, s.333)

Babası…

Babasının adı, Muhammed Şerif... Said-i Nursî Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezanın ardından kulağına bu ismin seslenilişi. İş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nüfus memuru bu ismin verilemeyeceğini söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor.

Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle Muhammed Şerif Bey; “muhatabını mevzuunda boğan çarpıcı buluş zekâsı, cedel tarzı ve yumruk tavrı. İlk gençliğimde ve karşılıklı duruşta, çocukluğumdan gelen bir birikimle adalelerimi patlatacak kadar şişiren... Ya öl, ya şu yüksekliğe zıpla ki, yaşa dercesine!”

“‘Kafakâğıdı’nda: “Muammer Şerif... Künyesi ‘Salih Bin Muhammed’ olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Şerif.” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.26)

Babaannesi, rahmetli Hanife Süphandağı... Rahmetli Babaannesinin annesi, Hazret-i Ebû Bekir soyundan... Babaannesinin süt annesi de -aynı zamanda babasının diğer eşi olur- Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi... Yani, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun babaannesinin dayısı oluyorlar...

Yıllar sonra Üstad Necip Fazıl’ın Mirzabeyoğlu’na hitaben; “Efendi Hazretlerini görsen iyi olurdu ama bir şey fark etmez; seni ben yetiştireceğim!” derken kastettiği Efendi Hazretleri, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri...

Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey ve onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu... Büyük sahâbî“Seyf-ül İslâm- İslâm’ın kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar uzanan bir şecere...

Musa Bey, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda bahsi geçen pek sevmediği biridir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde teşkil edilen “Heyet-i Temsiliye” isimli, 23 Nisan 1920’de Meclis açılana kadar hükümet mevkiinde bulunan kurulun 16 üyesinden birisi... Yani, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer ve söz sahibi olan zatlardan... Salih Mirzabeyoğlu’nun “Aydınlık Savaşçıları” isimli şiirinde;

Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız

birlik oldu birlikte savaştıklarımızla

-bedeli ihanet oldu kanımızın-

kara bir bulut gibi

kapkara düşünceyle

-kiralık düşünceleriyle-

“giydiler çıkardıkları çizmeleri”

emperyalistlerin.

demesi sıradan bir tanımlama değil, bilakis başta dedesi Musa Bey olmak üzere memleket kurtarıldıktan sonra düşman listesine alınıp katledilen, sürgün edilenlere atfendir...

Musa Bey, Abdülhamîd Han Hazretlerinin takdir ve güvenine de mazhar olmuş hayat hikâyesi destanlık çapta zât...

“‘Bey’, şimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle değil... Onlar, mirler!..”

Tarih: 25 Mart 1926. Musa Bey’in oğlu İzzet Bey, yeğeni ve bir adamı, “Kösor dağlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125 Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra” öldürülür, başları kesilir, Muş’a getirilir ve «Musa Bey’in kız kardeşi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir... Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır... Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”... Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”... Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!” Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der... Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..» (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.350)

Ninesi Gülnaz Hanım’ı böylece anlatan, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu...

Çocukluk ve delikanlılık yılları

Diyarbakır, Bursa ve Eskişehir illeri çocukluk ve delikanlılık dönemlerine mekân. Hem köklerinden gelen siyasi şartlar hem de içtimai mevzular, göçü andıran bu yer değiştirmelere sebeb... Nihaî yerleşim yeri olan İstanbul’a gelinceye kadar Eskişehir, en uzun kalınan yer. Ortaokul ve lise hayatının tamamı orada!

Mirzabeyoğlu’nun ilk hatırası üç-dört yaşlarına dair Diyarbakır’dan:

“Garip bir şey ama, hayatımın en diri hatıraları arasında Diyarbakır’ın esaslı bir yeri vardır; ve bir türlü inanamadığım bir şey varsa, benim o zaman o kadar küçük yaşta oluşum... Büyüklerin kendilerine nazaran iptidaî mahlûk gözüyle bakmalarının aksine, çocuk ayrı bir âlem ve varlık olmanın yanı sıra, demek ki o yaşlarda bile ne kadar keskin bir tesbit gözü, şahsiyet zevki ve acısı, arzu, emel, keder ve zafer esrarını yaşatıyor!..

Zaman zaman ‘merdane’ dedikleri silindir şeklinde büyük taşlar gezdirilerek toprağı sıkıştırılan, toprak damlı Diyarbakır evleri... İlk oturduğumuz evde, yağmur yağdığı zaman evin içine su damlardı... O zaman başlıca eşya olarak karyola ve üzerinde hem oturulup hem yatılan sedir, ıslanmayacak köşelere nakledilir, su akan yerlere de leğen konulurdu... Annemin bedbinliğine nisbetle, benim için keyifli bir macera!..

(S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.167)

Bir diğer hatırası Bursa’dan:

“4-5 yaşlarında iken, Bursa’da bir hatıram... Evin bulunduğu sokağın başında, üç yetişkin insanın elele tutuşarak kuşatabileceği genişlikte büyük bir çınar ağacı vardı... Üzerinde yüzlerce karga... Bir gün sokakta yürürken, tâ tepeden bana doğru bir karga süzülmesin mi?.. Bir ânda suratıma dalacak diye elimle yüzüme perde yaptım ve o, kafamın üstünden teğet geçip tekrar yükseldi gitti... Benim gibi bir masum yavrudan ne istedi acaba?.. Belki de pek masum bulmadı!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 6: Ufuk ile Hafiye, s.235)

Şahsiyetinin ana çizgilerinin piştiği ocak: Eskişehir

Mirzabeyoğlu, 5-6 yaşlarında iken ailesiyle beraber Eskişehir’e yerleşir. “İzzet, mahalleye eziyet!” tekerlemesinin kahramanı olsa da, tekerlemenin sahibi olan dede de dâhil, sevilen bir çocuktur.

Kendi ifadesiyle: “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır misâli, Eskişehir benim için madde ve mânâsını yaşadığım hadiseler boyunca ister istemez başvurulan, cinnete yakın uçlarda ruhî sancılarıma, fikir istidadıma ve aksiyon iptilâma mevzu olmuş bir mekân... Hususî saadetler... Ölesiye sadık arkadaşlık ve doyumsuz dostluklar... Öldüresiye nefretler... Dava, aşk ve heyecan... Kesiksiz murakabe ve sahici muhasebe cehdi... Hatırası bile yakıcı zamanlar!..

Şahsiyetimin ana çizgileri, Eskişehir’de pişmiştir!..” Kendisi için hususi bir yeri olan balık avcılığı da, Porsuk Çay’ı kenarında bu dönemlere denk gelir.

(S. Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 1: Ufuk ile Hafiye, s.94)