İyi de kötü de olsa bir nizam içinde yaşamaya alışmış fert ve toplumlar için düzen değişimleri her zaman korkutucu olmuştur. Tarihteki örneklerine bakıldığında görüleceği üzere, birçok düzen, varlık sebebi ortadan kalkmasına rağmen senelerce sırf insanlar o düzenin değişmesini kabul edemedikleri için, değişime hazır olmadıkları için yahut önlerine başka bir alternatif sunulmadığı için ayakta kalmayı sürdürebilmiştir. Ufku gözleyen fikir adamlarının, çöküş hadisesi gerçekleşip de yerine bir yenisinin kurulmasından seneler evvel işaret ettikleri yıkım da, onların, bir düzenin varlık sebebinin ortadan kalktığı yahut varlık sebebini yerine getiremediğini herkesten evvel görmüş olmalarıyla alâkalıdır. Yâni bu onların ileri görüşlülüğünden ziyade içinde bulundukları çağı kavramak noktasındaki muvaffakiyetlerindendir.

Günümüze dönecek olursak, çağın nabzını yakalayan fikir adamlarının bundan 30 sene evvel işaret ettiği, Amerikan hegemonyasının çöküşü nihayet artık herkes tarafından idrak edilebilecek derece bariz bir hâl almaya başlamıştır.

Bu kaskatı gerçekliği inkâr eden, Amerika’yı yenilmez addederek şuurlu yahut şuursuz bir şekilde onu zihninde ilâhlaştıranlar için tabiî bugünden ne söylense boş. Yalnız putlarının yıkıldığı güne hazırlık olması için yüksek dozlu müsekkinleri şimdiden stoklamaya başlasalar iyi ederler. Öyle ya, tanrıları yıkılacak, inananları da o putun altında kalacak!

Amerikan Hegemonyası

Hadiseye satıhtan yanaşmakta ısrar eden ve emniyet duygusunu muhafaza edebilmek için statükodan yana olanlar Amerika’nın global anlamdaki iktisadî, askerî ve siyasî üstünlüklerine bakarak ısrarla aksini iddia ediyor olsalar da, 1991 Körfez Savaşı ile beraber yaşanan kırılma, onu takib eden İkiz Kuleler saldırısı ile Afganistan ve Irak’taki başarısız işgâl girişimleri gibi hadiseler dizisi, bizim haklılığımın isbatı nev’indendir.

Peki, nasıl oluyor da iktisadî, askerî ve siyasî bakımdan bütün rakiplerinden üstün konumda olan bir ülkenin hegemonyası sarsılıyor, hâkimiyeti elinden kaçırıyor ve düzeni çöküyor.

Öyle sanıyoruz ki herkesin ittifak edeceği üzere Amerika için yükselişin dönüm noktası İkinci Dünya Savaşı olmuştur. Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nın kazananı olduğu gibi, savaş kendi toprakları üzerinde yaşanmadığı için Avrupa gibi alt ve üstyapısı çökmüş bir enkaza da dönüşmemiştir. Buna ilâveten Avrupa başta olmak üzere dünya çapında savaş sonrası yeniden imarda finans başta olmak üzere büyük bir rol üstlenmesini ve kullanmakta olduğu para birimi doları dünya çapında rezerv para birimine dönüştürmesini bilmiştir. Yâni İkinci Dünya Savaşı ile beraber askerî üstünlüğünü ortaya koymuştur. İktisadî anlamda Amerikan dolarının rezerv para hâline gelmesiyle beraber hâkimiyetini ilân etmiştir. Tüm bunlara ilâveten İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler başta olmak üzere “barışın korunması” ve “diplomatik münasebetlerin” sürdürülebilmesi adına ihdas edilen bütün müesseselerin kurucusu olarak siyasî üstünlüğünü de perçinlemiştir. Elde ettiği tüm bu birikime dayanarak, senelerce süren Soğuk Savaş’ı da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber kazanmış ve dünya çapında tek süper güç konumuna erişmesini bilmişti.

Sonrasındaysa hiç de beklendiği gibi olmadı. Amerika iktisadî, askerî ve siyasî üstünlüğünü bütün dünyaya tasdik ettirerek bir düzen tesis etti; fakat ya sonra?..

Hâkim Olmak ve Hâkim Kalmak

Önce sosyolojiden başlayalım. Amerika’nın en büyük iddiası, bütün dünyayı Amerikalaştırmaktı; fakat Amerika’nın hâkim olmasında en önemli dayanağı da dünyanın Amerikalılaşmamış olmasıydı. Cümleyi böyle kurunca biraz acayip gelmiş olabilir, hemen açalım. Amerika Birleşik Devletleri, sinema başta olmak üzere tüm propaganda vasıtalarından uzun yıllar boyunca yaşanmaya değer tek hayatın Amerikan tipi olduğunu anlatmaya çalıştı. Kendi dünya görüşüne ait bir hayat tarzı olmayanlar için Amerikan tipi hayat tarzının idealize edilmeyecek bir tarafı da yoktu hani; şehirlerin altından köstebek tünelleri gibi işleyen metrolar, gökleri delen binalar, teknolojik ve finans yönünden neredeyse sınırsız görülen/gösterilen imkânlar, bahçe içinde villalarda nizam ve intizam içinde yaşayan insanlar, fevkalade donanımlı okullar, hastahaneler ve bedene ait hazların tatmin edilmesine yönelik envaî çeşit imkân ve saire… Adam burada binecek minibüs bulamıyor, suyu kuyudan çekiyor, elektrikli ev aletlerini ancak Amerikan sinemasında görüyorken bu hayat tarzının idealize edilecek bir tarafı pek çok kimse için vardı. Ne zaman ki Amerika iddiasını gerçekleştirmeye ve bütün dünyayı Amerikalaştırmaya başladı, işte kolanın gazı tam da orada kaçtı. Farklı farklı milletlerden ve kültürlerden insanlar Amerikan tipi hayat tarzının içinde yaşamaya başlayınca bir de gördüler ki, bunun yaşanmaya değer hiçbir tarafı yok.

Gelelim işin hukukî buuduna. Bugün nasıl ki Türkiye ve diğer bütün ülkeler memleketleri içindeki hukuk üstü imtiyazlı zümrelerden rahatsızlarsa, Amerika’nın tesis ettiği dünya düzeninde kendi koyduğu kurallar önünde kendisine imtiyazlar tanıması da benzer bir tesiri dünya çapında meydana getirdi. Şimdi söyleyeceğimiz biraz afaki gelebilir; fakat biliyoruz ki bugün dünya çapında bir Amerikan karşıtlığı araştırması yapılsa, Amerika’da bile birçok Amerikan karşıtı çıkacaktır. Adalet müessesesi maddî planda işlediği kadar vicdana bakan yönüyle ruhî bir müessese olduğu içindir ki hangi dine yahut millete mensub olunursa olunsun, meşruiyetini verilen kararlar üzerinden bulur. Amerika’nın başı çektiği dünya düzen ise hukuksuz kararları ve yaptırımları dolayısıyla insanlık çapındaki mahşeri vicdan karşısında meşruiyetini yitirmiş bulunmaktadır. Gayr-ı meşru bir nizamın tesis edilmesi mümkün olmadığına göre… Dikkat ediyorsanız, hukukî, vicdanî ve dolayısıyla da ahlâkî bir zaafiyetten bahsediyoruz. Bu üç unsurda zafiyet gösteren bir devletin bırakın dünyaya hâkim olmasını, kendi ülkesinde bile ayakta durması başlı başına hayrete şayandır.

Sosyolojik ve siyasî bakımdan hâkim olamayan bir gücün hâkimiyetini sürdürmesinin mümkün olmadığı ise açıktır.

Peki, bu kadar çok menfiliği bünyesinde barındıran ABD nasıl oluyor da hâlen hakimiyetini sürdürüyor…

Çağın Nabzını Tutan Kumandan

Çağın nabzını yakalamasını bilen Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinden, bahsimizle alâkalı kısımlardan birini tekrar bir hatırlayalım:

- “Beklenmedik şekilde Kuzey Afrika’daki Tunus, Cezayir, Mısır, en son LİBYA’da patlayan hâdiseleri, mekân tâyin etmeksizin BEKLEYEN ben, çok da şaşırmış değilim. Bahreyn, Suriye vesaireye de… 1968’de Fransa’da başlayan talebe hâdiselerinde, hareketin başındaki lider çok güzel bir söz söylemişti: MEVCUD DÜZENİ BEĞENMİYORUZ, NE OLMASI NASIL OLMASI GEREKTİĞİNİ DE BİLMİYORUZ; BUNU BULUN! 1989’da başlayan Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerindeki çözülme ve Komünizm’in çöküşü, Batı’daki o sesin kabulü ve görüntüsünden başka bir şey değildi; giden, gitmesi gereken olarak gitti de, hâdisenin oluşundaki “tuhaflık”, hâlâ akıllı uslu anlatılabilmiş değil. NYMPHALAR benim onlar hakkında söylediklerimin gerçekleşmesi ve genel değerlendirmemi biliyorlar; mekân ve şartlar değişmeksizin, nasıl insan psikolojisi mevsim değişikliğine benzer şekilde eski kabullerine aykırı düşüyor, bir zamanın olmazları, sonra ne kadar tabiî olabiliyor. Dünün NASS gibi bir bedahet emniyetiyle kabul gören mefhumları yerine, onun tam zıddı olanlar, hem de aynı şahısların aynı tür hâdiseleri değerlendirişinde görülmüyor mu? Sovyetlerdeki dağılma, nasıl da inanılmaz bir gevşeklikte ve rahatlıkla olmuştu. Bugün görülen hâdiseler de, adetâ ciddiyetten uzak ve iki taraflı usanmışlarca gerçekleştirilmekte. Yanlış anlaşılmasın: Mevcud düzenlere karşı verilen mücadelelerin mazi ciddiyetinden değil, “olması gereken”in bir oyun rahatlığı ile pek tabiî gerçekleşmesindeki ciddiyetsizlikten bahsediyorum. Daha ziyâde, muhafaza edenler için söylüyorum. Hâdiselere şahsiyet verme usulüyle ifâde edersem, lisân-ı hâl ile şöyle diyorlar: “Mevcud koktu da, ne olması gerektiğini biz de bilmiyoruz!”… Demokrasi, ne koruyanların, ne de isteyenlerin benimsediği; operasyon kararı aldıktan sonra, Birleşmiş Milletler Teşkilatına “karar alın!” emri veren Amerika gibi, demokrasinin tadı ona rağmen yapılan hareketlerde ve onun için yapılan kitabına uysun uymasınlarda. Bugün bütün dünyanın, İSLÂM dışında denenmemişleri kalmamış olarak ortak sorusu şudur: “Yaşanmaya değer hayat ne, hangisi?”… Bir futbol maçı hiç oynanmadan neticesi söylense ortada ne oynayanlar, ne seyredenler bulunur, ne envai çeşit yorumcular ve mevzuu; tadı tuzu olur mu? Keçiboynuzu keyfiyetler, onlar adına bir harra hurraların tadı ile perdeleniyor. Yanlış anlaşılmasın: Bugün mevcud hareketleri, asıl için bir halk talimi, yöneticiler için bir ikâz veya idrak vesilesi olarak görüyorum. Hani, nerede ve nasıl olursa olsun diyecek kadar. Bilmem 5, bilmem 8 sene oldu; İsrailli bir devlet adamı, “Müslümanların getireceği yeni bir şey yok, bir hayat tarzı yok!” demişti. Biz, tâ 1990 Körfez Savaşı sıralarında, Amerika kasdıyla, “Süper gücün biri çöktü, öbürü pek mi ayakta!” demiştik. Batı’nın hayat tarzı çöktü de AIDS gibi başkasına bulaştırarak bu müşterekliğin başında kalmaya çalışıyor… Bu söylediklerim, “Petrol, çıkar, ekonomi” vesaire etrafındaki söylenenlere bir şey eklemeksizin söylenmesi gerekenler. BÜYÜK DOĞU-İBDA’dan başka hiç kimse kaydıyla, İsrail’e de gerekeni söylemiş oluyorum. Tersinden veya düzünden, Dünya’daki bütün gelişmeleri, bu mânâyı doğruluyor görüyorum. Hem de tam müflis olmam gereken şartlarda; Üstadım’ın, “Biz sussak, mezarımız konuşacak!” demesi hatırda…”

Çin ve Rusya Bir Alternatif Değiller

Amerika karşısında Çin yahut pek mümkün görünmüyorsa da Rusya’nın yükselerek yeni bir dünya düzeni kurabileceği son zamanlarda sıkça konuşuluyor; fakat unutulmaması gerekir ki, ne bugün yükselen Çin ne de Rusya Amerikan düzenine alternatif bir düzen, dünya görüşü ve hayat tarzı teklif ediyor değiller. Her ikisinin de derdi, statükoyu korumak suretiyle Amerika’nın koltuğuna oturmak, Amerika olmak iddiasından ibarettir. Dolayısıyla bu güçlerin kendi çıkarları dolayısıyla aralarında yaşanması muhtemel çatışmalar ancak İslâmî bir hareket karşısında bunları güçten düşürdüğü ölçüde kıymet bulabilir.

***

Makine de bir parça deforme olmaya başlamışsa da epey bir süre vazifesini yerine getirmeyi sürdürür. Böyleyken hâlen onun işlevini koruduğu zannedilse de, o parça artık makineyi durduracağı ân’a doğru çalışmaya devam etmektedir. Sonra o ân gelir ve makine durur. Özelde devlet, genelde ise dünya çapındaki rejimler deforme olduğu görüldüğü hâlde yenilenmezlerse, nihayetinde durmaları bir ân’a bakar. Bugün içinde yaşadığımız müesses nizamın deformasyonu ise o makineden anlamayanların bile fark edebilecekleri kadar bariz bir hâl almış bulunmaktadır. Ve bu düzenin alternatifi, aynı düzenin birer parçası Rusya yahut Çin değil, insanlığa yeniden yaşanmaya değer bir hayat vaad eden İslâm’dır.

Baran Dergisi 764.Sayı